Kişisel ve Kurumsal Değişimi Araştırmak

 

Değişmeyen tek şey, değişim hakkında “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” klişesini tekrarlamak. Üstelik kötü haber, bu iş nehirde yıkanmaya da benzemiyor, aynı klişeyi iki kez söyleyebiliyorsunuz. Klişeler boşa klişe olmuyor elbet, var bir hikmeti. Gerçekten her şey baş döndürücü bir hızla değişiyor. Fakat değişim hakkında sadece bu kadarını söylemenin bir çeşit kadercilik olduğunu da gözden kaçırmamak gerek sanırım.

İki güzel ihtimal var: Bir insan değişimin nasıl olması gerektiğini düşünebilir, böylelikle işin normatif tarafını, reçete kısmını tasarlamış olur. Ya da biri değişimin nasıl olduğunu, ne zaman olduğunu veya örneğin ne kadar yoğun olduğunu araştırabilir, böylelikle de işin pozitif, betimleyici kısmını ele almış olur. Bir insan pekala ikisini birden de yapabilir ama 21. yüzyıl, uzmanlaşma kavramına şehvetle ve ağzı sulanarak baktığı için “daldan dala atlamak” biraz zor olabilir. Hoş, üzülmeye gerek yok, ikisinin yolu da benzer bir akılcılıktan geçiyor, bir koltuğa iki karpuz sığdırmak zor ama hayal değil.

Öncelikle değişimin müphemliğinden konuşalım. Her şeyden önce değişimen söz etmek bizi rahatlatıyor. “Şu an ve şu koşullar olmasın, daha iyisi olsun.” düşüncesi çok rahatlatıcı. Geleceğe dair net bir plan çizmeden bugünün bütün olumsuzluklarından sıyrılmanın kolay bir yolu oluyor değişim hayali. Bugünü boğan, bizi üzen ne varsa hepsini bir kenara bırakabiliyoruz. Nasılsa “gelecek” var.

Ne var ki değişimi biraz daha ayrıntılı konuşmak gerekiyor. Değişimin nasıl, ne zaman ve hangi koşullarda olduğunu anlayamamak değişimin önüne geçebiliyor, hatta bazen olumsuz değişimler olmasına yol açıyor. Bu değişim çabası daha düzgün beslenmeye karar veren birinin değişim çabasından siyasi veya ekonomik kurumların değişmesini istemeye kadar her şeyi kapsayabilir. Bu iki uç örneğin birebir aynı biçimde incelenebileceğini düşünmek tabii basmakalıpçılık olsa gerek fakat ortak birtakım yapısal unsurların olduğu da göz ardı edilmemeli.

Bireysel değişimler benim alanım değil pek. Fakat şu ironiyi görmek için biraz dikkatli bakmak yeterli: Sürekli değişiyoruz fakat sabit kaldığımıza (kişiliğimiz, huylarımız ve kararlarımızla) kendimizi inandırmak istiyoruz. “Kişilik dediğimiz” diyor Fitzgerald, Muhteşem Gatsby’de, “birbirini peşi sıra takip eden başarılı davranışlardan ibaretse…” Çoğunlukla da bundan ibaret gerçekten. Bozulmadan, ardı sıra ve birbiriyle uyumlu akıp giden davranışlar bir kişilik oluşturmaya başlıyor. O yüzden de sözünden dönene ya da bir dediği bir dediği tutmayana “karaktersiz” demeyi de alışkanlık haline getirmişiz, haklıyız da. Bu anlamda sabit olmak, onur meselesi olmuş. Öte yandan, sürekli değişmeye çalışıyoruz. Hiçbir şey sabit kalmasın, bir bildiğimiz iki olsun, üç aldığımız beş olsun istiyoruz. Planlar, kararlar, niyetler ve bol keseden gelecek zaman! Klişe de tam olarak burada devreye giriyor. “Değişimin sürekli olduğu”nu söyleyerek rahatlıyoruz. E, hep böyle kalacak değil ya, elbet değişecektir. Devran dönecektir, o son beş kilo verilecektir, o yarım bırakılan kursa devam edilecektir, o bir türlü aranmayan akraba aranacaktır, o kitap bir sıra okunacak, o makale bir ara yazılacaktır, dünya daha adil bir yer olacaktır, açlık bitecektir, hatta ve hatta küresel ısınmayla mücadele bile edilecektir. Siz bir şey yapsanız da yapmasanız tüm bunlar olacaktır, bugün olmayabilir ama yarın olur herhalde, kısmet. Hem yarın olmazsa o da bugünkü “siz”in değil, yarınki “siz”in sorunu. Ahir zaman kaderciliği. Postmodern kadercilik de diyebiliriz isterseniz. İstediklerimiz sabit kalsın, istemediklerimizi değiştirelim. Niyet çok güzel ama değişimi incelemeden değişim konusunda nasıl “seçici” olabiliriz ki?

