Gelişme Stratejileri: Ekonomik Gelişmelerin Altındaki Sır

XX. yüzyılın başındaki dünyadaki ekonomik ve politik uluslararası ilişkiler, merkez devletlerin az gelişmiş ülkelerin üzerindeki siyasi ve hukuki bağlayıcı hakları üzerine kuruluydu. Merkezi devletler (ya da gelişmiş ülkeler) sermaye ve tüketici malları üretiyorlardı, az gelişmiş ülkeler ise sadece tarım ve hammadde mallarının üretimiyle meşguldüler. Anlaşıldığı gibi, uluslararası ticaret büyük miktarda bu ülke grupları arasında gerçekleşiyordu. Bu sistem ‘klasik okul’ isimli bir öğretiye dayanıyordu. Okulun kurucuları A. Smith ve D. Ricardo’dur. Klasik okulun teorilerine göre yurtiçi ve yurtdışı piyasalar serbest bırakıldıktan sonra ‘görünmez el’, yani serbest piyasa mekanizması, piyasadaki oyuncuların karar ve davranışlarını kendiliğinden düzeltecek ve kaynakları en etkin biçimde dağıtacaktır. Buna göre uluslararası ticaret, devletlerarası sınırlar kaldırıldıktan sonra dünya çapında kaynakları en etkin şekilde dağıtır. Bu mekanizmanın ismi ‘uluslararası işbölümü’dür. I. ve II. Dünya Savaşları, 1929’da başlayan Büyük Buhran ve Doğu Avrupa’da devrimleri, sonra da dünyanın farklı uçlarında milli bağımsızlık hareketleri ve eski sömürge sistemin yıkımı, bu bağlayıcı sistemde değişikliklere yol açtı. 1930’larda bilinçsiz bir şekilde, dünyadaki felaketlere cevap olarak Latin Amerika’da, sonra da Uzak Doğu’da hükümetler milli üreticiyi desteklemeye, ülkelerindeki ekonomilerin potansiyelini genişletmeye karar aldılar. 1950’lerde Arjantinli iktisatçı Raul Prebisch ve Brezilyalı iktisatçı Celso Furtado tarafından ithal-ikameci sanayileşme teorileri geliştirildi. İthal-ikameci sanayileşme, tarife, kota, döviz kuru parite kontrolü, ithal edilen sermaye malları üzerindeki lisansları ve sübvansiyon gibi önlemleri kullanarak, yerli endüstrileri koruma ve geliştirme politikasıdır. Burada devlet aktif bir oyuncudur. Devletin müdahalesiyle yerli üretici korunuyor, ithalata tarife gibi sınırlar koyuluyor ve altyapı gibi maliyetli yatırımlar yine devlet tarafından gerçekleştiriliyordu. Bu sistem 1930-1980 yılları arasında uygulandı.
1980’lerde ise yeni bir sanayileşme stratejisi kullanılmaya başlandı. Yeni stratejiye göre, sanayileşmeyi isteyen ülkede iç talep ve ücretler bastırılmalı, sanayi ise ihracata yönlendirilmelidir. Stratejinin ismi de ihracata dayalı büyüme stratejisidir. Teoriye göre, uluslararası uzmanlaşma kalkınmanın temelidir. Buna göre uzmanlaşma ve işbölümü kıt kaynakların uluslararası alanda daha etkin dağıtılmasına yol açacak, ticarete giren ülkelerde refah artacaktır. Teori D. Ricardo’nun öğretilerine dayanmaktadır. Uluslararası işbölümü konseptine geri dönüşüm gerçekleşti. Türkiye dâhil çoğu gelişmekte olan ülke, bu gelişme stratejisini izlemektedir. 24 Ocak 1980 kararları da bu stratejiye, yani dünyaya açılma ve liberalleşme kararlarıdır.
Neden ülkeler kendi güçleriyle milli üretimi geliştirmeden vazgeçip küreselleşmeye yöneldiler? Eski strateji kötü müydü? Başarısız mıydı? Brezilya, Arjantin, Hindistan, Doğu Asya ülkelerindeki gelişim bunu göstermiyor. Tam tersi, bu yıllarda bu ülkelerde sanayinin temelleri atılmıştır. Örneğin 1950-1960 yıllar arasında Brezilya’da Volkswagen, Ford, GM ve Mercedes gibi fabrikalar kurulmuştur. 1969’da Embraer isimli uçak üretim şirketi kurulmuştur ve bugün bu şirket dünyanın 4. en büyük uçak üreticisidir. Türkiye milli geliri – Türkiye sınırları içinde 1 yılda üretilen malların ve hizmetlerin toplamından ithalatın çıkarılmasıyla hesaplanıyor. Bu gösterge toplumdaki refahın ölçümünün, en basit ve etkin yöntemidir. Türkiye’nin milli gelirinin ortalama artışı 1961-1979 yılları arasında %6,5 idi. 1998-2007 yılları arasında bu rakam sadece %3,6’dir. Yani eski strateji kötü değildi. Ancak dünyanın değişen jeopolitik koşulları altında, gelişmekte olan birçok ülke, milli gelişme stratejilerini savunamaz hale geldiler. Ve yeni stratejinin, yani ihracata dayalı sanayileşmenin ana teorisinin D. Ricardo’ya ait olması rastlantısal değildir. 1980’lerin sonlarında Batı Avrupa ve ABD yeniden dünyanın tek süper gücü sıfatını kazandı ve egemen güç oldular (bunlara Japonya da eklenilebilir). Yeniden eski metropollere kaynakların aktarılmaları için her şey yapıldı. 1980-1990’ların başında Çin milletlerarası sahnede sözünü dinlettirebilmek için yeterince güçlü değildi, Rusya da henüz krizden çıkmamıştı. Ve yeniden eski teoriler geçerlilik kazanmıştır. Birçok gelişmekte olan ülke dünya sermayesine pazarlarını açtılar. Türkiye de bir istisna değildi, 1998-2007 yılları kesintisiz IMF gözetimi altında kaldı ve IMF, Dünya Bankası gibi ihracata dayalı stratejinin ana savunucularından biridir.
Görüldüğü gibi, çoğu zaman jeopolitikteki değişimler, teorileri geçerli kılar. Neo-klasik öğretinin hâkim olması, ülkelerin dışa açılması, teknolojideki gelişmelerle birlikte gerçek anlamda küreselleşmeyi yarattılar. Olumlu etkilerden biri uluslararası işbirliğinin artmasıdır. Olumsuz etkiler ise yeni gelişme stratejinin ‘eski’ milli sanayileşme politikalardan daha etkin olmaması. Daha da önemlisi, yeni düzenin eski düzenin bir restorasyonu olmasıdır. Gerçekten de, yeni sistemde etkinlik artmakta, ancak bu etkinlik tek tarafın lehine seyretmektedir. Ve bu koşullar altında sürdürülebilir kalkınmayı ve gelişmeyi arzu eden ülkelerin ilk önce siyasi alanda bağımsız bir politika izlemeleri ve milli üretimi üstlenen kesimi geliştirmeleri gereklidir.

Bunları da sevebilirsiniz