Cumhuriyet, 100. Yılına Ne Sayesinde Gelebildi?

Türkiye Cumhuriyeti’nin tasavvuru 20. yüzyıl başladığı ilk on yılda oluşmaya, inşası ise Birinci Dünya Savaşının bittiği günlerde başlamıştı. Bu giriş cümlemizi açalım.

İmparatorluklar, Milli Devletler ve Çağlar

19. yüzyıl bittiği zaman imparatorlukların son kullanım tarihlerinin bitmiş olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak bu henüz herkesin anlayacağı kadar belirgin değildi. Her şeyden önce imparatorlukların kendisi bunu kabul etmeye hem hazır değildi, hem de yönetimlerindeki karar sahiplerinin ufku görebildikleri uzaklık yetersizdi. Dolayısıyla imparatorluklar bitmiş olan ömürlerini umutsuzca uzatmaya çabalıyorlardı.

Avrupa’da üç imparatorluktu bunlar; Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı. Hepsi de ne kadar büyük olduklarını, ne kadar önemli bir geçmişleri olduğunu düşünmekten uzaklaşamıyor, boş hayallerin arkasından sürükleniyorlardı. “İmparatorluklar Çağı” diye bir şey vardı, ama çağın değiştiği, daha doğrusu onların çağının bittiği gerçeğini anlayamamaktaydılar.

Anlamaları için büyük savaşın yenilgisi bile yetmeyecekti. Rus Çarlığı, Devrim sayesinde, yenilmekten ve yenilgiyle bunu anlamaktan kurtulmuştu! Ancak diğer ikisi büyük savaşın yenilgisiyle rezil olmalarına rağmen bile gene de kavrayamamışlardı. Bu yüzden kendileri açısından yapılacak bir şeyleri de kalmamıştı. Her türlü aşağılamaya ve olmadık şeylerin dayatılmasına maruz kaldılar.

Tarihin hızlandığı bu hengamede tarih bilinciyle süreci doğru okuyan bir Osmanlı subayı genç, hem imparatorlukla hayatın sürdürülemeyeceğini, hem de imparatorluk yerine daha dar ama gerçekçi bir çözüm olan milli bir devletle devam edilebileceğini düşünüyordu. Adı Mustafa Kemal olan bu genç subay, içinde bulunduğu şartların her aşamasında elinden geleni yaptı, söyleyebileceklerini söyledi, arkadaşlıklar kurdu, mücadele etti, savaştı. Telaşla hareket etmedi, gerektiği gibi davrandı, ama her geçen gün, ona yapacaklarının yollarının nasıl olduğunu gösteriyordu. Tarihin önemini kavramıştı. Tarihi hayatının bir parçası yapmıştı. Bu sayede ufkun ötesini görme yeteneğine sahip olmuştu.

Tarihimizdeki ipuçlarının yönlendirmediği ve götürmediği bir durum yoktu.

Her şeyin bir zamanı vardı.

1905’lerde örgütlenmenin gereği gelmişti ama nihai hedef için değildi.

Mustafa Kemal’in Suriye’deki sürgün günlerinden çıkardığı ders, milli devleti kurmaktır. Çünkü imparatorluğu artık ayakta tutmak imkansızdır. O günlerde birlikte olduğu okul arkadaşı Ali Fuat’a göre Mustafa Kemal “Türk devleti” fikrini daha Şam’da iken tarif etmiş ve bu konuda şunları söylemiş: “Dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan, önce bir Türk devleti çıkarmaktır.”1 Bunun için yapılacakları ise, şöyle anlatır: “Meşrutiyet köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gövdesi üzerine değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde oturtulmak, düşmanlarının, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, ihtilal idaresi kendi başına bir Türk devleti kurmalıdır.”2 Bu sözler, milli bir devleti tanımlamaktadır. Peki milli devletler, kralların, imparatorların, şahların, padişahların, sultanların yönetiminde mi olur? Elbette hayır! Milli devletler, hem milletleri yaratır, oluşturur, hem de hükümdarları sırtından atar. Bunun ne olduğunun adını herkes bilmemekte, ama Mustafa Kemal bilmektedir.

