Sokratik diyalogları bilirsiniz. Genelde yoldan geçen bir sofist Sokrates ve öğrencileriyle karşılaşır. Laf, sofistin çok iyi bildiğini iddia ettiği bir konuya gelir bir şekilde. Sofistin ahkam kesmesi karşısında ”çocukça” (yahut ”bilgece” mi demeli acaba) bazı sorular sorar. Soruların genel biçimi ”… nedir?” sorusudur. Bu soru karşısında alelacele ilk akla gelen yanıta sarılan sofist her yeni soru karşısında yeni bir tartışmalı iddia öne sürer. Hem kendisi hem de ikisinin ”küçük hayranları” sofistin cehaletine tanıklık ederken ”olumsuz” bir şekilde de olsa ele alınan konuya dair bir anlayış kazanırlar.
Geçenlerde youtube üzerinden yayın yapan FluTV’yi izlerken benzer bir havaya girdim. Sokratik diyaloglara tam uymasa da İlker Canikligil ve Mustafa Seven konuklarına ”neden” ve ”nedir” sorularını sora sora konuyu açıyor, kimi zaman belki de konuğun da bir şeyler keşfetmesine vesile oluyorlardı. Hemen her konu masaya yatırılıyor: Aşk, rakı, ekonomi, ameliyat, moda vb. Ayarlanmış ve nezaket içerisinde yapılan bir program olması dışında Sokratik diyalog için her şey hazır gibi. Ne güzel! Tabii burada bir farkın altını çizmeliyiz: İlker Canikligil ile Mustafa Seven sorularını sorarken büyük oranda samimiler. Yani gerçekten öğrenmek istiyorlar. Oysa Sokrates, madara etmeye kalktığı sofistlerden daha az bilgiç değil. Bir şekilde yolunu bulmuş, ilk iddia sahibi olmaya direnmiş bir vaziyette karşıdakinin iddialarını teker teker ele alabiliyor. Bazen sofistler akıllanır gibi olsa da Sokrates bir şekilde soru soran pozisyonuna geçmeyi başarıyor. Sanırım yeni yetme bir bilgici nasıl baştan çıkaracağını çok iyi biliyor: Onun kibrine seslenip soru sorarak.
Sokratik diyaloglar bugün yazılsaydı nasıl olurdu acaba? Mesela Eutyphron diyalogu. Artık elbette ”ahlaklı olmak”/”dindarlık” soruları sormak yerine daha minimal konulara girmeli. Sokrates yerine başka bir yaşlı yoldan geçen gençlere laf atmalı. Mesela emekli bir asker, bir diplomat veya bir akademisyen düşük profil çizip büyüklenen gencin birine sormalı. Genç de öyle bir genç olmalı ki mümkünse yurtdışı görmüş, hele bir de yurtdışı doktoralıysa daha da iyi… Öyle bir genç olmalı ki süper muhalif olmalı. Yok yok ”süper muhalif” derken en kızılından bir Marksist yahut kapkara bir Anarşist değil. Öyle bir muhalif ki bindiği dalı kesen Nasrettin Hoca misali yahut yeldeğirmenleriyle dövüşen Don Kişot misali muhalif olmalı. İlkeleri pek keskin, gözlemleri çok net, dili alabildiğine sivri ve müthiş zeki olmalı. Öyle zeki olmalı ki 10 yıl sonra mesela Türkiye’nin falan kasabasının karşılaşabileceği sorunu, bugün beraber yol yürüdüğü kişinin filan durumda alabileceği ”sağcı” refleksi şıp diye kestirebilmeli. İşte böyle bir genç olmalı.
Fakat artık doğru düzgün bir agora (bir köy meydanı) yok. Muhtemelen bir cafede olmalılar. Hani şu büyükçe karton bir kahve söyleyip saatlerce oturabildiğiniz bir cafe olmalı. Gençlerin oturduğu masanın hemen dibinde bir arkadaşı bekleyen yahut soluklanmak için vakitsiz ve hesapsız bir mola veren bir yaşlı (senex) olmalı.
(Gençler aralarında konuşurlar)
Genç1:… ne alaka abi ya? Biz niye onları anlayacakmışız? Onlar bizi anlıyor mu? Sen ben bu kadar emek verdik okuduk ettik. Gidip de beş para etmez insanları anlayıp onlara alan mı açacağız?
Genç2: Hakkaten hocam. Bence dik durmalı. Dik durup bizim sesimiz olmalı. O kadar az değiliz. Beceremiyorlarsa istifa etsinler, yerlerini bize bıraksınlar. Bu külüstürlerden kurtulmamız lazım.
Genç3: Evet ama malzeme de bu değil mi? Yerine kimi geçireceğiz? Bunca zamandır yazıp çiziyoruz, kime ulaşabiliyoruz ki? Daha hala aramızda kadın düşmanları, ırkçılar, kaba Marksistler, ulusolcular kol geziyor.
