Türkiye’de Tarih Yazımı’nda Erken Cumhuriyet Dönemi Eleştirelliğine Dair Problemler

Tarih, yüzyıllardır toplumların kendi toplumsal mutabakatlarını sağlayabilmesi, kendi benliklerini oluşturabilmesi ve hatta siyasi motivasyonlarını inşa edebilmesi için bir araç işlevi görmektedir. Bu işlevi, özellikle modern dönemde yani modern devletler ve toplumların döneminde tarih’i ve tarih yazımını göz ardı edilemeyecek şekilde önemli hale getirir.

Artık 19.yüzyıl tarihçiliğinden sıyrıldığımız ve anlatı tarihçiliği yerine analitik tarihçiliğin daha ağır bastığı ancak anlatının da dışlanmadığı bir tarih anlayışının ciddi bir konsensusla benimsendiğini kabul edecek olursak, tarihçinin hiçbir zaman tam anlamıyla “objektif olamayacağı” gerçeğini teslim etmemiz gerekir. Zira özellikle de analitik tarihçiliğin “alamet-i farika”larından biri olan seçmeci olarak belge toplama ve bunları yorumlama meselesi başladığı an, aslında tarihçinin subjektif görüşleri de fotoğraf karesine girmeye başlar. Burada tarihçinin ve onun yaptığı çalışmanın saygınlığını koruyacak temel nüans, bu subjektifitenin ciddi anlam kırılmalarına yol açıp açmadığı ve bunun altında ciddi anlamda ideolojik bir motivasyon olup olmadığı sorusunun cevabıdır.

Türk akademisinde, 1980’lerin sonunda başlayan ve 1990’larda yükselişe geçen erken cumhuriyet döneme yönelik eleştirel bakışlı çalışmaların (“Post-Kemalist literatür”), 1990’larda ve 2000’lerde ciddi anlamda hegemonik hale geldi. Türkiye’nin birçok başat üniversitesindeki, siyaset bilimi, sosyoloji, tarih, iktisat ve uluslararası ilişkiler bölümlerinden post-kemalist ürünler çıkmaya başladı.

Türkiye’deki muhafazakar kesimle, sol-liberal (“İkinci Cumhuriyetçiler”) olarak ifade edilen kesimin önde gelen isimleri, “demokratikleşme sürecine katkı” adı altında bu literatürün ürünlerini ortaklaşarak ürettiler.

Ancak 2020’den itibaren özellikle sol-liberal (“İkinci Cumhuriyetçiler”) olarak adlandırılan kesim tarafından “post-post kemalizm” tartışmaları başlatıldı. Birikim Dergisi çevresinde gelişen ve daha sonra İletişim Yayınları’ndan çıkan Berk Esen ile İlker Aytürk’ün derlediği “Post-Post Kemalizm” adlı kitapta ilk defa “somutlaşan” bu tartışma, bir süredir Türk akademisinde devam etmekte. Ancak bir “paradigma değişimi”nden söz etmek için henüz erken.

Sol-liberalizmin (“İkinci Cumhuriyetçilik”) ideolojik yanlarının tartışmalılığı bir aşikarlık taşımakla beraber, tarih okuması yapma konusundaki “problematikliği” bir sır değil. Hatta ve hatta “Post-Post Kemalizm” adlı derleme kitapta bizzat İlker Aytürk’ün kaleme almış olduğu, “Post-Post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”başlıklı yazıda, Aytürk bu mesele hakkında post-kemalist literatürün ciddi bir eleştiri vermesi gerektiğini de vurguluyor. Ancak gelinen noktada o ciddi eleştiriye dair ne bir iz mevcut ne de nefes…

Tarihyazımı ve Tarihokumasının Göreceliliği:

1990’larda yükselen post-modernist yaklaşımın “tarih” kavramına bir “kurgu” olarak bakışı ne kadar problemli ise, tarih disiplini içerisinde çalışılan konuların, üretilen bilgilerin hatta yeniden üretilen bilgilerin de “kalıcı ve değişmez” olduğunu kabul etmek de problemlidir. Çünkü geçen yıllar ve özellikle tarih disiplini ile tarihçilerin içinden geçtiği süreçlerin bizlere yönelik en büyük öğretilerinden biri, subjektifte elementinin hiçbir zaman tarih yazımı ve okuması sürecinden soyutlanamayacağı gerçeğidir.

