Mondros’tan Misakı Milli’ye, Misakı Milli’den Sevr’e, Sevr’den Lozan’a

İsviçre’nin Lozan kenti uluslararası siyasal antlaşmalar için geleneksel bir toplantı yeri haline gelmiştir. Bunda İsviçre’nin bağımsız ve tarafsız bir ülke olarak tanınmış ve bilinir olmasının önemli bir payı vardır.

Lozan kentinde birçok tarihte, birçok ülke arasında, birçok konuda antlaşma yapılmıştır. Biz bunların içinde devrim Türkiye’sinin bağımsızlık savaşının kazanılması üzerine yapılan bir barış antlaşmasının üzerinde duracağız.

Bu Temmuz ayında 100. yıldönümünü kutladığımız Lozan Barış Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu yerine kurulan yeni Türkiye devletini tanıyan bir barış antlaşmasıdır. Ve bu yönüyle Türkiye Cumhuriyeti için tarihin başlangıcı gibi bir rolün neredeyse nedeni olmuştur. Çünkü Cumhuriyet, Ekim ayında, Lozan’daki zafer anlamına gelen mutabakat üzerine ilan edilmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonunda çok sayıda barış antlaşmaları yapıldı. Büyük Savaş, o zamana kadar yaşanmamış derecede geniş ve kıtalar arası bir savaşlar bütünü olduğundan, barışı, ülkeler sayısı bakımından çok sayıda ülkeyi kapsamakta ve ilgilendirmekteydi. Bu yüzden Cihan Savaşı bittiğinde, sırasıyla, Almanya’yla Versay [7 Mayıs 1919], Avusturya’yla Saint Germain [10 Eylül 1919], Bulgaristan’la Neuilly [27 Kasım 1919], Macaristan’la Trianon [4 Haziran 1920], ve en son Osmanlı devleti ile Sevr [10 Ağustos 1920] antlaşmaları yapıldı. Bunların hepsi üç-beş devlet arasında değil, savaşta taraf olmuş, savaşa şu veya bu şekilde bulaşmış çok sayıda ülkenin katılımıyla yapılmıştı. Örneğin, her antlaşma en az on ülke tarafından imzalanmaktaydı.

Tarihin ilginç kıldığı bir gerçek, bu antlaşmaların hepsinin kısa bir zaman içinde geçersizleşmiş olmasıydı.

Bunların arasında bir tek Sevr “Barış Antlaşması”, sadece ilk ortadan kalkan olmakla kalmamış, ona karşı ve onun yerine yapılan başka, bambaşka şartlarla imzalanan bir barış antlaşmasıyla yer değiştirmiş, kendisi de yok olmuştur.

Lozan Barış Antlaşması, işte o antlaşmadır. Ve süreklilik kazanmıştır, halen de yürürlüktedir, devam etmektedir, üstelik, savaş sonrasında imzalananlar arasında bugün de geçerli olan tek antlaşmadır.

Bazı sorular sormak yerinde olacaktır.

1919 ve 1920 yıllarındaki bütün savaş sonu “barış antlaşmaları” neden geçersizleşmiştir?

Ve Avrupa ülkeleri neden barışa yönelmeyi bırakıp yeni bir savaşa hazırlık ve silahlanma dönemini girmiştir?

Bu soruların yanıtları için yapılan barış antlaşmalarının özellikleri üzerinde durmak gerekir.

GEÇERSİZLEŞEN BARIŞ ANTLAŞMALARI

Cihan Savaşı sonunda geçersizleşen bütün barış antlaşmaları, barış için değil, yenilenleri adeta ezmek için yapılmıştır. Şöyle ki, bu antlaşmaların şartları yenilen ülkeler açısından kabul edilemez kadar ağırdı ve “cezalandırıcı” nitelikteydi. Sanki ‘neden bizle savaştın’ deniyor gibiydi. Yenilen ülkelerin toprak kayıpları yanında, ödenmeleri mümkün olmayan miktarlarda savaş tazminatı da ödemeleri gerekiyordu. Başka milli duyguları zedeleyen şartlar bile dayatılmıştı. Yenen ülkeler, başta İngiltere ve Fransa, ‘bu şartlar kabul edilmesin’ diyor gibiydiler. Nitekim öyle oldu, bütün yenik ülkeler, imzalandığı günlerde değil ama, sonra, çeşitli tarihlerde “böyle, barışa razı değiliz” dediler.

