Analiz(6)

Krizin durumuna genel bir bakış oluşturmaya olanak verecek ekonomik ve siyasi gelişmelerle dolu bir ayı geride bıraktık. Kimi göstergeler 1930’u anımsatırken, sanırım ekonomik kriz yeni bir aşamaya giriyor.
Avrupa Birliği içindeki uyumsuzluklar, ABD ile AB arasındaki mali politika farklılıkları, uluslararası düzene ilişkin artan belirsizlikler ile krizin yeni bir aşamaya girdiğini ve bu sürecin dünyayı çok trajik bir sonuca doğru götürdüğünü söylemek hayalperestlik olmasa gerek.
Dünya piyasalarının, 10 Mayıs’ta açıklanan yaklaşık 1 trilyon dolarlık Avrupa Kurtarma Fonu’nun yarattığı olumlu havadan sıyrıldığı görüldü. Dünyanın mali merkezlerindeki borsalarda haziran ayında sert sarsıntılar yaşandı. Dow Jones Sanayi Endeksi 10.000 puanın altına, Financial Times Endeksi ise 2009 Ekim ayından bu yana ilk kez 5000 puanın altına indi. Alman Dax endeksi ise son 4 ayın en düşük düzeylerine geriledi.
Wall Street Journal, New York Times, Financial Times gibi belli başlı uluslararası yayın organlarında «bu krizin Yunanistan’ın krizi değil, tüm Avrupa’nın krizi” olduğuna vurgu yapan makaleler yayınlandı
The Economist «Korku geri döndü” başlıklı yazısında «Hükümetler krizin başında çözüm sunuyorlardı, şimdi kendileri sorunun bir parçası oldu” saptamasını yapmıştır.
ABD ve AB ülkeleri bir kredi kartı borcunu bir başka kredi kartıyla ödemişlerdir o kadar. Borç olduğu gibi durmaktadır. Papaz kaçtı oynar gibi herkes borcunu ötekinin bilânçosuna aktarmaya çalışmakta.
Dünya da bu büyük borç yükünü üstlenerek peyder pey eritilmesine olanak verecek kurumlar da hızla tükenmektedir.
ABD’nin yapısal bütçe açığı 2007 yılında GSMH’nın yüzde 3,1’inden, 2010’da yüzde 9,2’ye yükselmiştir. Üstelik bu oran, devletin ev piyasasının borçlarını üstlenmesinin getirdiği yükü de içermemektedir.
ABD ekonomisi para arzında (M3) düşük faizlere ve büyük mali genişlemeye karşın, 1929-1930 dönemini aşan ani gerileme de oldukça düşündürücüdür.
ABD’nin yeni açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisinde bütçe açığı ve borçları en önemli güvenlik riskleri arasında sayılmaktadır. Açıklanan uluslararası güvenlik stratejisi raporunda, ABD bu yüzyılın sorunlarını tek başına üstlenemeyeceğini açıklayarak imparatorluk stratejisinden resmen vazgeçmiştir. Hillary Clinton’ın «gücü ve etkiyi doğrudan uygulamadan, dolaylı uygulama eğilimine geçildiğini” vurgulaması ve ittifaklara dayanan hegemonya stratejisine geri dönüldüğünü açıklaması da bu düşünceyi daha anlamlı kılmaktadır.
Yükselen yeni güçler ortamında daralan küreselleşme, mali kriz ile ABD dolaylı etki strateji yoluyla liderliği korumanın maddi zeminini gün geçtikçe kaybetmektedir. Bu durum dünya ekonomisini en kritik soruna, kriz içinde yönlendirici bir merkezin yokluğuna getirmektedir.
Geçtiğimiz ay dünya medyası bu yokluğun çarpıcı örnekleriyle doluydu.
Avrupa’da mali kriz 1 trilyon dolarlık yardım fonuna karşın derinleşmeye, Avro düşmeye, birliğin geleceği üzerinde kara bulutlar artmaya devam etmiştir.
Çünkü Almanya, Fransa ve İngiltere mali reform ve uygulamalar konusunda anlaşamamaktadır.
AB krizi giderek ABD ekonomisini hatta küresel mali sistemin geleceğini tehdit ederken ABD’nin AB’yi de arkasına alarak ortak bir strateji geliştiremediği dikkat çekicidir.
ABD’ye rağmen gerçekleştirildiği düşünülen Türkiye-Brezilya-İran Nükleer Yakıt Anlaşması, uluslararası topluluğun Kuzey Kore karşısındaki çaresizliği, Rusya’nın Ortadoğu’ya geri dönüşüne ilişkin Medvedev’in Suriye ziyareti üzerinden geliştirilen olumlu yorumlar, siyasi merkez yokluğu algısını da desteklemektedir. Bu algıyı destekleyen en son data da Türkiye-İsrail ilişkisinde gelinen nokta ve geliş biçimidir.
