İnsanoğluna bahşedilmiş en önemli özelliklerden ikisi: inanmak ve unutmaktır. İnsan zihnini rahatlatan bir eylemdir unutmak. Bir toplum için devlet denilen mekanizmanın yaptıklarını unutmak, o toplumu nesiller boyu benzer haksızlıklara ve zorbalıklara yeniden maruz bıraksa da. Öte taraftan sana yapılan haksızlıkları, kötü yaşanmış anıları unutmak hayatına devam etmeni kolaylaştırır. Gerçi günümüzde psikologların yerini almaya başlayan yaşam koçları ve kişisel gelişim uzmanları (!) bu kirli bilgilerin bilinçaltına itildiğini, arada bir hortlayıp bizi yönlendirdiğini söyleseler de biz unutarak yaşamaya devam ediyoruz.
Zihnimizi rahatlatan diğer bir eylem ise inanmak. Hele de bir şeyleri sorgulamıyorsak bu eylem daha mükemmel bir hal alıyor. Uzmanların çağımızın hastalığı olan Alzheimer hastalığından korunmak için okuyarak ve çeşitli oyunlarla zihinsel egzersizler yapma tavsiyesine inat okumadan, düşünmeden, sorgulamadan yaşamak.
Hepimiz belli kültür ve geleneğe sahip ortamlarda doğar ve büyürüz. Her coğrafyanın belli bir kültürü ve bu kültür çerçevesinde oluşmuş gelenekleri vardır. Bunların oluşmasının başlangıcında ise en başa gidersek coğrafi etkenler rol oynamıştır. Yaşadığı ortamı gözlemleyen insanoğlu, kendisinden daha güçlü olan doğayı kutsal bilmiş ve günümüze kadar fiziki olarak hem kendisi evrilmiş hem de inançlarını bu doğrultuda şekillendirmiştir. Zamanla inandıklarını tabu haline getirdiği gibi bunun karşısında duranlara da elinden geldiğince engel olmaya çalışmıştır. İşte hepimizin gerek ailesinde gerek iş ve sosyal hayatında özellikle din ve ahlak alanındaki düşünceler, tabu haline getirilip sorgulanmadan geçmişten günümüze kadar sürdürülmüştür.
Çoğunlukla sağ muhafazakar olarak nitelendirilen iktidarlar tarafından yönetilen ülkemizde din, sorgulanmayan bir alan olduğu gibi bir de siyasiler tarafından ön planda tutularak toplumdaki birçok konuyu belirleyen başat faktörlerden biri olmuştur. Özellikle çocuk yaşlarda: “Aman bunu yapma günah, onu yaparsan cehennemde yanarsın, belli şeyleri yaparsan öldükten sonra cennetle mükafatlandırılırsın” gibi söylemlerle büyütülen çocuklar bir de pozitivist ve sorgulamacı bir eğitimden geçmeyince kendisine öğretilmiş olan ve çoğu zamanda mantıkdışı olan bu söylemleri kural haline getirmiştir. Üstelik bunları öğretenler bu söylediklerini, kendilerinin bile okuyup anlamlandıramadığı Kuran’a dayandırmaktadır. Sadece korku mekanizmasını kullanarak insanları muhafazakar ve ahlaklı (!) yapma peşindeler.
Yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya çalışan birey ise kendisini düşünmeye zorlamadan, sorgulamadan inanmayı seçiyor. Yeter ki kendisine önderlik edecek birini bulsun. Toplumdaki bu arayışı görenler ise hemen bunu fırsata çevirmekte güçlük çekmiyorlar. Bu da Osmanlıdan bu yana devam eden ve günümüzde de aktif bir şekilde sürdürülen tarikatların oluşması için zemin hazırlamış oluyor.
Günümüz Türkiye’sinde otuz kadar tarikat, bunlara bağlı dört yüz civarında kol ve sekiz yüzün üzerinde medresenin olduğu tahmin ediliyor. Yaklaşık 2,6 milyon insanın bir tarikatla ilişkisi bulunuyor. Bu rakamlar İsmail Saymaz’ın ülkemizdeki tarikatlara mercek tuttuğu kitabı Şehvetiye Tarikatı’ndan. Saymaz, kitabında ülkedeki tarikat yapılanmaları ve çeşitli adlarla bir araya gelen bu tarikatların liderlerinin, din kisvesi adı altında akıldışı yöntemlerle müritlerini nasıl dolandırdıklarını anlatıyor. İlkokul mezunu, çatısı altına sığındıkları İslam’ın ibadetlerini yerine getirmedikleri gibi çoğu dualardan bile bihaber olan bu tarikat şeyhleri, dini kullanarak kitleleri peşinden sürüklüyor. Dini duygularını sömürdükleri insanlar üzerinden ciddi anlamda maddi kazanç da elde ediyorlar. İşte bu kapasitedeki insanların önderliğindeki cemaatlere inananlar arasında ne yazık ki hakim ve eski vekil bile var.