Genç1: Tamam, haklısın ama kim geçse bundan iyidir. Hem herkes orada duramaz. O dediklerin aramızda, neden? Çünkü dirayetli bir muhalefet yok. Varsa yoksa sağa açılmak, sağı anlamak! Ne çekmiş be bu ülkenin sağı! Gören de işkencede, pusuda öleni onlarca yıl acı çekeni sağcılar zanneder. Ne varsa biz yaptık bir de şimdi gidip onları alttan mı alacağız? Yok öyle yağma!
Genç3: Peki gücümüz var mı? Onları alttan almamanın alternatifi ne?
Genç1: Sosyalistler, komünistler yahut anarşistler gibi sert adımlar atalım demiyorum. Demeye çalıştığım şey açık yüreklilikle ortaya çıkıp o kadar az olmadığımızı göstermek. Devir bizim devrimiz. Ortaya çıkıp yumruğu masaya vurmalıyız.
(Gençlere bir süredir kulak kesilen yaşlının müstehzi gülüşüne daha fazla tahammül edemeyen Genç1 yaşlıya seslenir)
Genç1: Neye gülüyorsunuz? Komik mi söylediklerimiz? Size göre çok toyuz, değil mi?
Senex: Estağfurullah. Sizde kendi gençliğimi gördüm. Yaşlandığımı fark ettim. Lütfen kızmayın.
Genç1: Nasıl yani? Bir arpa boyu yol gitmemişsiniz mi diyorsunuz? Oysa biz çok farklıyız. O parkalılar gibi değiliz biz. Biz özgür düşünüyoruz.
Senex: Muhakkak. Her birimiz farklıyız. Ama farkınızın bu olduğuna emin misiniz? Yani sizce o nesil özgür düşünmüyor muydu?
Genç1: Elbette düşünmüyordu. Ya Kemalizme yahut da Marksizme bağlıydılar. Kemalizm diye bir tür üçüncü dünyacı kurtuluş ideolojisiyle Marksizm gibi totaliter bir dogma arasında gidip geliyorlardı.
Senex: Bu gidip gelmeleri sizce özgür düşündüklerinin kanıtı değil miydi?
Genç1: Sanmam. Sadece koşullara göre bir o yana bir bu yana savruluyorlardı.
Senex: Koşullara göre farklı tutumları belirliyorlardı yani.
Genç1: Evet.
Senex: Bu onları pragmatik yapmaz mı? Belki de düşündüğünüz kadar tutucu değillerdi.
Genç1: Ben ”tutucular” demedim zaten. Tek dediğim ”özgür düşünmedikleri”. Hatta ”düşünmedikleri”. Bu kadar pragmatik olmaları düşünmeyip oradan oraya savrulduklarının kanıtı zaten.
Senex: Yani size göre düşünen kişi oradan oraya savrulmaz. Koşullara göre eğilip bükülmez, öyle mi?
Genç1: Öyle. Bir kere özgür düşünen kişi ilkeli olur. İlkelerine kendi ulaşır. Ulaştıktan sonra da bu ilkeleri revize etmesine yol açan yeni bir şeyler öğrenmedikçe ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalır.
Senex: İlkeli olan ve koşullara göre savrulmayan bir kişi yeni bir şeyleri nasıl öğrenir?
Genç1: Yeni bir şeyler okuyarak veya ilkeleri sonucunda vardığı yerin yanlış olduğunu görerek.
Senex: Yeni bir şeyler okuması için okunacak bir şeyin olması gerekiyor, değil mi? Ayrıca ilkeleri sonucunda vardığı yerin yanlış olduğunu görebilmesi için ilkelerinin götürdüğü bir yere ulaşması gerekir, değil mi?
Genç1: Muhakkak.
Senex: Peki, bu türden bir şeylere erişemiyorsa, mesela internet aracılığıyla en güncel bilgilere ulaşamıyor, aradığı kitaplar basılmıyor yahut bildiği bir dile çevrilmiyor hatta kimi zaman yanlış çevriliyorsa bu ”yeni şeyleri” nasıl öğrenecek?
Genç1: Demek ki daha çok çabalaması gerek.
Senex: Nasıl mesela?
Genç1: O yeni şeylerin yazıldığı yerlere gidip doğrudan kaynağa erişerek mesela.
Senex: Bunu yaptıklarında gittikleri yerdeki yeni şeyleri eski şeylerden nasıl ayırt edecek? Hadi etti diyelim, bu yeni şeylerin eskilerden daha doğru olduklarını nereden anlayacak? Belki de bu yeni şeyler sistemin kendisini eğip bükmek için fonladığı yahut bizzat ürettiği metinlerdir, olamaz mı?
Genç1: Olabilir. Kafayı kullanacak işte.
Senex: Ya da mesela ilkelerinin götürdüğü yere henüz varamamış, ömrü yetmemiş veya doğal olmayan yollardan o yere varması gecikmiş ise yanlış bir yere varacağını nasıl anlayabilir?