Savaş yıllarında ise bütün imparatorluğu bütün kıtalarda savunmanın hem yanlış, hem de imkansız olduğunu düşünüyor ve görüyordu. Zamanın dirayetli başbakanına bundan söz ettiğinde Talat Paşa ona uyarıda bulunmuştu: “Bunu başka yerde söyleme, seni asarlar.”3

O zaman yapılamayan, hatta söylenmesi bile sakıncalı olan şey, günü geldiğinde tartışılmaksızın bile zaten yapılacaktı.

Yenilgiden Zafer Çıkarmak İçin Milli Devlet ve Cumhuriyet

Cumhuriyetin inşasının savaş “bittiği” günlerde başlamasından söz ettik. Bu konu da şöyle:

Mondros Mütarekesi ile (30 Ekim 1918) Osmanlı – İtilaf devletleri arasındaki savaş bitmiş, bitirilmişti! Oysa Mütareke’nin metnini imzalanmasının ertesi günü okuyan Mustafa Kemal Paşa için savaş bitmemişti, o savaş böyle bitirilemezdi. Hemen, görev alanında her yere Mütareke şartlarına uyulmamasını emretmiş, terhisin durdurulmasını sağlamış, silah ve mühimmatın teslimini önlemişti (1 Kasım 1918). Savaş devam edecekti, ettirilecekti. Mustafa Kemal Paşa’nın Mütareke konusundaki görüşü ve uygulamaları, İstanbul’daki bir grup paşa tarafından doğru bulunmak ve onaylanmak bir yana, bütün Anadolu’da da benimsenmiş ve yayılmıştı. Öyle ki, Mütareke’nin yarattığı infial rüzgarı, 2 Aralık 1018 günü Vilayatı Şarkiye Müdafaaayı Hukuku Milliye Cemiyeti kuruluşuna ve ilk bağımsızlık kararları almasına yol açmıştı.

Böylece, ve bunların sonucu olarak, Kurtuluş Savaşı fiilen başlamış, Hatay’da Fransızlara karşı ilk kurşun sıkılmıştı (19 Aralık 1918).4

Savaş devam edeceğine göre savaşın bir merkezi, kumandanı, kurmayı, sahibi, yöneteni, sorumlusu olacaktı. Bu, “İstanbul” olamazdı, yönetim Mondros’u imzalayanlardaydı. “İstanbul” ne yazık ki boyun eğenlerin başkentiydi. Bu İstanbul’da da olamazdı, çünkü İstanbul işgal altındaydı. Bu merkez bağımsız olmalı, bağımsızlık istemeliydi. Yabancı askerlerin hakim olduğu bir kent bağımsız olmadığı gibi, bağımsızlık da isteyemezdi.

Türklerin sorunu, zaten Osmanlı devletiyle değil, Türk milli devletiyle çözülecekti.

O zaman Anadolu’da bir merkez, bir kurum, bir yönetim yaratılacaktı. Bu ise bir kişi ya da kişiler topluluğu değil, yönetimlerin en moderni, en iyisi, en gelişmişi, en ilerisi, en mükemmeli olmalıydı. Mustafa Kemal Paşa’nın daha 1919’da belirlediği “milletin kaderini milletin kararı ve direnişi kurtaracaktır” diye yazacağı ilkeye5 göre, merkez, “millet” olacaktı. Bunu gerçekleştirmek için milleti temsil eden bir “millet meclisi” bu görevi üstlenebilirdi.

Üstelik Meclis, milletin temsilcilerinden oluşacağı için milletin iradesini temsil edecek ve tam manasıyla meşru olacaktı.

Evet, Cumhuriyet kurulacaktı, kurulmalıydı. Cumhuriyet bağımsızlık için, milletin iradesi için tek seçenekti.

Kasım ayı sonuna doğru İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa,6 İstanbul’da bir şey yapılamayacağını anlayacak, mücadelenin Anadolu’da yürütülmesine karar verecekti. Plan ve hazırlık yaptı. Güvendiği arkadaşları ile toplantılar düzenledi. 15 Mayıs 1919’da veda ziyareti yaptığı Genelkurmay’da, Cevat Paşa ve Kâzım Paşa ile birlikte “Üçlü Misak”ı imzaladı. Buna göre bu üç paşa, bağımsızlık için mücadeleye ant içti. Millete gidilecek, mücadeleye Anadolu’da önderlik edilecekti.

Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da Samsun’a “görevle” geldiğinde görevini bıraktı,7 ayağa kalkan Anadolu’nun başına geçti. Tamim ve Kongreler (Amasya, Erzurum, Sivas) süreci, Ankara’da noktalandı. Kurtuluş Savaşını yönetecek Meclis Ankara’da kurulacak, milli irade orada hayata geçirilecekti. Bu aslında Cumhuriyet demekti, çünkü padişahın iradesi böylece sona erdiriliyor, “hakimiyet bilakaydışart milletin” oluyordu. Milli mücadelede yanında olan, paşasından erine, aydınından köylüsüne kimse bunları tartışmıyordu. Demek ki, milli mücadele için Cumhuriyete, milli iradeye kimsenin itirazı yoktu. Ne zaman ki, 29 Ekim 1923’te, Türk milletinin zaferi dünyaya duyurulacak ve Cumhuriyet ilan edilecekti, işte o zaman Osmanlılıktan zihnen kurtulamamışlar, padişaha bağımlılığını silip atamayanlar mırıldanacaklar, kendilerini daha fazla gizleyemeyeceklerdi.

Ama onlar için artık çok geçti, tarih sorunu çözmüştü, Cumhuriyetin karşısında kimse duramazdı. Açık düşmanlarının etkili olmadığı şartlarda saklı-gizli karşıtlar artık karşı bile çıkamazlardı. En yakınındakiler karşı çıkamayışlarını “bize neden sorulmadı” durumuna indirmişler, “böyle aniden olur mu”8 gibisine söylenmekle yetinmişlerdi!

Yenilgiden Zafere: Tarih, Tersine İlerliyor!

Bu aradaki ve sonraki süreci kısaca özetleyelim:

Mudanya Mütareke Antlaşması (11 Ekim 1922), işgalcilerin yenilgiyi kabul ederek ateşkese razı olmalarıydı. 1 Kasım 1922, saltanatın Ankara tarafından kaldırılması, 17 Kasım 1922, sakıt padişah Vahdettin’in bir İngiliz gemisiyle kaçırılışı olacaktı.9

Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923), işgalcilerin Türklerle savaşta yenilgiyi kabul ederek savaşı bitirmek için barış yapmasıydı. Yenilen taraf içinde bulunan Türkler, ama o taraf içinde bir tek Türkler, bitirilmeyen büyük savaşın sona erdirilmesi olarak savaşın galibi, barışın sahibi olmuşlardı!

Buna, İstanbul’un ve hanedanın devreden çıkışının onaylanması ve Ankara hükümetinin meşruiyetinin tanınması eşlik etmişti. Büyük Savaşın galibi, ancak Türklerle savaşta yenilen İtilaf devletlerinin “Mütareke İstanbul’u”, onlar için muhatap alınmaktan çıkmıştı. Misakı Milli, zaten sınırları belirlemekte, milli devleti ortaya koymaktaydı. Adı anayasa olan Anayasa’nın, 20 Nisan 1924 tarihinde devlet olarak gerekli olanın ortaya çıkarılışıydı, son noktaydı.

Cumhuriyet’in İlanı için 29 Ekim gününün belirlenmesinin bir nedeni vardı. Mondros Mütarekesi bir “30 Ekim” günü imzalanmıştı. O günden önce olmalıydı, “geçerli olması” bakımından! Simgeseldi ama Mustafa Kemal için önemliydi, İtilaf devletlerine sizin mütarekenizden önce bizimki gelir demek istiyordu! Böyle mesajlar, muhatap olanlar için anlaşılmaz, farkedilmez olamazdı! Onlar her şeyi anlamışlardı!

Cumhuriyet’in Teminatı Olarak Altı Ok

Görünüşte işler bitmiş gibiydi. Kazanmıştık, savaş, zafer ve barış bizimdi. Devlet kurulmuştu ve çalışmaktaydı. Eski Rejim sona ermiş, milli devlet kurulmuş, Misakı Milli olduğu kadarıyla gerçekleştirilmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş ve Cumhuriyet dünyaca tanınmıştı.

Ezilen dünya sevindirilmişti.

Yeni bir çağ açmıştık.

Ancak devrimin önderine göre her şey asıl şimdi başlıyordu.