Diğer dikkat çekilmesi gereken başka bir konu ise Saymaz’ın kitabında da okuduğumuz ve gazeteci Timur Soykan’ın da ‘Badeci Şeyh’in Sır Odası’ kitabında dava dosyaları ve ifadelerle birlikte geniş çerçevede ele aldığı, tarikatların çok daha başka bir boyutu. Bu yapılanmalarda müritlerin, sadece dini ve maddi olarak sömürüldüğü gibi bir de cinsel istismara uğradığını görüyoruz. Hiçbir gerekçe ile açıklanamayacak aklın ve mantığın tamamıyla devre dışı kaldığı bu olaylarda, insanların inandığı zaman, mantık ve düşünceyi nasıl kenara bıraktığını, körü körüne sorgulamadan birine bağlandığını ve her anlamda nasıl teslim olduklarını dehşet içinde okuyoruz. Bir başka korkutucu gerçek ise bu istismara maruz kalanların bundan pişmanlık duymaması ve hala bu yaptıklarının dinin gereği olduğuna inanması.
Hangi basmakalıp öğreti, hangi dini inanç, bir insanın gözlerini bu kadar kör edebilir? Kitabın sonunda tarikatlar konusunda araştırmaları bulunan yazar Saadettin Merdin’in görüşlerine yer veren Timur Soykan, özellikle bu tarikata mensup olan ve istismara uğramaktan rahatsızlık duymayan müritlerin, tarikata dahil olmadan önce bir tarikat arayışı içinde olduklarını belirtiyor. Tarikatların geçmişi ile ilgili kapsamlı bir şekilde görüşlerini bildiren Merdin ise Anadolu halk İslam anlayışında “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi sözlerin yaygınlığından ve inançlı insanların bu doğrultuda hareket ederek bir tarikata mensup olma isteğine değiniyor. Bu şekilde geçmişten gelen bu düşünceler özellikle herhangi bir eğitim almayan insanlar tarafından sorgulanmadan kabul ediliyor. Bunun neticesinde de zihinleri kör eden bir inancın pençesine sürüklüyor. Merdin’in dikkat çektiği bir başka konu ise tesadüf eseri karşılaştığı polis memurundan duydukları. Bu polis memuru badeci şeyh olarak nitelendirilen istismarcı şeyhin, dava dosyasına bakmış ve dinlediği ifadeler arasında üniversite hocalarının bile olduğunu söylemiştir. Bu da gösteriyor ki sadece eğitimsiz kişilerin değil, eğitimli olan fakat zihinsel olarak herhangi bir ilerleme sağlayamamış kişilerinde din kavramını mantık çerçevesinde değerlendiremeyecek kadar tabu haline getirmiş olması. Üstelik bu kişi, yeni nesillerin yetiştirildiği üniversite de eğitim vermekte ve onların fikirlerinde etkili olabilecek bir pozisyonda bulunmaktadır.
Timur Soykan, 1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması kanunun gerekliliğine vurgu yaparak kitabını bitirirken, İsmail Saymaz ise bu kanunun değişmesi gerektiğini söylüyor. Kanunun mevcut haliyle yasaklı olan cemaat ve tarikatlar merdivenaltı olarak faaliyetlerine devam etmektedirler. En azından bir vakıf altında örgütlenmelerine olanak tanınıp faaliyetleri dinsel eğitim alanında sınırlanmaları gerektiğini söyleyen Saymaz İdari yönden Vakıflar Genel Müdürlüğü ve inanç yönünden Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından denetlenmesi gerektiğine dikkat çekiyor.
Kurumların yasal olduğu halde yapılan yasadışı faaliyetler düşünüldüğünde böyle bir denetimin ne derece etkili olacağı konusu tartışılır. Aslında amaç sinekleri öldürmek değil bataklığı kurutmak olmalıdır. Ne olduğu belirsiz şeyh adı altında insanları her anlamda istismar eden insan müsveddelerine inanmayacak zihinler sağlamak gerekiyor. Bu da ancak pozitivist, sorgulayıcı, bilimsel ve felsefe ağırlıklı bir eğitimle sağlanabilecektir. Fakat bu o kadar da kısa bir sürede yapılabilecek bir olgu değildir. Bu geçen süreçte devlet denilen koruyucu mekanizma tarikat ve cemaatleri besleyip aldatılan bir yapıda değil, vatandaşını her türlü sömürüye karşı korumacı bir yapıda olmalıdır. Bu nedenle başta anne, baba ve toplumun ileri gelenleri olmak üzere herkes akla, bilime, mantığa gereken önemi vermeli ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Kastamonu nutkundaki söylediklerini unutmamalıyız:
“Ölülerden yardım istemek medeni bir toplum için uygun değildir. Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyada ve manevi olan hayatta mutluluk sahibi yapmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamı ile medeniyetin ışığı karşısında filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddî ve manevi mutluluğu arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum.
Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir.”
İsmail Saymaz, Şehvetiye Tarikatı(İstanbul: İletişim Yayınları, 2019)
Timur Soykan, Badeci Şeyh’in Sır Odası(İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 20