Türkiye – AB İlişkilerindeki Temel Sorun Ne?

Son aylarda Türkiye ve Avrupa Birliği (AB), karşılıklı olarak birbirlerine sıcak mesajlar veriyorlar. Fakat bu yanıltıcıdır. Çünkü hem AB; Türkiye ne yaparsa yapsın üye yapmamakta kararlıdır hem de Türkiye AB üyesi olmayacağını çok iyi bilmektedir.

Dahası var. Türkiye’de, AB’yle ilgili tartışmalarda üzerinde en az durulan konu, AB üyesi olunduğunda, egemenliğin ne kadar, ne ölçüde devredileceğidir. Öyle ya, üye devlet, kendisinin de içinde bulunduğu ulus üstü bir yapıya devredecektir egemenliğe ilişkin pek çok önemli yetkisini. Mesela gümrükler, mesela ulusal para birimi, mesela para basma yetkisi gibi…

Üye devletle AB arasındaki yetki paylaşımının sınırları her zaman tartışmalıdır. Ortak para birimi kabul edilmiştir ama ortak bir anayasa, ortak bir savunma ve güvenlik politikası, ortak dış politika gibi konularda pek yol alınamamıştır. Alınamadığının en son ve en somut kanıtı da Ukrayna – Rusya savaşında, AB içinde görülen çatlaklardır.

AB, ulus devletin başka bir forma evrilip evrilmeyeceğini tartışabilir. AB; birleşik, sıkı bir federasyona mı dönüşecektir yoksa gevşek bir konfederasyona mı? Bu da tartışılabilir. Eğer böyle olur ise üye ülkeler konfederal merkeze bağlı birer eyalet haline dönüşmeyi kabul edecekler midir? Böyle olmaz ise esnek bir yapıda, ulus devlet modelinin korunduğu, bir tür ulusal devletlerin birliği mi benimsenecektir? Federasyon ile konfederasyon arasındaki fark, Avrupa Birleşik Devletleri ile Birleşik Avrupa Devletleri gibi isimlere de yansıyacak mıdır? Tüm bunlar tartışılabilir.

AB; ortak bir anayasada ısrar etmemiştir, aldığı kötü sonuçlar üzerine. Kendince doğrusunu yapmıştır. Çünkü güçlü bir dirençle karşılaşmıştır. Görünür gelecekte bu durumun değişeceğine ilişkin bir işaret de yoktur. Kimilerinin kulağına çok hoş geldiği üzere, ülkeler Avrupa’sından yurttaşlar Avrupa’sına geçiş o kadar da kolay değildir. Bütünleşme süreci de o kadar kolay ilerlememektedir. Sürekli müzakerelerle gelişmekte, bazen hızlı, bazen yavaş ilerlemektedir.

Türkiye’yi AB kapısına bağlayanlar, “AB’ye giremezsek felaket olur” diyenler, tarih, coğrafya, iktisat bilgileri kıt kişilerdir. Çünkü bir devletin dış politikası, o devletin coğrafyasından ayrı düşünülemez. Türkiye; çok boyutlu, çok yönlü, çok katmanlı dış politika izleyebilecek bir ülkedir tarihi, coğrafyası, ticari ilişkileri açısından. Avrupa’da etkili olmak için Asya’ya sırtını dönmesi değil, tersine sırtını dayaması gerekir. O zaman ancak, batı karşısında eli daha güçlü olur. Çünkü hem doğulu hem batılı hem Asyalı hem Avrupalıdır Türkiye. Kültürel coğrafyası çok geniştir.

Çağdaşlığı Avrupalı olmakla bir tutmak, eşitlemek de yanlıştır. Eğer Avrupalı olmak için, Avrupa kıtasında toprak sahibi olmak gerekiyor ise Türkiye zaten Avrupalıdır. Yönünü Avrupa’ya dönmek gerekiyor ise Türkiye zaten Tanzimat’tan bu yana yönünü batıya çevirmiştir. Keza Osmanlı Devleti bir Balkan imparatorluğu olarak tanımlanır. Fakat Osmanlı ve Türkler, din açısından her zaman Avrupalının ötekisi olmuşlardır.

AB; Gümrük Birliği sayesinde (1995’te imzalandı, 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girdi) zaten ekonomik olarak Türkiye’den alacağını almıştır, halen de almaktadır. Gümrük Birliği’nin Türkiye aleyhindeki maddelerinin değiştirilmesine, güncellenmesine de sıcak bakmamaktadır. Çünkü bu sayede Türkiye’nin iç pazarı, gümrük rejimi, dış ticaret rejimi üzerinde büyük nüfuz elde etmiştir. Türkiye’nin mevcut halde en büyük dış ticaret ortağı olan AB; siyasi olarak da Türkiye’nin karşısında konumlanmaktadır. Terör örgütlerine verdiği destek, içişlerimize karışması, sözde soykırım iddialarını tanıması, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlarda hep Atina’nın yanında yer alması bunun kanıtıdır.

Özetle, Türkiye’nin AB’yle ilişkisi, bir mecburiyet veya bir bağımlılık ilişkisi değil, karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki olmalıdır. Türkiye, Avrupa kapısına bağlanmamalıdır. Üyelik vaadiyle kandırılmamalı, oyalanmamalıdır.

Bunları da sevebilirsiniz