Cumhuriyet ilelebet payidar kalacaktı! Millet olacaktık! Bağımsızlığımızı koruyacaktık! Siyasi bağımsızlığın yanında ekonomik bağımsızlık da olmak zorundaydı! Yabancıların elindeki alanlar millileştirilecekti! Tarımı verimli kılacak, sanayileşecektik! Laiklik önemliydi! Başlamış devrim sürdürülecekti!

Bunlar nasıl gerçekleşebilirdi.

Bütün bunlar için belirlemeler yapıldı.

Cumhuriyet’in ilanından sonra “Millet Meclisi’nin üçüncü dönem toplantılarının açılmasından önceki günlerde, 15-20 Ekim 1927 günlerinde Ankara’da” yapılan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) kongresinde “Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık”, partinin ilkeleri olarak benimsenmişti. “Adına üçüncü kongre denilen ikinci parti kongresi de, 10 Mayıs 1931 tarihinde” toplandığında bu dört ilkeye, “Devletçilik” ve “İnkılapçılık” da eklendi. İlk defa o günlerde sayıca altı olan ilkelere “Altı Ok” denecekti.

Altı Ok’un her birinin tarihimiz içinde yeri vardır. Bu yüzden Altı Ok’un tarihi o günlerden başlamamıştır. Zaten “Ok”ların aşağı yukarı hepsi demokratik devrimlerin ürünleri, modernitenin ve çağdaşlığın kavramlarıdırlar.

Cumhuriyetçilik, 23 Nisan 1920’de Meclis’in açılmasıyla kurulmuş, millet egemenliği saltanatın yerini almıştı. Ama Cumhuriyet, bu biçimsel değişiklikten ibaret değildi; gerilik, eski olanlar, feodal ilişkiler ve Orta Çağ kurumlarının tasfiye edilmesi de Cumhuriyet’in kurulmasına dahildi. Ve bunların 19. yüzyıl boyunca mücadelesi verilmişti, örneğin, Jön Türklerin mücadeleleri, Birinci Meşrutiyet.

1920’den sonra da devam edecekti.

20. yüzyılda bu mücadele sürdürülmüştü. Örneğin, özgürlük mücadeleleri, halk ayaklanmaları, İkinci Meşrutiyet (1908), 31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılması (1909), iktidar olmak vb.

Milliyetçilik, o günlerde ve yıllarda bir milletin yaratılması ve emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verilmesiydi. Bizdeki kökü Jön Türkler hareketindeydi, 19. yüzyıldaydı. Avrupa’da ise bütün milli devletlerin ideolojisiydi.

19. yüzyılda artık savunulacak bir vatanımız vardı. “Vatan”ımızı sahiplenmiştik.

Halkçılık, 13 Eylül 1920’de “Halkçılık Programı” olarak Mustafa Kemal’in imzasıyla Bakanlar Kuruluna “Anayasa tasarısı” olarak sunulmuştu. Bu program, 1921 Teşkilatı Esasiye’sinin ön metnidir. Rus Narodniklerinden esinlenilmiş, Sovyet Devriminden alınmış gibi görünmesine rağmen, Halkçılık Programı’nı yazan Mustafa Kemal’in elinden çıkmıştı. Devrimin gereğiydi.10

Devletçilik, devlet uygulaması olarak kökünü Osmanlı idari yapısından almaktaydı. Avrupa feodalizminin aksine Osmanlı’daki feodalizm merkeziyetçi bir sistemdi. Zaten Doğu’nun bütün büyük devletleri merkeziyetçi ve kamucuydu. Bu yüzden hem Osmanlı geleneği, hem de bir mensubu olduğumuz Doğu devlet yapılanması, Türkiye’yi buna çekiyordu. 20. yüzyılın 20’li yıllarından sonra da dayatan öznel ihtiyaçlardan ve topludurumdan (konjonktür) ortaya çıkan sonuç da Türkiye’yi zaten buna mecbur bırakıyordu. Türkiye’de devletçilik, kamu girişimlerinin belirleyiciliği ile plandı.11 19. yüzyılda güçlü devlet ve kamuculuk, Avrupa’daki devletlerin de kendilerini koruma güdüleri olarak buna yaklaşmasını sağlamıştı.