Haklıydılar, nitekim barış şartlarını hazırlayan galip ülkeler arasında bile böyle ezici maddelerle barışın sağlanması mümkün değil diyenler vardı. İngiltere ve Fransa’nın “barış” şartlarını ağır bulan konferanslarda yenenlerin üyeleri de bulunuyordu. Gözlemci ülke olarak ABD yetkilisi şartların kabul edilemeyecek kadar ağır olduğu yolunda görüş belirtmişti.1 Örneğin, Almanya’nın savaş tazminatı olarak ödemesi gereken para tutarını ödemesinin mümkün olmadığını çok kimse görüyor, biliyordu.

Sonuçta bu Barış Antlaşmaları, barış sağlayamazdı ve sağlamadı. Barış olmayınca ne olurdu, işte o oldu.

Bu antlaşmaların hiç biri on yıl sonra yaşamıyordu!

GENE SAVAŞ! PEKİ BU SAVAŞ YENİ BİR SAVAŞ MI?

İkinci bir dünya savaşının çıkması gecikmedi. Bunun için yirmi yıl yetecekti. Aradaki boşluk, hazırlanma, yeniden silahlanma, yeni savaş teknolojisi geliştirme dönemiydi.

Bu savaşın çıkmasındaki en önemli aktör, ve hatta genel kabule göre tek savaş çıkarıcısı, önceki savaşın yenik ülkesi Almanya’ydı. Yenilgiyi ve yenilgiden doğan teslimiyet şartlarını kabul etmeyen Almanya’nın öne çıkan figürü Hitler olmuş, propagandası Almanya’yı birleştirmiş ve arkasından parti örgütlenmesi 30’lu yıllarda onu iktidara da yükseltmişti.

Programı Almanya’yı yeni savaşa hazırlamaktı. Almanya yeniden savaşacaktı.

İkinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşının devamıydı. Çünkü birinci savaş sonunda barış sağlanamamıştı, yenilenlerin razı olduğu barış anlaşmaları yapılamamıştı, dolayısıyla “birinci” savaş bitmemişti.

Savaştan sonra barış olmazsa savaş bitmemiş olurdu.

Zaten 20. yüzyılın bu iki savaşı arasında devamlılık olduğu, yani aslında iki ayrı savaş olmadığı, söylenegelen “iki” savaşın aynı savaş olduğu kimi tarihçilerle de ileri sürülebilmekteydi. Bizde buna –belki de– ilk değinen yazar ve tarihçi Cevat Şakir Kabaağaçlı’ydı. Anılarında yazdığına göre, ikinci dünya savaşı birincinin devamıydı, aslında savaş bitmemişti, devam etmekteydi.2

Taraflar arasında değişiklikler olmasına rağmen İkinci Dünya Savaşı, önceki Büyük Savaşın tamamlanması içindi ve tekrarı gibiydi.

Avrupa ülkeleri neden barışa yönelmeyip tekrar savaş dediler sorusunun yanıtı, savaşan ve savaşacak Avrupa ülkelerinin emperyalist olmalarındandı. Yeniden paylaşım için çıkan savaş sonuçlanamamıştı.

Bilindiği gibi kapitalizm mali sermayenin hakimiyeti altında rekabetçi ve liberal özelliklerden sermaye ihracatçısı ve tekelci bir şekle evrimleşince emperyalistler için kendileri dışındaki dünyanın algılanması da değişmişti. Yüzyıllardır süren dünyayı sömürgeleştirme süreci, artık sömürge yapılacak alan kalmadığından sömürgeler için savaşlara yol açmıştı. Birbirlerinin sömürgelerine ve nüfuz bölgelerine gözlerini dikmişlerdi. Sonradan gelişme ve yükselme gösterenler hak talebiyle hır çıkarır oldular. Sömürgeler için savaşlar, bütün hakimiyet bölgeleri için çekişmelere dönüştü. Her kapitalist ülke ilhak eğilimi dolayısıyla savaşmak zorundaydı ve savaşçı olmuştu. Her ülke ordular besler, donanmalar kurar hale geldi. Bu sürece elbette silahlanma eşlik edecekti. Sistem, savaş için yürütülen bir düzendi. Bunlar sonucunda emperyalizm savaş demek olmuştu.

