Sevgili Yıldız Kenter,
Müjde! Önceki gün salon yine ağzına dek doluydu… Tüm koltuklar, balkon, merdivenler, fuaye, kulis, sahne arkası… Sokaklara taşmıştı izleyiciler…
Hüzünlüydük, ama nasıl da umutlu! Duydunuz değil mi! Hem Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy hem de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Kenter Tiyatrosu’na sahip çıkacaklarına, tırnaklarınızla kazıya kazıya, çalışma azminizle, dinmeyen enerjinizle yoktan var ettiğiniz o tiyatronun yıkılıp yok olmasına izin vermeyeceklerine dair söz verdiler…
Onları dinlerken biz sahne arkasında gözyaşlarını tutamayanların yüzünde bir gülümseme belirdi ve “Yıldız Hanım, gidişiyle bile tiyatroya hizmet etmekten geri kalmıyor” demekten kendimizi alamadık.
Ve size söz veriyoruz. Bu taahhütlerin takipçisi olacağız. Bu vaatlerin lafta kalmayacağına inanıyoruz.
Sevgili Yıldız Kenter,
Eğer uygar ve çağdaş bir ülkede yaşıyor olsaydık, ayaklarınızın altına kırmızı halılar serilir, çevreniz size hizmete amade insanlarla donatılır, emrinize arabalar, konaklar, istemeseniz de saraycıklar verilirdi…
Eğer hak bilir, değer bilir, yeteneğe, bilgi ve birikime öncelik tanıyan bir ülkede yaşıyor olsaydık, bir eliniz yağda bir eliniz balda olurdu… “Bu yaştan sonra kafama peruk geçirip reklama çıkamam” diye feryat etmek, tiyatronuzu ayakta tutmak için kapı kapı dolaşıp destek aramak zorunda kalmazdınız… Sizin adınıza sadece İstanbul ve Ankara’da değil, sayısız Anadolu kentinde nice tiyatro, nice salon açılırdı.
Ama gelin görün ki hoyratlık, kıyıcılık, yandaşlık, goygoyculuk, vasatlık ve acımazsızlık ele geçirmiş bu ülkeyi… Bütün bunlara karşın siz, yürüdüğünüz yolu aydınlatmayı sürdürdünüz ve sürdürüyorsunuz. Ne büyük bir mucize!
Eğer toplumumuz da 81 yaşında nasıl amuda kalktığınızı ya da “Ramiz ile Jülide” oyununda bacaklarınız ne kadar açıldı diye merak edeceğine bu tiyatroyu yaşatmak için verdiğiniz mücadeleyi daha çok merak etseydi, inanın Türkiye bugün bambaşka bir yerde olurdu.
Sevgili Yıldız Kenter,
Önceki gün sizin tiyatronuzdaki törende, haksızlığa, hukuksuzluğa karşı nasıl kaplan kesildiğinizi izleyicilerle paylaşmaya çalıştım.
12 Eylül faşist darbe döneminde Şehir Tiyatroları’na “müfettiş” atanan Vasfi Rıza Zobu’nun evine siz, Şükran Güngör ve ben gitmiştik, onu sağduyuya davet etmek için… Orada verdiğiniz özgürlük, eşitlik, insan hakları dersini hiç unutmadım…
Karaca Tiyatrosu, tiyatrocuların elinden alındığında çağrım üzerine nasıl koşup geldiğinizi… AKM’yi savunduğumuzda… Her haksızlığa karşı yürüyüş ya da protesto mitingleri düzenlediğimizde, hep en ön saflarda yer almanızı… Hiç unutmadım.
Ergenekon davalarını izleyişinizi, mahkeme kapılarındaki o yiğit duruşunuzu hiç unutmadım.
Önceki gün paylaşmadım. Ama şimdi paylaşacağım çok özel bir anım:
32 yıl aralıksız çalıştığım gazeteden ve kendi kurduğum, 30 yıla yakın yönettiğim dergiden kovulduğumda yaşadığım travma günlerinde yaptıklarınız…
Anne şefkatiyle yaralarımı sarmaya çalışmanız… Her akşam temsil sonrasında kâh evime gelerek kâh telefonla beni güldürmeye, gülümsetmeye çalışınız… Dert ortaklığımız…
Ve çok demokrat, çok liberal, çok 68’li geçinen yeni yöneticilerin, ne dergide ne de gazetede okurlarımla vedalaşmama izin vermemeleri üzerine, “Veda Mektubu”mu sahneden seyircinizle paylaşmanız… O mektubumu bastırıp, fuayede ve sokaktaki vitrine asmanız… Sesimi duyurma çabanız… Unutmak mümkün mü…
İyi ki varsınız ve hep var olacaksınız Yıldız Hanım.