Laiklik, esas olarak Aydınlanma mücadelesinin ürünü ve sonucu olmakla birlikte, Osmanlı devlet sistemi önemli ölçüde laikliğe açıktı. Osmanlılar ve ona kalıt (miras) olan Türk devletlerinin hiç biri din devleti olmamıştı. Kaldı ki laiklik, Yeni Osmanlılardan başlayarak Türkiye tarihinde kendine bir yer, bir alan bulmuştu. Toplumsal ihtiyaç olarak sürekli gelişme gösterdi. Jön Türklerin elinde siyasal mücadeleye girdi. İslam dünyasında bir ilk olacak şekilde, Cumhuriyet dönemindeki yasal gelişme çizgisi, 1924-37 yılları üzerine dizildi.12

Türkiye’de laiklik, bilime dayanmak ile aynı zamanda toplumsal eğitimdi. Bu nedenle Devrim eğitime önem verdi. Daha Kurtuluş Savaşı devam ederken, hatta en kritik günlerinde Ankara’da Maarif Kongresi toplandı (15-21 Temmuz 1921). Sonraki yıllarda eğitimin birleştirilmesi (Tevhidi Tedrisat) ve okuma-yazma seferberliği de yapılacaktı. Yazı Devriminin birinci amacı eğitimdi. Ortaöğretim için yazılan Tarih kitapları, Türk Tarih Tezine13 göre hazırlanmıştı. Üniversite, Darülfünun olmaktan çıkarılıp modern ve çağdaş yapıya kavuşturuldu.

İnkılapçılık ise, yapılan pratiğin, yürütülen mücadelenin siyasal adıydı. Programın nasıl gerçekleştirileceğini göstermekteydi. Çıkış noktası, isyandı. Açıklanması, “Gençliğe Hitabe” ve “Bursa Nutku”ydu. İnkılap bir kere başladı mı, devam ederdi, etmeliydi. Nereden mi geliyordu? Batıcı-Tanzimatçı devlet çizgisi ile sıfatı “müstebit”e çıkmış padişahları hedef alan mücadeleler inkılapçılık değil de neydi? Her türlü baskıyı ve hatta ölümü göze alan Jön Türkler, yok edilmeye çalışılan Mithad Paşalar, Namık Kemaller boyun eğmeme geleneğini sürdürmüşler, yaşatmışlardı.

Cumhuriyet’in Geleceği ve Altı Ok

Altı Ok’un her bir ilkesi, yalnız o günlerin ihtiyaçlarını karşılayan siyasetleri ifade etmiyordu, aynı zamanda sonraki, hatta bugünkü sorunlar için de bir önlemdi, çareydi, çözümdü, “Türk Devriminin ve anayasasının esaslarını” özetlemekteydi. Nitekim, yakın tarihimizde geriye atıla atıla unutulmaya yüz tutmuş Altı Ok, 2000’li yıllara doğru hatırlanacak ve Cumhuriyet’e karşı Osmanlıcılık, bağımsızlığa karşı Batıya teslimiyet, halkçılığa karşı şirketler-holdingler hakimiyeti, devletçiliğe karşı özelleştirmeler, laikliğe karşı tarikatlar ve irtica, inkılap yerine karşıdevrimcilik için sarılınması gereken devrimci politikalar olacaktı. Çünkü Altı Ok’un her bir ilkesi zıddına dönüşmüştü.

Türkiye Cumhuriyeti kendisini en doğru, en iyi, en anlaşılır şekliyle anlatmak istese herhalde Altı Ok’u kullanırdı. Altı Ok, Türk Devriminin hedefidir, yoludur, açıklamasıdır, stratejisidir, siyasetidir.

Bunlara rağmen Altı Ok Atatürk’ün ölümünden sonra “inkılapçılığın” zayıflamasından ve Batı dünyasına yakınlaşma sürecine girildikten sonra tartışılmaya, daha sonra da adı olmakla birlikte uygulanmamaya başlamıştır. Hem CHP programında, hem de Anayasa’da bulunan Altı Ok, metinlerin sayfaları arasında bırakılmıştır. 1961 yılında yeni bir anayasa yapılırken de Anayasa’da yer almamasına “özen” gösterilmiştir. O zamandan beri Altı Ok, CHP programı ve arması olarak göstermeliktir, çünkü CHP artık Cumhuriyet Devriminden kopmuştur. Ama daha önemli olarak Altı Ok, anayasal bir ilke olarak terkedilmiştir.14

Başlıktaki sorumuzu yanıtlandıralım; Cumhuriyet bugünlere Altı Ok sayesinde gelebilmiştir. Atatürk’ün Türkiye’sinde Altı Ok’un ilkeleri ve uygulamaları Cumhuriyet’e öyle köklü bir yapı kazandırmıştır ki, ilkeler tersyüz edilmelerine ve karşı çıkılmalarına rağmen kazanımları ve izleri hala yok edilememiştir.