Emperyalizm döneminin başlaması, kendisine karşı oluşan başka bir gelişmeye de yol açtı; kurtuluş savaşları. Devletler temelinde emperyalizme karşı mücadeleler verilmeye başlandı. Her devlet bağımsız olmak istiyordu, çünkü devlet demek hükümranlık ve bağımsızlık demekti. Bu olgu, devrimler ve milli devletler çağında en belirgin şeklini almıştı.

BARIŞ ANTLAŞMALARI?

Tekrar sorular soralım.

Neden, bu antlaşmaların arasında bir tek Lozan Barış Antlaşması geçersizleşmemiştir?

En son söylenecek şeyi en başta söyleyelim: Lozan Barış Antlaşması hakiki bir barış antlaşmasıydı da ondan.

Barış antlaşmalarında savaşın yenilenlerinin kendilerine dayatılan şartlar karşısında pek fazla pazarlık şansları yoktur. Ancak yenenler de çok yıpranmış ve yeniden silahlı müdahalelerde bulunacak durumda değillerse diplomasinin rol oynayacağı bir alan açılır, pazarlık şartları doğar. Bu durum, Cihan Savaşı sonundaki antlaşmalar için yapılan konferans ve toplantılarda ortaya çıkmadı. Yenilenler çok perişan durumdaydı.

Yenilen tarafın esas gücü olan Almanya’nın kıpırdayacak bir hali kalmadığından pazarlık etme imkanı da bulunmuyordu. Çünkü Almanya yönetimi savaşı, yalnızca düşmana karşı değil, içte de kaybetmişti. Kendi toplumu savaşın bitmesinden başka bir şey istemez duruma gelmişti. Eğer bitirilmezse savaşmamak için ayaklanacaktı ve savaşmayacaktı. Bunun sonucu olarak Almanya’ya dayatılan şartlar kabul edilecek gibi değildi, ama gene de Almanlar direnemedi.

Ama savaşın yenileni olmayı kabul etmeyen tek bir ülke vardı; Türkiye. Kendisine güvendi, şartları değerlendirdi ve yenenlerin dayatmalarına karşı savaşırsa onların fazla bir şey yapamayacaklarını gördü. Savaştı, direndi, zafer kazandı ve diplomasiyi kullanabildi.

En son yapılan Sevr Barış Antlaşması ilk geçersizleşen “barış” antlaşmasıydı. Çünkü Osmanlı devletiyle yapılmıştı. Ertesi gün yok olacak bir devletin imzası kalıcı olamazdı. Sevr’i imzaladığı gün o devlet kendini zaten tarihten silmişti. Çünkü o devletin insanları olan Türkler Sevr imzalandığı gün ülkeleri için savaşmaktaydılar. Türkler yeniden savaşmayı göze almışlardı. Almanlar Türkiye’nin yaptığını yapamamışlardı. Bu arada Türkiye’nin Cihan Harbinden önce de savaş içinde olduğunun düşünülmesi gerekir.

Bu yüzden Sevr’in bir hükmü olmadı. Onun yerine yeni Türkiye ile 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı.

Sevr’in Osmanlı devleti tarafından imzalandığı şartlarda İtilaf devletleri, aynı zamanda, Türkleri kötüleme, aşağılama, onlara düşmanlıklarını gösterme gibi diplomasiye ve uluslararası ahlaka sığmayan söylemlere de başvuruyorlardı. Örneğin, “Türk, eline geçirdiği yerleri yıkmaktan başka bir şey yapmış değildir”3 gibi cümleler resmi kayıtlardaydı. Böyle yaparak yanlışlarına ve suçlarına mazeret yaratmaya çalışıyorlardı!

MONDROS, BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNİ BAŞLATTI!

Yeni soruları yanıtlamak için Türkiye ile yapılan barış antlaşmasının ne sonucunda, nelerin sonucunda yapıldığına bakmak gerekir.

