20. yy’ın başlarında, Osmanlı Devleti uzun süren çırpınışları sonrasında çökerken, aslında ardında büyük bir bataklık bırakıyordu. Bu büyük bataklık, ne yazık ki, içindekilerin hala çırpındıkları dışındakilerin ise çırpınan içerdekileri gütmeye çalıştığı Ortadoğu coğrafyası idi. Birinci Dünya Savaşı sonucunda ortada bir Osmanlı Devleti müsveddesi kalmıştı. Anadolu’nun çeperindeki, doğal kaynaklar açısından zengin, eski büyük medeniyetlerin merkezi olan topraklar dönemin «büyük devletleri”, 1. Dünya Savaşı galipleri, İngiltere ve Fransa tarafından hızlıca denetim altında tutulmaya başladı. Bugünkü Irak, Ürdün ve Filistin İngilizler’in; Suriye ve Lübnan Fransızlar’ın denetimi altındaydı.
Ortadoğu’nun «makus” talihi
Yakın coğrafyamızda, geçtiğimiz 100 yıl içinde anlatılması zor kitlesel trajediler yaşandı ve hala yaşanıyor. Irak 1920-1930 yılları arasında doğrudan İngiltere mandası altındaydı. 1932’de «bağımsız” bir devlet olarak Milletler Cemiyeti’ne katılan Irak üzerindeki «yabancı” etkisinin ortadan kalktığını, Irak’ın gerçekten «bağımsız” olduğunu söylemek mümkün değildi. Milletler Cemiyeti’nin kuracağı rivayet edilen «dünya barışı” 1930’lu yıllarda hızla bozuldu. Birinci Dünya Savaşı’nın olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı’nın da bu coğrafyada yıkıcı etkileri oldu. Irak, Almanya ve İngiltere arasında önemli mücadelelere sahne oldu. Suriye, fiili olarak İkinci Dünya savaşı sonrasına kadar Fransa mandası altında kaldı. Irak 1968-2003 yılları arasında Baas rejimi ile yönetildi. Suriye’de ise 1963’ten bu yana Baas Partisi iktidar.
Irak, geçtiğimiz 40 yıl içinde birçok «askeri” meseleyle yüzleşti. İran-Irak Savaşı, Kuveyt işgali, Körfez Savaşları, Saddam’a yönelik birçok «operasyon”, 2003 ABD’nin Irak’ı işgali, rejimin devrilmesi ve son olarak IŞİD terörü. Suriye ise bir «haydut devlet” olarak özellikle Soğuk Savaş’ın bitişinden itibaren, günümüzün «büyük güç”lerinin hedef tahtasına oturtuldu. 2010 «Arap Baharı” dalgası ile Suriye’nin yakın dönem kışı da başlamış oldu. İslamcı terör, bölücü terör, dış müdahale, işgal tehditi… Kısacası Irak ve Suriye halkları öyle ya da böyle gün yüzü görmedi. Bomba, silah, savaş, işgal, terör, hep kan hep gözyaşı.
Osmanlı Devleti’nin çürümüş mirasının bir parçası olmasa ve mevcut durum en azından Suriye ve Irak kadar trajik olmasa da İran’ın da pek aydınlık bir yakın geçmişi olduğu söylenemez. 1920’lerin ortalarından itibaren Türk modernleşmesinin örnek alınmasıyla hızlı bir modernleşme süreci yaşayan İran, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği ve İngiltere’nin nüfuz mücadelesinin önemli bir alanı olmaktan kurtulamadı. İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte Musaddık gibi millici kuvvetler ile Şah üzerinden ülkeye nüfuz etmeye çalışan emperyalist ABD arasında mekik dokuyan ülkede, 1979’da Şah tarihe gömülürken, tarifsiz bir Orta Çağ iklimi haküm sürmeye başladı. Bugün bir çelişkiler ülkesi İran… Bir yanda çok büyük bir medeniyet, diğer yanda bu medeniyetin radikal Şiilik ile garip bir cumhuriyet arasında sıkışması. Bir yanda anti-emperyalist politikalar, diğer yanda ABD’yi yegane özgür dünya olarak algılayan baskılanmış bir halk. Bu halk, kanlı bir «devrim” sürecinden sonra 8 yıl süren yıkıcı bir savaş ile boğuştu. (İran-Irak savaşı) Ardından, baş «haydut” olarak, «nükleer varoluş” iddiası nedeniyle müdahale ve işgal tehditi altında sürdürülen bir hayat.