Türkiye Cumhuriyeti hem Büyük Fransız Devrimidir, hem de Sovyet Devrimi. Böylece iki yüzyılı da kendinde birleştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti geleneğin kaynağına bağlı olduğu gibi, aynı zamanda da yenidir. Bu yüzden 21. yüzyılda da Türkiye Cumhuriyeti’nin Altı Ok’a ihtiyacı vardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ifadesi olan Altı Ok, Türk tarihinden süzülmüş bir öz, Türk Devriminin gerçekliği ve gerçekçiliği olan değerler toplamıdır. Altı Ok, tarihimizden gelmedir, geçmişimizden çıkmadır, yerlidir, bize özgüdür, ancak bizim gibi olan ve olmayanların hepsine, dünyadaki her ülkeye uyan bir örnektir.

Üstelik, Altı Ok, bugünkü ABD merkezli küreselleşen dünyada yalnız Türkiye’nin ihtiyacı ve gerekli programı değildir, milli devletlerin yıkıma uğratılmak istendiği bu yaşadığımız süreçte bütün ezilen dünyanın, bütün sömürülen ülkelerin de ihtiyacı olan programdır. Altı Ok, aynı zamanda, emperyalizmin baskısına ve saldırısına karşı ayakta kalmanın, emperyalizmin planlarını boşa çıkarmanın programı olarak ezilen dünya için evrenseldir!

Dolayısıyla Altı Ok, emperyalizm çağında her zaman ve her herde geçerlidir. Özellikle bugünlerde geçerlidir, özellikle parçalanması istenen ve amaçlanan bütün milli devletlerde geçerlidir.

Cumhuriyet ve Altı Ok, birbirine bağlıdır.15

Ve Cumhuriyet 100 yılı aşkın bir geçmişe sahip olmasını kendine özgü, benzeri olmayan Altı Ok ilkelerine borçludur.

Cumhuriyet’i bugüne getirdik, ancak bundan sonra da yaşamasını, hep yaşamasını istiyorsak Altı Ok’a tekrar dönmemiz gerekmektedir. Cumhuriyet’in dayanağı olarak Altı Ok’u tekrar milletin kan dolaşımına sokmalıyız.

Türkiye, Altı Ok’a tekrar sarılacaktır.

NOTLAR

1Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, cilt 1, Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ, İstanbul 1997, s. 9; akt. Ercan Dolapçı, “Büyük Devrimcinin Not Defterinden / Mustafa Kemal’in Suriye Günleri”, Aydınlık, 13 Kasım 2022, s. 8.

2 Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, cilt 2, s. 153; akt. Dolapçı, aynı makale.

3 “Çünkü o dönemin zorlu şartlarında imparatorluk toprağının bir parçasını bırakmayı düşünmek bile vatana ihanetle aynı görülecek durumda olan bir şeydir. Sonuçta, imparatorluktan vazgeçip bir milli devlet tasarlamak, o günlerde kimsenin dile getirmesi, savunması ve nihayetinde yapabileceği bir şey değildir.” Bkz. Alp Hamuroğlu, “Türk Devrimi, Cumhuriyet ve Misakı Milli / Devlet, Milli Devlet ve Milletin Ölçeği – 3”, Teori, sayı 404, Eylül 2023, s. 67 (yazının tamamı 65-76).

4 Hatay’ın Dörtyol yakınlarındaki Karakese köyüne saldıran Fransızlara karşı 19 Aralıkta silahlı direniş “ilk kurşun” atılarak başlamış, on beş Fransız askeri öldürülmüştür. Bu da örgütlü direnişin fiili olarak ateşlenmesi anlamına gelmekteydi.

5 Bu ifade sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın 21 Haziran 1919 gecesi yazacağı Amasya Tamimi’nin üçüncü maddesi olacaktı.