Türkiye’nin savaşa devam kararı alması, Almanya’nın yenilgiyi kabul etmesi üzerine İtilaf devletlerinin Osmanlı devleti için hazırladığı silah bırakışması şartlarıyla başlar. Mondros Mütarekesi 1918 yılının 30 Ekiminde İtilaf devletleri ile Osmanlı devletini temsil eden İstanbul hükümeti tarafından imzalandı. Padişahlık, hem yenilgiyi ve hem de Mütareke’nin şartlarını kabul etmişti. Ama aynı kabulü Türkiye göstermeyecekti. Çünkü Mütareke şartları hiç bir devlet için kabul edilecek gibi değildi. Böyle şartlar hiç bir devletin kabul edebileceği türden değildi.4

Mondros Mütarekesi’nde (30 Ekim 1918) Türkler için bir sınır çizildiği belli olmuştur. Bu sınır Osmanlı devletini karşılayacak bir sınır olamazdı. Bu yüzden Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi şartlarını kaydeden belgeyi görür görmez Türkler tarafının şartlara uymaması gerektiğini belirlemiştir. “Türkiye için mesele bütün mevcudiyetini kaybetmek neticesine varacak kadar tehlikeliydi.”5

Görev alanındaki her yere, silah bırakılmamasını, terhisin uygulanmamasını emretmiş, bu alan dışındaki bölgelere bunu duyurduğu gibi, hiç bir yerde Mondros şartlarına da uyulmamasını istemiştir. Devletin bu yöndeki emir ve talimatlarına da karşı çıkılacaktır. İlkönce o günlerde güney cephesinde bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın söylediği, onun emrettiği, eğer amiri olmadığından emredemiyorsa bilgilendirdiği kumandan ve subaylara Mondros’u tanımamaları gerektiğiydi.

Aslında Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinin başlangıç günü, Mustafa Kemal Paşa’nın bu haberleşmeyi yaptığı gündür (1-2 Kasım). Mütareke’yi imzalayan İstanbul hükümetine isyan da o gün başlamıştır. Çünkü hükümetin ve padişahın mütarekeyi kabulü, kabul edilecek gibi değildi.6

Arkasından İstanbul’a gittiğinde topladığı diğer paşalara ve ulaşabildiği bütün silah arkadaşlarına düşüncelerini anlatmış ve onları bu yönde harekete geçirmişti.7

Mondros Mütarekesi ertesinde Mustafa Kemal’in tepkisi, Aralık ayı sonuna doğru bir araya gelen İstanbul’daki bir grup Osmanlı paşası tarafından öylesine benimsenmiştir ki, “direniş önlemleri olarak” çıkış yolunu şu şekilde belirlemişlerdir:

1. Terhisi derhal durdurmak. 2. Yurdun müdafaasında en lüzumlu silah, cephane ve teçhizatı düşmana vermemek. 3. Genç ve muktedir kumandanları kıtası başında bulundurmak. 4. Milli mukavemete taraftar idare amirlerinin yerlerinde bırakılmasını temin etmek. 5. Vilayetlerde fırkacılık adı altında yapılan kardeş mücadelesine mani olmak. 6. Halkın maneviyatını yükseltmek.”8

Ve aynı zamanda Kurtuluş Savaşında atılan ilk kurşun da Mondros’la ilgili olarak toplumun bilgilenmesinin bir sonucuydu. Hatay’ın Dörtyol yakınlarındaki Karakese köyüne saldıran Fransızlara karşı 19 Aralıkta direniş yapılmış, on beş Fransız askeri öldürülmüştür. Bu da örgütlü direnişin fiili olarak ateşlenmesi anlamına gelmektedir.

Ayrıca Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a giderken Katma istasyonunda rastladığı Antep’e gitmekte olan Ali Cenani Bey’e “teşkilat yapın, milli bir kuvvet oluşturun, kendinizi müdafaa edin. Ben istediğiniz silahı veririm” derken Antep’teki örgütlenmenin ilk adımlarını atıyor, o cephede Fransızlara direnişin ateşini yakıyordu.9

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da yapılacak şeyleri yaptı, esası, Anadolu’da mücadele için hazırlıktı. Ve orada durmanın bir yararı yoktu. Üstelik tehlikeliydi de. Arkadaşları ona, başkalarına olduğu gibi (örneğin, Ali Fuat Paşa Ankara’ya, Kazım Karabekir doğudaki kolorduya), Anadolu’da bir görev yarattılar. Yetkili bir müfettiş olacaktı.