Hayali gerginlikler aniden gerçek haline gelebilir. Bir birey olarak, birden bire tek bayrak, tek ideoloji, tek inanç altında toplanıp krizin yapısal nedenlerini göz ardı etmek pahasına ulusunu, bayrağını, inancını korumak gibi sloganlar etrafında canını vermeye hazır bir vatandaş haline gelebiliriz.
Bu krizlerin 80-90 yıllık evreler halinde gerçekleştiği ve kolay kolay aşılmasının da mümkün olmadığı aşikârdır.
Daha önemlisi iktisadi tarihteki bu tip son dört-beş dalga hep militarize olmuş bir küresel ortamı artan askeri harcamalar ve ne yazık ki çoğunlukla da açık savaşla geçirilmiş durumdadır.
Eğer bu hakikaten sistemin derin bir krizi ise bu gün yaşadığımız küresel krizin ardından bir savaş konjonktürü oluşabilir.
Bu savaş da öyle hemen topyekûn nükleer Üçüncü Dünya Savaşı şeklinde değil bölgesel, yerel savaşlar, etnik huzursuzluklar, aşırı gerginlikler şeklinde de yaşanabilir. Bu kriz öyle bir iki tane finansal regülasyon, bir iki tane bankanın devletleştirilmesi, işsizlikle mücadele için sağda solda yaratılan bir iki politikayla unutulup gidilecek, palyatif tedbirlerle aşılabilecek türden bir kriz değildir.
Evet, özel borçlar kurtarılmış, finansal sistem bir yerde kendi içinde dengelerine kavuşmak üzere ve rakamsal olarak bir toparlanma olgusu yaşamaktadır. Fakat bu sağlıklı sürdürülebilir bir toparlanma, bir krizden çıkış olgusu değildir. Bunun da en önemli nedeni krizin maliyetlerinin devletler tarafından üstlenilmiş olmasıdır. Problem şu anda devletlerin problemi, bütçe ve kamu açıkları problemidir. Bunun yarattığı belirsizliklerin nasıl şekilleneceğini öngörmek ise çok güçtür.
Yeni bir enflasyon tehlikesi, kamu açıklarını kapatmak için ihraç edilen kâğıtların değerlerinin düşmesi, dolayısıyla yüksek faiz ve durgunluğun devam etmesi gibi tehditler hala karşımızda durmaktadır. Hem de çok büyük tehditler olarak.
Çünkü artık devletler iflas ediyor. Bugün Yunanistan’ı konuşuyoruz; fakat geçen sene de Dubai çökmüş, Bahreyn iflas etmiştir. İspanya ekonomisi büyük bir çöküşün eşiğinde iken Macaristan’ın da bu listeye eklendiği anlaşılıyor.
Avrupa ekonomisinin eksi yüzde 1’lerde büyüyeceği öngörülmektedir. Yakın zamanda yaşadığımız Asya, Meksika, Türkiye, Arjantin gibi krizleri düşünürsek 1930’lardan bu yana ilk defa topyekûn olarak dünya ekonomisi 2009’da eksi büyüme kaydetmiş, yani küçülmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu bir ilktir.
Yunanistan’ın yanına İspanya ve Portekiz’i de alarak «Biz kendi paralarımızı basacağız” diyerek AB para birliğinden çıkma olasılıkları çok yüksektir. Bu da AB’nin çok büyük darbe alması anlamına gelir ki o zaman bu güne kadar Avrupa coğrafyasında örtbas edilmeye çalışılan her türlü etnik, ideolojik ve mezhepsel çatışmaya zemin doğmuş olur.
Sosyal hizmetlerin devletler tarafından karşılanamayacağı dünyaya doğru gidiyoruz. Bu dünyanın yarattığı huzursuzluklar ise başka gerginlikleri tohumlayabilir ya da ancak militarize olmuş bir gerginlikler ortamında hazmedilmesine zemin oluşturabilir.
Bunun ille de küresel boyutta milyonlarca insanın hayatını kaybettiği bir felaket olması gerekli değildir. 1990-1991’deki Körfez Savaşı’nda Pentagon elindeki büyük oyuncakları denemiştir. Ne Scud füzeleri kalmıştır ne de Crusie’lar. Coğrafi olarak çok sınırlı bir bölgede milyarlarca dolarlık silah ve cephane kullanılmış testler yapılmıştır.
Her şeyden önce o silah harcamasının yarattığı bir talep unsuru vardır. Ayrıca bu da acı bir gözlemdir ki sivil dünyadaki teknik ilerlemelerin birçoğu aslında askeri teknolojilerin öncülük ettiği üretim teknikleridir.
Savaşlar sadece yakıp yıkmamakta, yaratmaktadır da. Çünkü yeni sermaye birikimi hep eskiyi yok ederek, onun üzerinde yükselmektedir. İnovasyona geçilirken eskilerin yıkılması gereklidir.
Bu bağlamda, son söz olarak; ekonomik krizin ortasında siyasi merkezini de kaybeden dünya düzeninin korkutucu senaryolarla dolu bir geleceğe yelken açtığı rahatlıkla söylenebilir.

Bunları da sevebilirsiniz