Acı da olsa görülüyor ki on yıllardır Irak-Suriye ve İran’da barış, huzur, refah yok. Huzursuzluğun kaynağı çoğu zaman o «büyük devletler”. Kaynaklar üzerinde denetim kurabilme «davası” bazı halklar üzerinde bir şekilde tahakküm oluşturabilme çabasını beraberinde getiriyor. «Büyük devletler” elbette güçleri ölçüsünde ve muhattaplarının güçsüzlüğü ölçüsünde elbette, ya bölgeyi bizzat kendileri kana buluyor. Ya da buna cesaret edemedikleri zamanlarda da, post modern Orta Çağ’ın en büyük ortaklarını sürekli olarak birbirlerine düşürerek bölgeye müdahale edebilecek yolları canlı tutmuş oluyorlar. Kimlikler: Göz yaşı dinmemiş her coğrafyada olduğu gibi baş rolde. Ortadoğu’da Araplık-Kürtlük-Farslık-Türklük; Şiilik-Sünnilik ve Laiklik temel kırılma eksenleri. Ümmetlik ile yurttaşlık arasında mekik dokuyan halkların Orta Çağ’a yenik düşüşünün hikayesi bir yandan Ortadoğu. Modernleşemeden post modernleşmenin Ortadoğu halkları üzerindeki yıkıcı etkisi bugün yaşananlar bir yandan…
Tarih geri alınamaz
Tarihsel olarak ele alınırsa görülecektir ki, Osmanlı Devleti’nin sonunun gelmesi kaçınılmazdı. Osmanlı Devleti’nin çöküş «serüveni” aynı zamanda, benzer siyasi örgütlenmelerin başka ifade ile Avusturya-Macaristan ya da Çarlık Rusyası gibi diğer imparatorlukların çöküş süreci idi. Modernleşme sürecini Osmanlı Devleti’nden en iyi ihtimalle 200 yıl önce yaşamaya başlamış emperyal devletler (Başta İngiltere ve Fransa, ardından ABD) ve ulusal birliğini tamamlamasına koşut hızla sanayileşen Almanya ve İtalya sömürgeleştirme, yarı-sömürgeleştirme mücadelesi üzerinden çeperlerindeki bu imparatorlukları sıkıştırırken, diğer yandan ulusçuluk ya da sosyalizm tüm güçleri ile imparatorlukları içeriden kemiriyordu. Sonuçta, Birinci Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasında tarih bu kokuşmuş yönetimleri bir safra gibi içinden söküp attı. Osmanlı Devleti’nin tarihsel olarak «kaçınılmaz” olan sonu gelirken, Ortadoğu’yu on yıllardır huzur ve refahtan yoksun bırakan bu «makus talihi” tersine çevirmeye başaran ise, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi oldu.
Kurtuluş Savaşı ile, bugün üzerinde yaşadığımız bu ülkenin sınırları masa başında, cetvellerle değil; cephede top, tüfek hatta süngü ile çizilmiştir. Türkiye halkı kaderini kendi iradesi ile belirlemiştir. Kanı, canı ve yok olan nesilleri pahasına… Bu durum, nerdeyse bütün Ortadoğu için istisnai bir durumdur. Bu durum «vatan”ı salt «yurt” olmaktan öte, köklü bir tarih, ayakları bugüne basan parlak bir gelecek tahayyülü yapmaktadır. Vatan korunmalı, gerekirse savunulmalı, her geçen gün bir öncekinden daha yukarı taşınmalıdır. Çünkü vatan, kazanılmıştır. Kazanılmasının bedelleri ağır olmuştur.
Osmanlı Devleti’nde 2. Mahmut döneminde kademeli olarak başlayan, İttihat Terakki kadrolarıyla hızlanan modernleşme, aslında tam da Kurtuluş Savaşı döneminde hayat bulmuştur. Türkiye cephede savaşırken, kendisini doğurmuştur. 1922’de cephede kol kola savaşan kadın ve erkek henüz bu birkaç yıl önce aynı derslikte okuma yazma öğrenemezken çok sonra değil 1930’da, Anadolu’nun ücra köşelerine gidip kol kola öğretmenlik yapmıştır. 1920’de, emperyalist işgal altında 7 düvelle mücadele halindeyken kurulan yeni devlet 1923’te ete kemiğe bürünmüş «cumhuriyet” ismiyle taçlanmıştır.
Bu cumhuriyet değerlidir. Bu cumhuriyet ABD’nin Irak’a götürdüğü, Suriye’ye götürmeye çalıştığı demokrasiye benzemez. Bu cumhuriyet Sivas’ta, Erzurum’da, Amasya’da halkın gerçek iradesi ile kurulmuştur. Bu cumhuriyet, 600 yıllık bir hanedanlığı, kökü Ortaçağ’a dayanan 1400 yıllık halifeliği kesip atmış, çağı en canlı yerinden tutup yakalamıştır. Sanayide, sanatta, bilimde, siyasette şaşırtıcı bir ilerleme getirmiş, bu cumhuriyet sayesinde toplumsal alanın hemen her mecrasından hurafeler temizlenmiş akıl egemen olmuştur.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimi, Asya’dan Latin Amerika’ya kadar yakın tarihimizde birçok mazlum ulus için bir yol gösterici, bir umut kaynağı olmuştur. Bir yanda emperyalistlere karşı başarılı mücadele, diğer yanda toplumsal ilerleme. Cumhuriyet Devrimi, bu anlamda sınırlarını aşmıştır.
Evet, Cumhuriyet Türkiyesi çok darbe yemiştir. Demokrat Parti iktidarı, 1971 ve 80 darbeleri, islamcılık, bölücük, ekonomik krizler ve başka sorunlar. Evet, Türkiye bugün post modernitenin kötü huylu hastalıklarıyla mücadele etmektedir. Evet, Türkiye’de bugün hala masum insanlar ölmektedir, Haziran ayaklanmasında, Soma’da, Yüksekova’da… Evet, Türkiye’de bugün Orta Çağ dirilmektedir, zaman zaman umutlar tükenmektedir. Ama tarih geri alınamaz. Türkiye, asla Suriye, Irak, İran gibi olmayacaktır. Cumhuriyet Türkiyesi’nin alaşağı edilmeye çalışılan rüzgarı bile Türkiye’yi diri tutmaktadır ve tarih Türkiye’yi kemiren bu hastalıkların da bir safra gibi sökülüp atılacağını gösterecektir. Birlik, beraberlik, refah ülkümüz için umudumuz ve rehberimiz Cumhuriyet Devrimi’mizdir. Cumhuriyetimizin 91. Yılı kutlu olsun…