Hadi, herkesin bireysel değişimi kendine madem, belki kurumsal değişimi incelemek daha kolaydır. Sayıca birey kadar kurum olmaması, kurumların daha büyük ve genel geçer olmaları gibi birtakım özellikler kurumsallığı, kurumsal değişimi incelemeyi ve açıklamayı uygun kılıyor. Eskiden kurumsal değişimi incelemek biraz ayıpmış sosyal bilimlerde. Kurumlar, doğası ve aslında biraz da tanımı gereği, zaten “pek de değişmeyen şeyler” olarak görüldüğü için kurumların değişimini incelemek de biraz anlamsız bulunmuş. Bugün tablo biraz değişmiş görünüyor. Fark ediyoruz ki kurumlar değişiyorlar, hem de öyle çok büyük toplumsal olaylar (devrimler, ihtilaller, doğal afetler, işgaller) olmadan da değişiyorlar, hatta böylesi yavaş değişimler bazen daha kalıcı oluyor.

Kocaman, devasa değişimleri fark etmek zaten kolay. Her gün, sürekli biraz da olsa değişen nedir diye anlamak, asıl önemli olan olsa gerek. Zaten belki de devasa değişimler bu ufak değişimlerin birikiminin en sonunda taşmasıdır. Her koşulda, bahsettiğim bu ufak ve adım adım gerçekleşen değişimleri incelemek, 1990’lardan beri sosyal bilimlerin gündeminde. Bir sürü farklı kuram ve hatta yöntem var. Farklı kuramlar bir araya gelince bazı politikaların başarısını ve ömrünü daha iyi kavramaya başlıyoruz. Gerçekten de herkes dünya siyasetinin, dünya ekonomisinin, dünyadaki ve ülkemizdeki önemli kurumların olumlu veya olumsuz değiştiğini söyleyip duruyorlar. Ne zaman ve nasıl olduğuna dair pek kimsenin bir cevabı yok.

Burada bu kuramları tek tek saymak ya da anlatmak derdine düşmeyeceğim (belki sonraki yazılarda). Bu yazıda derdine düştüğüm şey, Türkiye sosyal bilimlerinin de bu kuramları kendi topraklarına, kendi kültürüne uyarlaması gerektiği. 1950 ve 60’ların bazı hatalarının tekrarlanması biçiminde Batı akademisindeki kuramları olduğu gibi buraya uygulamak kimseyi tatmin etmeyecektir. Dünya çapında çok hareketli bir literatür mevcut diğer fikirleri eleştirerek, onlardan kendine bir şeyler katarak hızla ilerliyor. Türkiye de bu literatüre katkı sağlayabilecek mi? Hiç olmazsa, Türkiye yeni kurumsalcılık literatürünü “olduğu gibi” değil de kendisine uyarlayarak alabilecek mi, aklımdaki en acil sorulardan birisi bu.

Bunları da sevebilirsiniz