Sayrılık, Müsteşrikler ve Daha Pek Çok Az Bilinen Kelime Üzerine

Dil değişiyor, bilmeyen yok, hem söylemesi de bedava. Biz bir adım ileri gidelim, dil değişiyor da nasıl değişiyor, onu soralım. 1930’lardan 1960’lara kadar Türkçe konusundaki tartışmaların ezici çoğunluğu Öztürkçecilik ile diğer bazı görüşler arasında yaşanmış. Kuşkusuz, büyük ölçüde kısır bir tartışma olmuş. Öztürkçecilik ya da karşısındaki görüşler zayıf olduğundan değil, bence meseleyi yanlış yerinden tutmuş olmakla ilgili. İhtimal, yanlış ve haksız bir ikileme mecbur edilmekle ilgili. Hadi gelin dile “sonradan” giren kelimelerden bahsedelim, sanki “önceden” beri var olan kelimeler varmış gibi.

Aç doymam, tok acıkmam sanırmış. Dün “hiç de dile yerleşmeyecek sanılan şeyler” bugün en çok kullanılan üç bin kelime arasına sıvışıveriyor, dillere pelesenk oluyor, vazgeçilmezimiz haline geliyor.

Tahir Pamir, Yeditepe dergisinin 1962 tarihli 57. sayısında ne yazmış:

Bakın ‘şart’ kelimesine: bunu atmak istiyoruz, yerine koşul’u getirdik. Toplumumuzun bugün içinde bulunduğu koşullar… diye yazıyoruz. Bu işi bir koşulla yaparım, diyebiliyor muyuz?”

Buradan ilk anladığımız şey şu: 1962 yılında, bir Türk yazar için “bir koşulla yaparım” sözü kulak tırmalıyormuş, bugün öyle olmadığı apaçık ortada. Tahir Pamir’in mercek altına aldığı kelimenin “koşul” olması ise kaderin cilvesi. Koşullar değişince, “koşul” kelimesi de değişmiş nitekim. Onlarca kelime böyle değil mi? “Bilgisayar” kelimesinin dile yerleşeceğini kim, nasıl tahmin edebilirdi ki? Ekskavatör, kondüktör, reaktör ve benzeri onlarca sözcük varken bilgisayara da “kompüter” ya da “ordinatör” denmesi belki içimizi burkar fakat kimsenin de sesi çıkmazdı. Halbuki, muhtemelen üç beş seneliğine biraz “kulak tırmalamak” pahasına bu sözcük dile yerleşmiş. Görüyoruz ki rahat hissettiğimiz alanı bir süreliğine de olsa terk etmek bize çok şey kazandırıyor.

Buradan çıkarılacak önemli dersler var. Birincisi, en başta belirttiğimiz üzere dil değişiyor. Ama daha da önemlisi bu değişime yön verebiliyoruz. Alçakgönüllü bir biçimde suya yön vermek mümkün. Dil gibi yatağına sığmayan kudretli bir nehre hükmetmek mümkün değil. ama belki yönlendirmek mümkündür: Ufak etkileri kendimiz oluşturmak, en absürt etkileri savuşturmak ve daha nicesi.

O gün aklıma takıldı, “sayrılık” kelimesini bilen kaç kişi var, kimler kullanıyor, diye. Siz tahmin etmeden ben söyleyeyim: Eh işte, sorduklarım arasında bilenler bilmeyenlerin yarısı, belki çeyreği. Halbuki güzel bir kelime, arada bir dile zenginlik katmak için, serpiştirilerek söylenebilecek bir söz. Önce edebiyat dünyasından ve “yüksek kültür” içerisinden adım atılması gerekiyor elbette. Gece nöbetçi eczane ararken sokaktaki insana, “Bizim oğlan sayrı, sağaltacak ilacı nereden bulabiliriz?” diye sorarsanız dayağı yersiniz. Fakat bir roman karakteri üzüntüsünden “sayrı” olamaz mı? Kara sevda esenlik midir sayrılık mıdır diye tartışamaz mıyız? Çağımızın sayrılığı teknoloji bağımlılığı mı acaba diye soramaz mıyız? Sırf birileri “Ne demek sayrılık yahu?” diye soracak, sırf birileri Google kullanmaya erinecek diye iki bin kelimeyle konuşmak ve yazmak kaderine razı mı gelelim?

Ben Öztürkçeci değilim, Nurullah Ataç’ı takdir etmekle birlikte o yola baş koymuş birisi de değilim. O yüzden bence bu zenginleştirme girişiminin bir benzerini birtakım yabancı kelimeler için de kullanabiliriz. Nehre yön vermeyi yani. Bugünlerde çok popüler bir kavram var: oryantalizm. Aslında bir bilim dalı fakat oryantalist denince artık “oryantalizm ile uğraşan kimse” anlaşılmıyor. Genelde Batı’daki rahatı ile Doğu’nun dertlerini “şakkadanak” çözen insanlar için yakıştırılan bir tabir, zira artık meslek olarak pek icra edilmiyor. Doğu-Batı ayrımının vakti geçti, küresel ölçekte Kuzey-Güney diye ayırmak yeni moda. Haliyle oryantalizmin anlamı da kayıyor. “Oryantalist”in Türkçesi “doğubilimci”, Osmanlıca-Arapçası “müsteşrik”. Aynı şeyi anlatan üç sözcüğümüz var. Bu bence bir avantaj. Hiçbir dilde pragmatik olarak aynı anlama gelen iki kelime barınamadığına göre bu kelimelerin her birini başka şekillerde kullanmak ve dili zenginleştirmek bir anlamda mümkün. Oryantalistin coğrafi karşıtı olan “oksidentalizm” sözcüğünü düşünelim. Yine iki karşılığı daha var: batıbilimci ve müstağrip. Bugün kimse “müstağrip” lafını bilimsel bir anlamla kullanmıyor, düpedüz “batı hayranı” demek. Belki gün olur “müsteşrik” kelimesini de “doğu hayranı” anlamıyla, “doğubilimci”yi hakikaten bilimsel faaliyet için, “oryantalist”i de iğneleyici anlamıyla kullanırız. Neden olmasın? Sondan eklemeli ve esnek bir dilimiz var. Yeterince çabayla yapılabilir.

Dilde dışarıya kapalı kalmanın tek yolu dünyadan soyutlanmak, ki bu da mümkün görünmüyor. Dolayısıyla, madem dilin değişimi kaçınılmaz, bari anadili olanlar olarak biz yön verelim. Ömrü taş çatlasın üç gün süren sosyal medya akımları veya en son çıkan “hit” şarkılar değil, Türkiye’nin kendi kendine kurduğu, kuracağı dil geleneği bu değişimi yönlendirsin. Sanki sorun dile “yerleşen” yabancı kelimelerden çok; bu kelimeleri işleyecek, damıtacak, ince ince dokuyacak sabrımızın olmaması.

Öyleyse, bizim de bazı kelimeleri ince ince işlememiz gerekiyor. Farklı anlamlarıyla, çeşitli kullanımlarıyla tüm sözcükleri kucaklayıp kelime dağarcığımızı geliştirmek. Bunu yapmanın iki büyük yararı olacağını düşünüyorum. Birincisi, dil ile birlikte düşünce dünyamızın da genişlemesi. İkincisi de içinde bulunduğumuz “ya saflık ya eklektiklik” ikileminin aslında gerçek olmadığı ve entelektüel çabayla bunun yarattığı yapay birtakım sorunların rahatlıkla aşılabileceği. Hem de bin değil, on bin değil, belki de milyon kelime ile birlikte.

Bunları da sevebilirsiniz