Zira, ne Ranke tipi tarihçiliğin iddia ettiği gibi, belgelerin bize salt bir gerçekliği aktardığının kabul edilmesi mümkündür ne de tarihçilerin tarihte yaşanmış hadiseleri bir “ayna” pürüzsüzlüğünde anlatması beklenebilir. Kaldı ki, tarih yazımında subjektifite elementinin var olması bir açıdan da hem söz konusu hadiseye daha geniş açıdan bakabilme imkanı sunar hem de sosyal bilimlerin en temel nosyonlarından biri olan insani dahlin tecellisi gibidir.

Ancak, bu tarihyazımında tahrifatçılığın, olayları ve olayların öznelerini yargılama kaygılarının ve anakronizmin ciddi sorunlar olmadığı manasına gelmez. 1930’larda Annales Okulu’nun itibar kazanmasıyla her ne kadar Analitik Tarih yazıcılığı, Anlatı temelli tarih yazıcılığının önüne geçmiş olsa da, her ne kadar ilerleyen süreçte subjektifite etmeni tarih yazımında dikkate alınan bir unsur haline gelmişse de bu 20 ve 21.yüzyıl tarih yazıcılığının halen tahrifatçılıkla, olayları ve olayların öznelerini yargılama kaygılarının baskınlığıyla ve anakronizmle ciddi derecede problemli durumdadır ki özellikle Türkiye’deki akademik yazında bu üç büyük problemin yansımalarına rastlanılmaktadır.

Özellikle 1980’lerden sonra ortaya çıkan 1990’larda yükselişe geçen ve 2000’lerde en güçlü haline ulaşan post-kemalizm tartışmalarında, tartışmayı başlatan kesimin temel motivasyonu, erken cumhuriyet dönemine yönelik yoğun eleştiriler getirmek ve hatta adeta “okları” oraya doğru çevirmek olunca, bu tartışmalardan çıkan ürünlerin de çoğu, ideolojik yüklü propaganda metinleri kıvamına büründü.

Bu noktada yukarıda belirtilen üç problemi de dikkate alarak, post-kemalist literatürün tarihyazımı ve tarih okumasındaki problemlerine genel olarak değinecek olursak şunları ifade edebiliriz;

  1. Eleştiri Motivasyonunun Problemliliği: Tarih, incelenecek birçok konu içermesine karşın, yargılanacak çok az konu ihtiva eder. Daha farklı şekilde ifade etmek gerekirse tarihte yaşanmış bir olayı, bir dönemi ve bu olayların ve dönemlerin öznelerini incelerken, bir “yargıç” havasıyla meselelere yaklaşmak, kendi çapında “bir yargılama” başlatmak, duyguların ve akademik olmayan motivasyonların sürece dahil olmasına ve sürecin sağlıksız bir tarih okuması ve tarih yazımına gitmesine ortam hazırlar.

Türkiye’de geçmişle “yüzleşmek” veya “hesaplaşmak” adı altında Türkiye’nin “demokratikleşememe” sorununa çözüm bulmak iddiasıyla başlatılan erken cumhuriyet döneminin kritikleri, tam olarak bu noktaya bağlanmıştır. Mesele hakikaten dönemin karakterini, ruhunu, şartlarını ve öznelerin davranışları altında yatan motivasyonu anlamaktan ziyade “yargılama” sürecine dönüştürülmüş hale gelmiştir. Türkiye’de güncele dair her meselenin köklerini 1920’li ve 1930’lu yıllarda arama çabasının bugün bizleri getirdiği noktanın gerçek sorundan odağımızın kayması olduğunu kabullenmediğimiz müddetçe akademik literatür gelişimi alanında ciddi bir yol kat edemeyeceğimiz açıktır.