ANADOLU’DA MÜCADELE, 23 NİSAN’A GİDİŞ VE SEVR!

1919’un 19 Mayıs’ında Samsun’a çıktı. Amasya Tamimi’ni (22 Haziran) kongreler izledi (Erzurum ve Sivas Kongreleri). Bu dönemde Türkiye’nin olması gereken sınırlarını belirledi. Misakı Milli adını alacak olan “And”, hem mücadelenin çerçevesi, hem de Lozan’daki taleplerimizin temeli sayıldı.

Kongrelerde belirlenen Heyeti Temsiliye, 23 Nisan’da Ankara’da hükümetle sonuçlandı. Ve İtilaf devletleri bağımsızlık mücadelesini önlemek için her şeyi yapıyordu. Bu arada Sevr “barışı” ortaya atıldı.

Osmanlı devletinin şartlarını kabul ettiği Sevr “Barış” Antlaşması, Ankara hükümeti tarafından kabul edilmedi ve onaylanmadı. Şartlar kabul edilecek gibi değildi. Sevr Antlaşması, Türkiye Büyük Millet Meclisi için yok hükmündeydi. Yani Türkiye, “yenildiğini” de kabul etmiyor, savaşa devam ediyordu. Ama savaşı kazanacağına inanıyordu. Ve öyle oldu.

İngiltere gibi Büyük Savaşı “kazanan” ülkeler, Osmanlı devletinin başkenti İstanbul dahil, topraklarının önemli bir kısmını işgal etmişlerdi. Ancak bu duruma direnen ve savaşan Türkiye karşısında savaşı onlar sürdüremediler. Yenilen Türkiye savaşa devam ederken, İtilaf devletleri yenen durumlarını muhafaza edemediler.

Nasıl oldu bu?

YENİLMEYEN TÜRKİYE’NİN MÜTAREKESİ: MUDANYA!

Ocak ve Mart 1921 tarihlerindeki İnönü Savaşlarında Ankara’nın düzenli ordusunun ilk zaferleri kazanılmıştı. Sakarya Savaşı ise bir dönüm noktasıydı. 23 Ağustos – 13 Eylül 1921 tarihlerinde benzeri görülmemiş bir mücadeleyle kazanılan askeri bir zaferdi. Bu zaferle Yunan ordusunun ilerlemesi tam olarak durduruldu. Bu yüzden İngiltere’nin keyfi kaçtı. Artık İngiliz hükümetindeki “savaşçılar”ın Yunanlara güveni de kalmamıştı.

1922 yılındaki Büyük Taarruz sonucunda (30 Ağustos), yenenlerin İzmir’e çıkardıkları Yunan ordusu dağılınca ve denize dökülünce (9 Eylül 1922) ve başka cephelerde de savaş kazanılınca, başta İngiltere olmak üzere savaşın galipleri silah bırakışması istedi. 11 Ekim 1922’de Mudanya’da, yani bizim topraklarımızda görüşmeye razı oldular. Artık Türkiye onlarla eşit duruma gelmişti.

Türkiye’nin birinci isteği, onlar tarafından tek muhatap olarak görülmekti. Bu, Osmanlı devletinin hukuken sona ermesi anlamına geliyordu. Aynı zamanda da Türkiye “mağlup” durumdan çıkmış oluyordu.

İşgal altındaki İstanbul ve diğer topraklar terkedilecek, serbest bırakılacaktı.

Böylece silahlı mücadele sona erdirilecek ve Mondros Mütarekesi şartları, ama hepsi, resmen geri çekilmiş olacaktı.

İşle Lozan’da barış görüşmeleri 1922 yılı sonunda bu şartlar altında başladı.

ZAFER KAZANAN TÜRKİYE’NİN BARIŞ ANTLAŞMASI: LOZAN

Lozan’daki barış masasında Türkiye yenilmiş ülke olarak değil, yenen olarak oturuyordu. Bu yüzden ve bu sayede Türkiye’nin şartlarının büyük kısmı, istenmeyerek de olsa karşı cephe tarafından kabul edildi, onaylandı. Bu, eşit durum statüsünden fiiliyatta üstün duruma geçiş anlamına geliyordu.

