Ütopya 27’ye Kadar Neler Oldu ?

Türkiye’nin ilk ekolojist dergisi Ağaçkakan 1992 yılı eylül ayında SOS Akdeniz Bürosu yayını olarak “Nükleer Balayı” teması ile yayın hayatına başladı. 1994 yılına kadar Yeşil Parti bünyesinde faaliyetlerini sürdüren SOS Akdeniz Bürosu partinin kapanmasının ardından 1994 yılında dernekleşti. Savaş Emek liderliğinde sürdürülen SOS Akdeniz Derneği ve Ağaçkakan Dergisi çalışmaları ülkede ekolojist ve yeşil gündemi önemli ölçüde belirledi.

Bu gündemlerden biri de Dünya Dostları Derneği ile birlikte ortaya atılan Ütopyalar Toplantısı fikriydi. Toplumsal ve kültürel değişim sürecinde ütopik düşünce kaçınılmaz bir aşamadır . Ütopya içermeyen bir dünya haritasına bakmaya bile değmez .” A.Toffler alıntısıyla yola çıkan toplantı fikri yeşilleri, ekolojistleri, sosyalistleri, feministleri, anti-militaristleri ve alternatif grupları Datça’da bir araya getirdi.

Yıl 1994 , Ütopya-1 “Havemann’dan Callenbach’a Ütopyalar”

Yıl 1995, Ütopya-2 “Ekolojist , Anti-endüstriyalist,Sosyalist, Anarşist, Yeşil, Feminist, Çevreci, Anti-Militarist Ütopyalar” İlk iki toplantı Dünya Dostları Derneği ve SOS Akdeniz Derneği tarafından Datça’da düzenlendi.

Yıl 1996 , Ütopya-3 “Ütopyaya Mecburuz” (Kent, Sağlık, Eğitim ve Aile Ütopyaları) Ağaçkakan Dergisi ve iki yıllık ütopya buluşmaları neticesinde ortaya çıkan Bilim ve Ütopya Dergisi tarafından yine Datça’da düzenlendi. Datça’da üç yıl üst üste gerçekleşen ütopya buluşamalarına damgasını vuran Can Yücel’in , nam-ı diğer sevgili Can Baba’nin katılımı ve katkıları oldu.

Yıl 1997 , Ütopya-4 “Bilim ve Teknoloji” Bilim ve Ütopya ve Ağaçkakan Dergileri tarafından düzenlenmeye devam eden toplantı bu kez Karaburun’a taşındı.

Yıl 1998, Ütopya-5 “Eğitim Ütopyaları” Bilim ve Ütopya ve Ağaçakan Dergileri tarafından düzenlenen eğitim ütopyaları toplantısı, Karaburun’da yaşayan köy enstitülülerin katılımı ile unutulmaz anılarda yerini aldı.

Yıl 1999, Ütopya-6 “Ütopyalarda Günlük Yaşam, Günlük Yaşam Ütopyaları” Bilim ve Ütopya, Ağaçkakan Dergisinin birlikte son kez düzenlediği toplantının yeri Ürkmez oldu.

Yıl 2000, Ütopya-7 “Dünden Bugüne, Bugünden Yarına Toplumsal İşbölümü ve Uzmanlık” 21.yüzyılın hemen başında ütopyalar bundan sonra hep varolacağı yerine Karaburun’a geri döndü. Toplantılar ise SOS Akdeniz Derneği’nin kapanış tarihi olan 2003 yılına kadar Ağaçkakan Dergisi ile birlikte düzenlenmeye devam etti.

Yıl 2001 , Ütopya-8 “Boş zamanlar …Dinlenmek … Aylaklık”

Yıl 2002, Ütopya-9 “Kaos ve Ütopya”

Yıl 2003, Ütopya-10 “21. Yüzyıl Ütopyaları”

Yıl 2004, Ütopya-11 “Karaburun Söyleşileri” Toplantılar SOS Akdeniz Derneği’nin kapanması ile birlikte Bilim ve Gelecek Dergisi tarafından düzenlenmeye başlandı. Bir ütopya emektarı olan Ender Helvacıoğlu’nun düşün dünyasına kazandırdığı Bilim ve Gelecek Dergisi 2013 yılına kadar toplantı geleneğine büyük katkılar sundu.