  1. Kaynak Kullanımındaki Problemler: Modern tarihçiliğin kabullendiği dönemden itibaren anlayışla karşılamamız hatta “normal” olarak görmemiz gereken etmenlerden biri de tarihçilerin ve hatta sosyal bilimcilerin tamamının kaynak kullanma ve atıf yapma konusunda, kendi sübjektifliğinden kaynaklı seçmeci olabilmesidir. Ancak bu, tarihi meseleler konusundaki çalışmalarımızda da diğer sosyal bilim alanlarındaki çalışmalarımızda kaynak ve delillere hiçbir şekilde önem vermeden, kendi savımızı çalışmamızın merkezine oturtup, kendi savımıza uyabileceğini düşündüğümüz delil ve kaynakları savımızın etrafına doldurmak değildir.

Ancak Türkiye’de özellikle de erken cumhuriyet dönemine yönelik kritikler içeren çalışmalara yaptığımızda yoğunlukla bu perspektifin varlığıyla karşı karşıya kalmaktayız. Örneğin; 1930’larda çıkan bir dergide, sosyal darwinist görüşlere yer verilmesinden yola çıkarak 1930’lardaki devlet zihniyetinin ve Kemalist elitlerin zihninin sosyal darwinist fikirlerle şekillendiğini iddia edecek, oldukça fazla “yazarımız” var bugün.

  1. Anakronizm: Anakronizm, tarihyazımı ve tarih okumasındaki en ciddi hatalardan biridir. Güncelin değer yargıları ve zihin yapısını bundan yüzyıllar öncesindeki bir olayı veya bir kişiyi anlamak için kullanmanın işlevsizliği ortada iken, anakronizme düşülmesinin temel sebebi esasında, sav’ın argümanlarının güçsüz kaldığı noktada ona “güç ve işlerlik” kazandıracak “elementleri” sav’a eklemlendirme çabasıdır. Şartların, zihin yapısının vb. hususların önemsenmediği veya göz ardı edildiği bir bağlamda anakronizm, kaçınılmazdır.

Bütün bu etmenler esasında, Türk akademisi ve yazın dünyası için acı bir hicviyedir. “Hicviyedir” diyoruz zira, toplum olarak da entelijansiya olarak da yaşanmışlıklardan ders almamızın, benzeri hatalarda ısrar etmeyi “maharet” sanmamızın hiciv’e vurulacak bir tarafı vardır. Ancak öte yandan “Acıdır” da diyoruz; zira bir toplum, bir entelijansiya, geçmişteki hatalarını sürekli tekrar ederek ilerleyemez, ancak daha yozlaşabilir.

Yukarıda belirttiğimiz sorunları daha genişletmek, daha alt dallara ayırmak tabii mümkün. Bu “hatalar”ın ya da “problem”lerin hangi bağlamlarda ve neden ortaya çıktıklarını tartışmak da mümkün. Kaldı ki tartışılmalıdır da. Ancak, günün sonunda belki de hepimizin tarihi hadiselere bakarken ki algısını değiştirmek önem arz ediyor. Çünkü bir zamanlar ünlü bir tarihçinin de dediği gibi geçmişteki insanlar, bizler için daha doğrusu yıllar sonra onların tarihini yazmamız için yaşamadılar. Onlar kendileri için yaşadılar. Onların yaşadıkları bağlam da, bağlamın şartları da, ruhu da bambaşkaydı. İşte tam da bu sebeple, onları incelerken, bir “yargıç” gibi onların mahkumiyetlerine karar vermek için değil, onları anlamak için, onların eylemlerinde ve söylemlerindeki temel motivasyonu idrak etmek için çalışmaya mecburuz.

Eğer Türk akademisi ve Türk yazın dünyasındaki birçok isim, bir gün bu gerçeğin farkında varıp, yargıçlık cüppelerini sırtlarından atmaya karar verirse işte o zaman sağlıklı bir erken cumhuriyet dönemi ve Türk devrim tarihi muhasebesi yapmaya başlayabiliriz. Çünkü sorun esasında, bir döneme ve bir insana eleştiri getirmekten çok daha farklı bir sorun. Bugün, akademik dünyamızın ve yazın dünyamızın (istisnaların olmakla beraber) ciddi bir kısmının erken cumhuriyet dönemi ve onun en önemli figürlerine özellikle de Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik okumaları ve yakıştırmaları eleştirelliğin ötesinde ideolojik niyet yüklü “okumalar” haline gelmiştir ve problem de aslında burada başlamaktadır…

Ali ERGENDEDEOĞLU

Bunları da sevebilirsiniz