Her şeyden önce Türkiye, bağımsız bir devletti. Türkiye eşit şartlarda ve devlet olarak tanındı. Sınırlarımızı belirleyen Misakı Milli önemli ölçüde geçerli oldu. Sınırlarımız içinde başka bir devlet kurulamazdı. Anadolu’da bir “Ermeni Yurdu” mümkün değildi. Kapitülasyonlar artık olmayacaktı. Vb.

Lozan Barış Antlaşması’nın Türkiye açısından eksikleri vardı, örneğin, Boğazlar sorunu. Sonraya barıkılmıştı. Örneğjn, Fransa’nın elinde tuttuğu Hatay sorunu. Zamanı gelince çözülecekti. Türkiye o günlerde bunlara sonra dönmek üzere razı olmuştu, çünkü toparlanmak zorundaydı. Vakti yoktu. (Misakı Milli’nin Lozan Barış Antlaşması sürecinde İtilaf devletlerine kabul ettirilemeyen önemli konulardan ikisi 30’lu yılların sonuna doğru başka anlaşma ve antlaşma süreçlerinde çözülmüştür.10 Batı Trakya, Batum, Musul vb. gibi bazılarının ise gerçekleşmesi mümkün olmamıştır.)

DEVRİM, ZAFER VE BARIŞ = TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Diğer soruyu da ele alalım.

Türkiye neden hazırlanılan yeni bir dünya savaşının dışında kalmıştır?

Türkiye Lozan’da Barış Antlaşması imzalamıştı, ve gerçekten barış istiyordu. Çünkü barışa ihtiyacı vardı. Ve bu yüzden Türkiye barışçı oldu, bunu dış politikasıyla bütün dünyaya gösterdi; bütün komşularıyla dostluklara açıldı, barışçı paktlar kurdu, inandırıcıydı, güven verdi. Ülkesini işgale yeltenen Yunanistan’la iyi komşuluk ilişkileri geliştirdi.

Zaten devrimler barış ister. Nedeni ortadadır, yapılacak çok şey vardır. Bu yüzden devrimler barışa hem muhtaçtır, hem de mecburdur.

Türkiye Cumhuriyeti barşıçıydı. Çünkü ilkesi, “Yurtta sulh, cihanda sulh”tu.

Bunların sonucu olarak hiç bir ülkeyle sorun yaşamadı. Ve 1939’da yeni bir dünya savaşı patlak verdiğinde savaş dışı kalmayı başardı.

Lozan Barış Antlaşması’yla Türkiye dünyaya kendini tanıttı. Mazlumlar dünyası devrim Türkiye’sini hem biliyor, hem takip ediyor, hem de destekliyordu. Batı dünyası ise, bütün dünyanın örnek alacağı, bir lider ve öncü ülkeyle karşılaşmaktan şaşkındı. Ancak gene de Türkiye’ye ve önderi Atatürk’e saygı duydular.

İşte Lozan Barış Antlaşması’nın 100. yılını yaşadığımız bu temmuz ayında, ‘neden Lozan hala geçerli’, “neden bir tek Lozan geçerli” sorularının yanıtı da ortaya çıkmış bulunuyor.

LOZAN’I KİM SEVMEZ?

Lozan Barış Antlaşması, milli başarımızdır, Lozan, övüncümüzdür, kazancımızdır…

Ve Lozan geçerlidir. Lozan karşıtları ise, ya Türkiye düşmanlarıdır ya da Cumhuriyet karşıtları. Savaşan Türkiye karşısında Lozan’ı imzalamak zorunda kalanlar, Lozan’ın günün birinde delineceği hayalleriyle avunuyorlar.

Yerli gericiliğimiz ve liberaller, Lozan’da Türkiye’nin boyun eğdiğini, emperyalizmin istediklerini yerine getirmeye söz verdiğini ileri sürüyorlar. Ve hatta İngiltere ile çatışma bile yaşanmadığından, aslında İngiltere’yi değil, Yunanistan’ı yendiğimizden söz ediyorlar.

