Konunun bilim felsefesi yönündeki önemine uygun olarak çok daha geniş çaplı irdelenmesinin gerektiği açıktır. Ancak makale boyutunda ele alış şeklinin izin verdiği ölçüde bu ve daha sonraki yazılarımda konuya değinmek istiyorum. Önce bilim kavramına bakalım…
Belli bir entelektüel düzeye erişmiş çoğu kişi bilim sözcüğü ile anlatılmak istenen konusunda uygulamadaki örneklemelere dayanan net görüşlere her zaman sahiptir.
Ancak bu kişilerden bilimin ne anlama geldiği bir «üst bir dil biçimi” olarak tanımlama yoluyla ifade edilmesi istendiğinde doğru bir cevabı bulmakta genellikle çok zorlandıkları görülür. Bunun nedeninin kaynağı ise, somut karakterinden dolayı pratik uygulamayı örneklendirmenin kolay oluşuna karşılık tanımlama sürecinin soyut üst dilselliğinden gelen zorluğunda yatmaktadır. Yani, soyutlama somutlanmaya göre daha ileri bir biçimsellik düzeyini temsil etmekte olduğundan zihni etkinlikte çok daha zorlanmalı bir süreç gerektirir.
Şimdi bu durumu, hem geniş olan ve hem de derin özelliğe sahip bilgi kümeleri olarak bilimler veya disiplinler diye adlandırdığımız alana yönelik değerlendirmelerde bir çıkış noktası olarak alalım. Somut uca sağın, doğal veya görgül (ampirik, deneysel, pozitif) diye adlandırılan bilimleri, soyut uca ise sosyal (toplum), beşeri (insan) veya tinsel (kültür) bilimleri koyalım. Buradaki somut-soyut kutupların sırasıyla sadelik-karmaşıklık dereceleri temel alınarak tanımlandığı düşünülürse ifade daha kolay anlaşılır hale gelir.
Öte yandan, insanların çoğunun genel olarak bu konudaki kanısı bunun tersidir. Yani pozitif bilimlerin daha zor olduğu özellikte olduğu yönündedir. Oysa bana göre olay bunun tam tersi olup bu genel kanı bir yanılmadır. Bunu destekleyen bazı göstergeler vardır. Örneğin, pozitif diye nitelenen sağın (ekzakt) bilimlerin önde gelen temsilcisi olan matematiğin pek çok gözde keşfinin henüz genç denilebilecek yaştaki matematikçilerce yapılmış olması olgusu bu durum için tipik bir kanıt olarak gösterilebilir. Bu da demek oluyor ki, gerçekte matematiği soyutlama sürecindeki hiyerarşi bakımından sosyal bilimlere kıyasla daha az birikim ile yapılabilecek bir etkinlik türü olarak görmek olanaklıdır. Başka bir deyişle, soyutlama hiyerarşisi dikkate alınarak yapılacak bir değerlendirmede biçimsel disiplinler ve doğa bilimlerinin insan bilimlerine göre daha az çetrefil olduğu görülür.
Bu temel saptamadan sonra şimdi bilim konusunun başka bir tartışmalı yönünü irdelemek istiyorum: Bilimlerde yöntem sorunu.
Bilim (bilimsel bilgi kümesi veya kümenin örüntüsü olarak kuram), şeylerin ve olayların neliğini, nedenselliğini, niçinini ortaya koyan mantık soruları kapsamındaki ele alışların sistematiğini kendine konu edinmiş iken, yöntem bilimler (disiplinler) kapsamındaki bilginin kazanılması işinin nasıl olması gerektiği yönündeki soruları cevaplamayı amaçlar. Kısaca ifade edersek; bilimsel konularda nedir sorusu ile betimlemeye ulaşılırken, niçin sorusu ile nedensellik dizisini açıklanır; nasıl sorusuysa yöntemi belirlemek içindir. Bu üç soruya alınan cevapların ağırlık (karşılık bulmuşluğun sayısı, derecesi anlamında) dağılımları bilimsel disiplinlerin temel karakterini belirler.
Nitekim bu mahiyette yapılacak diyalektik bir değerlendirme konuyu Dilthey’in Windelband’tan alarak benimsediği terimlerle idiyografik (betimleyici) ve nomotetik (yasa, kural, düzge koyucu) bilimler şeklindeki dikotomik tipolojilemeye vardırır.
Öte yandan, ne sorusu ile neden sorusuna verilecek cevapların güvenilirliği bizi iki farklı yöntem kullanmaya yöneltir. İlkinde, betimleme için sade, basit gözleme (deneye) ve gözlemin yeterli sayıda yinelenmiş olmasına gereksinim varken, ikincisinde, öngörmeyi sağlayan yasa koyucu bilimselliğin oluşturulabilmesi için mantıksal çerçeveye, bunun içinse neden-sonuç zincirini ortaya koyacak algoritmanın kurulumuna yönelik olasılıkçı veya belirlenimci yaklaşıma dayalı işlem yeteneğine gereksinim vardır.
Bu bağlamdaki bir görüşe göre zorlukları aşmak için sosyal (insan) bilimlere yöntemsel yaklaşımın doğa bilimlerine kıyasla hem daha çeşitlendirilmiş, hem de daha farklılaştırılmış olması gerektiği sonucuna varılır ki bu son yarım yüzyıldır bilim felsefesi ve bilim sosyolojisinin üzerinde hararetli tartışmalar yürüttüğü bir sorundur.
Görülüyor ki, doğa bilimleri için bilginin kazanılmasında genelde başvurulan yol olarak kabul edilen varsayımlı tümdengelimsel (hipotetiko-dedüktif) yöntemin sosyal bilimler için tek geçerli yöntem olması şeklinde bir kabulün asla mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. Ayrıca, doğa bilimleri için olması kaçınılmaz olarak görülen görgül karakterin ille de kültür bilimlerinde, sosyal bilimlerde aranması da zorunlu değildir. İşte bu noktada formel ve sağın bilimlerden kesinlik bakımından daha farklı bir bilim anlayışına gereksinim duyulduğu açıktır.
Gelecek yazımda bu hususu ele alacağım.