Delirmeden Yaşamak

Her geçen gün yoksullaşıyor, her şeye ve herkese olan güvenimizi, inancımızı yitiriyoruz. En önemlisi de geleceğe dair umudumuzu kaybediyoruz. Bu umutsuzluk neticesinde genç nüfusun çoğunluğu umudu yurtdışına göçmekte buluyor. Diğer yaş grubunda olanların gitme şansı yüksek olsa eminim onların da birçoğu insanca yaşayacakları ülkelere gitme taraftarı olacaklardır. Bunun vatan hainliği veya vatanseverlikle bir ilgisi kalmadı.

Temel insani ihtiyaçların ulaşılabilir fiyat seviyesinden uzaklaşarak pahalandığı, HUKUK, ekonomi, eğitim, medya, tarım gibi ülkenin temel taşı olan alandaki kurumların pespayeleşerek ucuzlatıldığı bir ülkede yaşam savaşı vermek gittikçe zor hale geliyor.

Nedir yaşamak? Sadece nefes alıp vermek mi? Bugün karnının doyması yarına Allah kerimdir demek mi? Bize öğretilen ve dayatılmaya çalışan tam da bu. Bin bir cefa ile karnını doyurmaya yetecek kadar kazan yeter. Akşam evine gittiğinde yorgunluktan düşünmeye sorgulamaya vaktin kalmasın. Bir de bugünümüze şükür de isyan etme, sabır et hep beraber atlatacağız bugünleri. Birileri sarayında ejder meyveli smoothie içerken sabretsin, sende iki göz damında ısınmayı bırak lambanı bile açarken iki kere düşünerek sabret.

Oysa yaşamak böyle bir şey değil. Çalıştığının karşılığını tam anlamıyla alabilmektir. En basiti markete gittiğinde temel ihtiyacın olan eti, sütü, peyniri, zeytini ve tarımın doğduğu bu topraklarda sebzeyi, meyveyi, bakliyatı hesap etmeden sepetine doldurabilmektir. Aldığın ekmeği bile hesaplamamaktır. Çocuğunun istediği bir şeyi düşünmeden alabilmektir. İstediğinde felekten bir gün çalıp arkadaşlarınla dışarıda eğlenebilmektir. Hafta sonu çoluk çocuk arabalara doluşup farklı yerleri görüp farklı lezzetleri tadabilmektir. Sinemayı, tiyatroyu bilet fiyatlarına göre değil de içeriğine bakarak seçebilmektir. Bayram tatillerinde veya yıllık izinlerinde farklı bir ülkede tatil yapabilme imkanının olmasıdır.

Oysa şimdi bırak farklı ülkeyi aynı şehirde farklı ilçede olan aileni veya arkadaşını bile zor ziyaret ediyorsun. Aslında tüm bunlar standart her ailenin imkanı dahilinde olması gereken temel şeyler. Rüya gibi değil mi? Çoğumuz bu yazdığım şeyleri ve daha fazlasını yaşıyoruz. Yaşamayanlar ise zaten bizden çok farklı bir kulvarda ve onlarla olan mesafemiz giderek açılıyor.

Nasıl geçer bütün bunlar bilmiyorum. Yaşayarak görüyor ve öğreniyoruz. Bu süreçte birçok şey zorla öğretildi. Liyakatın, hakkın, hukukun olmadığı, birileri daha zengin olsun diye çalıştığımız, bizim ise daha çok fakirleştiğimiz bir ülkede nasıl delirmeden hayatta kalınır çok güzel öğrendik. Ya da topluca delirdik farkında değiliz.

Aydınlığa ulaşmak için en karanlığı yaşıyoruz, gideceklerini bildikleri için daha da zalimleştiler.” diye diye bugüne geldik. Hayatımızın en güzel yaşlarının denk geldiği bu dönem de bizim bahtsızlığımız olsun. Dileğim, gelen kuşakların en güzel yaşlarının ziyan olmaması…

Tüm bu yaşananlara rağmen iyi ki sanat var diyorum. Edebiyat, müzik, sinema, tiyatro…Aklımızı korumaya çalıştığımız bu keşmekeşin içinden zihnimizi en iyi rahatlatan bunlar oluyor. Eşinle, dostunla konuşsan da ister istemez konu tüm bu yaşananlara geliyor ve işin içinden çıkamıyorsun. Müziği açıp eline kitabını aldığında bir nebzede olsa sorgulamadan düşünmeden yaşadığını hissedip kendini kitaba teslim ediyorsun.

Alıyorum bende elime ne yazsa okuduğum, ne söylese dinlediğim sevgili Zülfü Livaneli’nin son kitabı Balıkçı ve Oğlu’nu. Kapak yazısını okuyorum: “Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsaydı.” Ve dalıp gidiyorum Ege denizinin kokusu eşliğinde Mustafa, Mesude ve Samir bebeğin yürek yakan hikayesine….

Orada da tanık oluyorum cepleri için insanların yaşamlarını hiçe sayanlara, rant için toprağını, denizini zehirleyen vatan hainlerine… Ama yine de her şeye rağmen vicdanlı insanların ve toprağı için mücadele edenlerin var olduğunun da farkına varıyorum. Ve engel olamıyorum içimdeki karanlıktan sızan umarsız ışığa…

Bunları da sevebilirsiniz