6 İstanbul’a vardığı ve Boğaz’a demirlemiş bulunan İtilaf devletlerine ait donanmayı gördüğü zaman Mustafa Kemal Paşa ünlü “Geldikleri gibi gidecekler” sözünü etmişti.

7 Mustafa Kemal Paşa’nın bölgeye gönderilme nedeni, Türklerin silahlanarak çatışmalara girmeleri, görevi, Türklerin silahsızlandırılmasının sağlanması ve gruplaşmalarının bastırılmasıydı. Sonuçta olaylar sonuçlandırılacaktı. Gerçekte çevrede silahlı Rum çeteleri Türk köylerine saldırıyor, kıyım yapıyor, Türkler de kendilerini korumaya çalışıyorlardı.

8 Bu tür söylemler, Mustafa Kemal’in 28 Ekimde “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” demesinden kaynaklanmış olmalıdır.

9 Kendilerine bağlı padişahın İngiltere’ye beni kurtarın diye başvurması üzerine bir İngiliz savaş gemisi onu alıp Malta Adasına bıraktı. Vahdettin, bırakalım İngiltere’ye ya da bir “devlet”e götürülmeyi, bir Akdeniz adasında terk edilmişti!

10 Halkçılık ilkesi konusunda geniş bilgi için bkz. Teori, Kapak: Kemalizmde Halkçılık, sayı 107, Aralık 1998, s. 3-53.

11 Türkiye’de devletçilik konusunda ayrıntılı bilgi içik bkz. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, Savaş Yayınları, Ankara 1982; Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi / Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2012, 4. Bölüm (s. 299 vd.) ve 8. Bölüm (s. 387 vd.); Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Birinci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1966, s. 393-414; Tevfik Çavdar, Türkiye’de Liberalizm (1860-1990), İmge Kitabevi, Ankara 1992, s. 211 vd.

12 3 Mart 1924, Halifeliğin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekaletinin iptal edilmesi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulması; 30 Kasım 1925, tekke ve zaviyelerin kapatılması; 17 Şubat 1926, Medeni Kanun; 22 Ekim 1927, CHF Nizamnamesi’nin kabul edilmesi, 10 Nisan 1928, Anayasa’ya laiklik ilkesinin konması; 1 Kasım 1928, Latin alfabesinin kabulü, 13 Mayıs 1931, laikliğin CHF Kurultayında parti programında yer alması, 1932 ezan ve kametin Türkçe okunma zorunluluğu; 26 Kasım 1934, eski lakap ve ünvanların kaldırılması; 3 Aralık 1934, “Bazı Kisvelerin Giyilmeyeceğine Dair Kanun”; 27 Mayıs 1935, pazar gününün tatil günü yapılması; vb.

13 Bu konuda etraflı bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, “Batı’nın ‘Üstünlüğü’ ve Uygarlık – 1 / Merkezcilik, Sömürgecilik, Oryantalizm, Irkçılık” ve “Batı’nın ‘Üstünlüğü’ ve Uygarlık – 2 / Tarih Tezinde Türkler, Avrupalılara Göre Türkler ve Emperyalizm”, Teori, sayı 370, Kasım 2020 (s. 50-63) ve sayı 371, Aralık 2020 (s. 33-48). “Türk Tarih Tezi” konusunda bkz. “Tarih Tezinde Türkler, Avrupalılara Göre Türkler ve Emperyalizm”, s. 42-44.

14 Bu sürecin ve öncesinin ayrıntılı bir şekilde özetlenmesi olarak “Altı Ok Anayasa’ya Neden Girmişti? Ankara’da Bir Alman Hukukçu ve Sonrası” başlıklı yazımıza bkz. Teori, sayı 313, Şubat 2016, s. 60-69.

15 “Altı Ok Anayasa’da -CHP Programından Cumhuriyet’e Teminat Olmaya-“ başlıklı Şubat 2020 tarihli yazımıza bkz. http://dagarcikturkiye.com/2020/02/01/alti-ok-anayasada-chp-programindan-cumhuriyete-teminat-olmaya/ (ya da Dağarcık Türkiye / 2020-2021, DT Yayınevi, İzmir 2021, s. 134-149).

Bunları da sevebilirsiniz