Yıl 2005 , Ütopya-12 “Gerçeklik, İdeoloji ve Aydınlar”

Yıl 2006, Ütopya-13 “Sol Ütopya”

Yıl 2007 , Ütopya-14 “Doğu Ütopyaları”

Yıl 2008 , Ütopya-15 “Geçmişten Geleceğe Türkiye”

Yıl 2009 , Ütopya -16 “İnsanlığın Sözleri”

Yıl 2010, Ütopya -17 “Yeniden Ütopya”

Yıl 2011, Ütopya -18 “21.Yüzyılda Enerji Politkaları : Enerji Ne Kadar ? Ne İçin ?”

Yıl 2013, Ütopya-19 “ Yeni Ortaçağ” Toplantı bu kez Bilim Gelecek Dergisi ve Dağarcık Türkiye Düşünce Platformu tarafından düzenlendi.

Yıl 2014, Ütopya-20 “Savaş Emek Anısına Ütopya ve Ekoloji”

Ütopyalar babasını kaybetti.

1994 yılında Datça’da başlayan belki de dünyada tek örnek olabilecek bu sürecin fikir babası,örgütleme üstadı, toplantıların nirengi noktası Y.Savaş Emek aramızdan ayrıldı.

Ben anti-emperyalistim, yani kapitalizmin son aşaması olan emperyalizme karşıyım. Tek ölçütüm bu. Arkadaşlıkta da bu, dostlukta da bu…Sevgide de bu, aşkta da bu… Anti-emperyalist değilseniz, benimle anlaşmazsınız.” diyen Savaş Emek’e neden Karaburun’da yaşadığı sorulduğunda “bunların (emperyalistleri kastediyor) ne zaman, nerden geleceği belli olmaz. Karaburun en kuzeyde, gelecek olurlarsa diye cepheyi sağlam tutuyorum.” diye yanıtlardı. Bu duruş 19. Ütopyalar Toplantısına kadar devam etti ve toplantılarla bütünleşen, birlikte anılan Savaş Emek, yirminci toplantıyı öksüz bıraksa da Karaburun körfezine doğru, emperyalist güçleri kışkırtmak üzere, hala cepheyi sağlam tutmaktadır.Toplantıların devamı ile ilgili oluşan farklı fikirlere rağmen Savaş Emek’in ebedi ikametgahı olan Karaburun’da toplantı geleneğini sürdürmek ve cepheyi sağlam tutmak görevini Dağarcık Türkiye Düşünce Platformu üstlendi.

Yıl 2015, Ütopya-21 “ İnsanca…”

Yıl 2016, Ütopya-22 ”Sürdürülemezlik…”

Yıl 2017, Ütopya-23 “Büyük Felaketler, Küçük Çözümler”

Yıl 2018, Ütopya-24 “Don Kişot İnsansız Ütopya’ya Karşı”

Yıl 2019, Ütopya-25 “ Savaş ve Emek Ütopyaları”

Yıl 2020, Ütopya-26 “Bildiğimiz Ütopyaların Sonu mu ?” Teması pandemi öncesinde Aralık 2018 ayında belirlendiğinde Covid-19 dönemi ile bu denli örtüşeceği düşünülmese de kapanma günleri koşullarında Ütopya 26 “zoom” üzerinden geleneğe iz bıraktı.

Teknolojik gelişmelerin hızına dijital göçmenler olarak uyumlanmaya çalıştığımız bu süreçte 90’lı yılların sonunda fax ile duyurmaya çalıştığımız toplantılar, bugün sosyal medya aracılığı ile duyuruluyor, youtube yayınları ile yayılımı sağlanıyor. 20.yüzyılın sonlarında Datça’da “ütopyaya mecburuz”, “gelecekten konuşmak , ancak hemen şimdi bir eyleme yol açarsa işe yarar” sloganlarıyla gerçekleşen ilk ütopyalar toplantısnın sosyalizm, endüstriyalizm ve ekoloji temelinde süren tartışmaları, 21.yüzyılın taze başlarında halen Karaburun’da devam ediyor. Bu tartışmaların en temelinde, ilk basamağında her zaman insanın doğa ile olan ilişkisi yer alıyor. Zira insanoğlu başından bu yana berbat bir şeklide tanımladığı doğa ile olan ilişkisinde feci kararlara imza atmaya devam ediyor.