Aynı şeyi bir zamanlar İngiliz emperyalizminin sözcüleri de söylemekteydi, onlara verilen yanıt, her şeyi açıklayıcıdır. Lozan görüşmelerinde, “Siz Yunanistan’ı yendiniz, İngiltere’yi değil! Bunu unutmayın!” dediğinde İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon şunları duymuştu:

İsmet Paşa ‘Hayır’ dedi. ‘Yalnız Yunan’ı yenmedik, güneyde müttefikiniz Fransızları yendik, onun silahlandırdığı Ermenileri yendik. Müttefikiniz İtalyanları Anadolu’dan uzaklaştırdık. Sizin silahlandırdığınız Doğu Ermenilerini ve Pontus çetelerini yendik. Sizin İstanbul yönetimi ile birlikte azdırdığınız isyancıları yendik. Silah ve para ile desteklediğiniz Kuva-yı İnzibatiye’yi yendik. En son olarak da maşanız Yunan ordusunu yenip denize döktük. Mondros’u yendik, Sevr’i yendik, Üçlü Antlaşma’yı yendik. Bunların hepsinin arkasında siz vardınız; hepsinin ipleri, dümeni, düğmesi sizin elinizdeydi. Biz asıl sizi yendik!..”

Antlaşmanın gizli, saklı maddesi falan da yoktur, hepsi apaçık olduğu gibi, Lozan Barış Antlaşması anlaşılmayacak gibi bir şey değildir.

Lozan Barış Antlaşması, teminatımız ve gururumuzdur.

NOTLAR

1ABD’nin bu görüşü, Versay’la da ilgili olduğu gibi, esas olarak Sevr konusundaydı. Cihan Savaşına son yılında İtilaf devletleri cephesine dahil olmakla birlikte ABD, Osmanlı devletine resmen “savaş ilanı” yapmamış olduğu için bu Lozan Konferansı’nda imzacılar arasında değildi, sadece gözlemciydi.

2 Halikarnas Balıkçısı, Bütün Eserleri 3, Mavi Sürgün, Bilgi Yayınevi, Ankara 1990, s. 17.

3 Bkz. Osman Olcay, Sevres Antlaşmasına Doğru (Çeşitli Konferans ve Toplantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1981, s. LXXII. (Ayrıca aynı metinde Türkleri benzer karalayıcı ifadeler için bkz. s. XLIII, 7, 12-13, 18-20, 96-97, 105-106 vb.)

4 Mondros Mütareke’sinin şartları olarak bkz. Cengiz Sunay, Son Karar – Misak-ı Milli / Son Osmanlı Meclisi’nin Yakın Tarihe Yön Veren Kararı, Doğan Kitap, İstanbul 2007, s. 20-22.

5 Dr. İsmet Görgülü, Atatürk’ün Anıları, Bilgi Yayınevi, Ankara 1998, s. 29; akt. “Büyük Gazi’nin Hatırat Sahifeleri (1914-1919)”, Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 3 (1919), Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, s. 55.

4 İfadesi şöyle: “… Mütarekename’yi baştan sona kadar tetkik ettikten sonra bende oluşan kanaat şu idi: Devleti Âliyei Osmaniye bu mütareke ile kendini kayıtsız ve şartsız düşmanımıza teslim etmeye muvafakat etmiştir. Yalnız muvafakat etmiş değil, düşmanların memleketi istilası için ona yardımı da vaaat etmiştir.” “Büyük Gazi’nin Hatırat Sahifeleri (1914-1919)”, Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 3 (1919), s. 63.

7 Nejat Kaymaz, “Misak-ı Milli Konusuna El Atma Gibi Bir İşe Kalkışmak (10a)”, Teori, sayı 310, Kasım 2015, s. 38.

8 Kaymaz, “Misak-ı Milli Konusuna El Atma Gibi Bir İşe Kalkışmak (10a)”, s. 39.

9 “Büyük Gazi’nin Hatırat Sahifeleri (1914-1919)”, Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 3 (1919), s. 56.

10 Boğazlar Sorunu Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile 20 Temmuz 1936’da imzalanarak, Hatay Sorunu ise Fransa’yla anlaşılarak 2 Eylül 1938’de Hatay’ın bağımsızlığını kazanması üzerine 1939’da Türkiye ile birleşerek çözümlendi.

Bunları da sevebilirsiniz