Genç1: Anlayamaz belki de. Ne bileyim. Ama şurası gerçek ki o varmaya çalıştıkları yere bir avuç genç dağa çıkıp varamazlardı.
Senex: Belki daha çok kişinin peşlerinden geleceğini veya karşılarındakilerin vicdanlarını ayağa kaldıracaklarını ummuşlardır, kim bilir?
Genç1: Peşlerinden niye gitsin insanlar? Kaybedecekleri bu kadar belliyken kim gitsin peşlerinden? Üstelik peşlerinden gitmeleri gerektiğinden nasıl haberdar olsunlar? Halkın büyük bir kısmıyla aralarında aşılmaz duvarlar vardı hem.
Senex: O duvarlar şimdi yok mu? O zamanlar mahalleler farklıydı, mahalle ortamı insanı kuşatıyordu. Okur-yazarlık düşüktü. Gençlerin okuduğu ettiği metinlerin diliyle halkın dili arasında kopukluk vardı. Hem sisteme güven çok yüksekti. Bunlar elbette farklı. Ama şimdi de yankı odaları, akran baskısı yok mu? Ya da şimdi okur-yazarlık var da ne oluyor? Okuyup yazanlar neyi okuyup yazıyorlar? Bilime en aykırı görüşler tweetlerle dünyanın dört bir yanında karşılık bulmuyor mu? Hem de en çağdaş ülkelerde? Halkın diliyle okuduklarınızın arasındaki kopukluk artmadı mı? Hele bir de şimdi her şey dijitalleşti, matematikleşti ve uzmanlaşma alabildiğine arttı. Artık uzmanlar bile birbirini anlamıyor, öyle değil mi?
Genç1: Doğrusun hocam. Ama bunlar bahane değil. İnsanlara ulaşmak da artık daha kolay.
Senex: Evet, ama hala birbirimizi bir cafenin köşesinde bulduk. Siz mesela okulunuz veya içerisinde bulunduğunuz yankı odası olmasa birbirinizle buluşmayacaksınız. Hal böyleyken kendinizin dışında birilerine, yankı odasının ötesinde birilerine seslenmeye çalışanları niye eleştiriyorsunuz?
Genç1: Çünkü o seslenmeye çalıştıkları asla olumlu yanıt vermeyecek.
Senex: O zaman yankı odamızda kalalım diyorsunuz, doğru mu anlıyorum?
Genç1: Hayır önce kendi aramızda birlik olacağız. Sonra güçleneceğiz. Böylece karşı taraf üzerinde daha etkili olacağız.
Senex: Birlik olmak için diliniz tekleşecek, düşmanlarınız netleşecek. Bu sırada karşı taraf da panikle size karşı birleşmeyecek mi? Diliniz tekleşirken karşı tarafla aranıza aşılmaz duvarlar gelmeyecek mi?
Genç1: Olabilir. Ama biz daha güçlü olacağız.
Senex: Güçlü olup karşı tarafı ezeceksiniz, öyle mi? Ya dağıtacaksınız onları? Kullandığınız dile bakın ”karşı taraf”! Kazanacaklarınızı daha şimdiden ”karşı taraf” olarak görürseniz oraya nasıl etki edeceksiniz? Hem siz kimsiniz?
Genç1: Biz çağdaş, ileri ve özgür düşünen insanlarız. Karşı tarafsa çağdışı, geri ve tek yanlı düşünen insanlar.
Senex: Bu kadar ileri, çağdaş ve özgür düşünen insanların ”karşı tarafı” ikna edememesi neden?
Genç1: Çünkü argümanlarımızı anlayacak düzeye erişebilmiş değiller. Ayrıca içlerinde bulundukları mahalleden çıkamıyorlar.
Senex: Peki, bu yapmak istediğinizi yaptığınızda, onlar mahallerinden çıkabilecek mi? Yahut sizi anlayabilecek düzeye, dile ve iklime kavuşabilecekler mi?
Genç1: Hep aynı terane. Yine biz mi anlayışlı olacağız?
Senex: Daha çok anlayan siz değil misiniz? Yoksa onlar mı sizi anlayıp sizi idare etmeye yönelmeli? Bunu mu bekliyorsunuz?
Genç1: Bizi anlamak zorunda kalsınlar istiyoruz.
Senex: Bazen anlaşılmak için anlatabilmek gerek kendini. Duvarlar örmeden. Mesela benim neyin savunduğumu siz anlayabildiniz mi? Ya da anlamaya çalıştınız mı? Yoksa soruları soran sadece ben miydim?
Genç1: Tabii ki anladık seni. Sen de baştakiler gibisin. Halkımızı anlayalım, onlara kendimizi anlatalım zihniyetindesin.
Senex: Ne güzel. Demek ki ben kendimi anlatmadan bile anladınız. Helal. Darısı sizin başınıza!