Yıl 2021, Ütopya-27 “ Topraksız Ütopyalar ve Öze Dönüş…”

Jared Diamond “Çöküş” adlı kitabında toplumların aldığı feci kararları ve bu kararlar neticesinde oluşan “çöküş” öykülerine yer verirken tam bir izlosyon içinde meydana gelen ekolojik bir felakete en yakın örnek olarak “Paskalya Adası” nı veriyor.

Yerel adı “Rapa Nui” olan Paskalya Adası “Moai” adı verilen dev taş heykeller ile tanınıyor. Hatırlayanlar bilecektir, bu adada bulunan heykellerin sırrı meselesi epeyce gündemde kalmış hatta Erich Von Daniken’ın “Tanrıların Arabaları” kitabında yer almıştı.

Diamond okuyucuyu heykeller hakkında şöyle bilgilendiriyor:

…Paskalya Adasında bulunan toplam 887 adet dev taş heykeller yüksek rütbeli ataları temsil ediyor. Ortalama bir dikili heykel 4 metre uzunluğunda ve yaklaşık 10 ton ağırlığındadır. Başarıyla dikilmiş en uzun heykel ise “Paro” adı ile anılmakta 10 metre uzunluğunda ve yalnızca “75 ton” civarındadır. “Pukao” ise Moai’nin düz kafası üzerine ayrı bir parça olarak yerleştirilen 12 ton ağırlığına kadar ulaşabilen kırmızı cüruftan yapılmış bir silindir şapkadır. Heykellerin yapılması için malzeme adadaki Rano Raraku taş ocağından sağlanmıştır. Bu heykellerin üzerinde durduğu taş platformlara ise “Ahu” denilmektedir. Bir ahunun arkasında binlerce beden kalıntısını barındıran krematoryumlar bulunmuştur. Ahu yapımları MS1000-1600 yıllarına tarihlenmektedir. Şimdiye kadar adada 300 ahu tespit edilmiştir. Bunların çoğu küçük ve üzerlerinde Moailer yerleştirilmemiş durumdadır. 113’ün üzerinde Moailer yerleştirilmiş ve özellikle 25’i büyük ve ayrıntılıdır. Heykel taşıyan ahuların çoğunluğu kıyı bölgelerindedir. Yüzleri içerideki kabile bölgelerine bakacak şekilde yerleştirilmişitr. Denize bakan tek bir heykel yoktur. Bu dev heykellerin yapımı, taşınması ve dikilmesi için benzerleri tüm Polinezya adalarında kullanılan kano merdivenleri kullanılmıştır. Ayrıca heykellerin taşınması ve dikilmesi için kano merdivenlerinin yanı sıra kızaklar ve kaldıraçlar da gerekli olduğundan kerestenin sağlanması amacıyla çok sayıda ve hatta ormansızlaşmaya neden olacak kadar ağaç kesilmiştir.”

Rapa Nui” adası bir Paskalya günü (5 Nisan 1722) Hollandalı kaşif Jacob Roggeveen tarafından keşfedilmiş ve bazı “Avrupalı Ziyaretçiler”in durağı haline gelmiştir. Öykü tanıdık değil mi ? Diamond “Çöküş” kitabında bu ziyaret etme durumunu sanki “haydi gidelim bir bakalım Rapa Nui halkının hali nicedir?” kıvamında anlatmakta, ilk ziyaret tarihi de bir Paskalya gününe denk gelince nasip “Rapa Nui” adasının isminin değişmesine kadar gelmektedir. “Avrupalı Ziyaretçiler” Paskalya Adasında çok az sayıda ağaçla karşılaşmışlardı ve bunların tamamı çok kısa ve 3 metreden kısaydı. Adada palmiyenin yanı sıra 21 tür kaybolmuştu. Bugün tek bir kara kuşunu barındırmayan adada kara kuşları aşırı avlanma, ormansızlaşma ve yırtıcı fareler nedeniyle tükenip gitmişlerdir. Yine “Avrupalı Ziyaretçiler” tarafından adaya bilmeden getirilen fareler, palmiye ağaçlarını ve diğer ağaçları kendi amaçları doğrultusunda kullanmış ve ağaçlar çimlenme fırsatı bulamamışlardı. Diamond’a göre :

…Ormansızlaşma , MS 900 civarında başlamış ve Roggeveen’in 3 metreden uzun ağaç görmediği 1772 yılı itibarıyla tamamlanmış olmalıdır. Ancak bu tarihe gelindiğinde Rapa Nui’nin nüfusu yaklaşık 2.000 – 3.000’e kadar düşmüştür. Ada nüfusunun azalmasının büyük ölçüde ormansızlaşmadan kaynaklandığı düşünülmektedir. Avrupalıların varlığının zamana yayılan etkenlerinin sonucu olarak ortaya çıkan toplumsal çatışmalar ile birlikte konutların ve mahsullerin yakılmasıyla ortaya çıkan kıtlık sonucu ada nüfusu daha da azalmıştır. Son olarak, Perulu köle tüccarlarının baskınları, Avrupa hastalıklarının adaya taşınması ile 1877’de adada sadece 111 kişinin kalmasına neden olmuştur.”

Dimond kitabında Paskalya’nın çöküşünün iki ana nedeni olduğunu söylemektedir:

1- Ormansızlaştırma ve kuş popülasyonlarının yok edilmesi olmak üzere insanların çevre üzerindeki etkileri,

2- Bu etkilerin ardındaki siyasal, toplumsal ve dini faktörler. Paskalya’nın izole konumu nedeniyle bir kaçış aracı olarak göç etmenin olanaksızlığı, heykel yapımına odaklanma, daha fazla odun, halat ve gıda tüketimine yol açacak şekilde kabileler ve şefler arasında daha büyük heykel dikme yarışı gibi olgular,

Diamond Paskalya’daki durumu Pasifik’teki orman yıkımının en aşırı örneği ve dünyanın da en aşırıları arasında tanımlamaktadır. Bütün ormanlar silinmiş ve tüm ağaç türleri yok olmuştur. Adalıların en birincil kayıpları ise ham madde, yaban hayatından elde edilen gıdalar ve ürün rekoltelerinin yitirilmesi ile oluşmuştur. Bu tespitin ardından Diamond, Paskalya adası ile modern dünya arasındaki gözle görülür derecede somut benzerliklerden söz eder.

Diamond’a göre:

…küreselleşme, uluslararası ticaret, jetler ve internet sayesinde bugün dünya üzerindeki bütün ülkeler, aynen Paskalya’nın bir düzine kabilesi gibi kaynakları paylaşıyor ve birbirlerini etkiliyor. Polinezya’daki Paskalya Adası aynen Dünya’nın bütün Evren’de olması gibi Pasifik Okyanusunda izole konumdadır. Paskalya Adası sakinlerinin zorluk yaşadıklarında kaçabilecekleri ya da yardım isteyebilecekleri hiç bir yer yoktu. Biz modern dünyalılıarın da sorunlarımızın artması halinde yardım isteyebileceği bir yer yok. Paskalya Adası toplumunun çöküşünü bir metafor , kötü bir senaryo, gelecekte bizi bekleyebilecek son olarak görmesinin sebepleri bunlardır.”

Diamond bu metaforun kusursuz olmadığını kabul eder ve bugünkü durumun, önemli açılardan 17. yüzyıl Paskalya Adası sakinlerinin durumundan farklı olduğunu söyler. Bu farklılıkların bazılarının, bizim için tehlikeyi arttırır nitelikte olduğunu ise şu cümlesiyle açıklar:

… Taş aletlerinden ve kas güçlerinden başka bir şeyleri olmayan binlerce Paskalya Adası sakini, kendi çevrelerini ve dolayısıyla toplumlarını yok etmeyi başarmışsa, metal aletleri ve makineleri olan milyarlarca insanın daha kötüsünü yapabilme olasılığını hafife almamamız gerekir.”

Hikaye çok tanıdık, tespitler oldukça sarsıcı değil mi ? Benzer kaygılardan hareketle “Topraksız Ütopyaların” dillendirildiği, prova edildiği zamanlarda bir öze dönüş hikayesi çıkarmak umuduyla Ütopya-27 ile gelecek bir kez daha hatırlanmıştır.

Geleceği hatırlamaya devam etmek umuduyla, ütopya yeniden …

–Ütopyalara sayı vermek meselesini merak edenler için küçük bir not :

Dijital ve yapay zamanlara denk düşebileceği fikrinden hareketle ütopyalara sayı vermek gelecek kuşaklara , dijital yerlilere aktaracaklarımızın bir parça daha aşina hale getirme çabası olarak tanımlanabilir. Ne de olsa hali hazırda, bizler sadece 11 sayıdan oluşan bir kimlik numarasıyla , etrafımıza kilitlenen salgına neden olan virüs bile bir kaç sayı ile tanımlanmaktadır.

Bunları da sevebilirsiniz