Livaneli Senfonisi

Livaneli için bestelenmiş bir senfoniyi dostlar için paylaşıyorum. Bestenin, Allergo (hızlı), Andante (ağır), Menuetto ve Trio (daha canlı), Finale: Allergo (parlak ve muhteşem) bölümleri pek güzel. Orkestra ve sanatçılar büyük performans göstermişler. Dünya müziğinin büyük dehası ve felsefe üstadı Livaneli için tarihe geçecek bir beste yaratılmış. Allegro bölümünden başlayalım..

Uyarı: Beste epey uzundur, dinlerken (okur iken) uyuya kalabilirsiniz. Telefonda değil, bilgisayarda okursanız daha keyif alacaksınız…

Allergo (hızlı)

Zülfü Livaneli: CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart

İrfan Aktan – Gazete Duvar, 3.7.2021

Deniz Baykal’ın 2002 yılında Tayyip Erdoğan’la Beylerbeyi’ndeki bir otelde yaptığı anlaşmaya dair 2007 yılında yazdığı yazı bir kez daha gündeme gelen Zülfü Livaneli’ye göre CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart. Livaneli’ye göre Türkiye’de yıllardır biriken cerahat bir yerde patlayacaktı ve şu anda akıyor…

Sedat Peker’in Deniz Baykal-Korkmaz Karaca ilişkisine dair iddiaları üzerine Baykal’ın 2002 yılından itibaren Erdoğan’la ilişkisi sorgulanmaya başlandı. Baykal’ın 2002’de olduğu kadar, CHP genel başkanlığından istifa ettikten sonra da iktidarla gizli münasebetler kurduğu, hatta teslim olduğu ve kendi partisini, tabanını manipüle ettiği yönünde iddialar var.

Baykal-Erdoğan ilişkisine dair bilinen en ilginç ve öngörülü yazının sahibi ise, 2002 seçimlerinde Baykal’ın Kürt meselesi başta olmak üzere çeşitli şartlarını kabul ederek milletvekili olmaya ikna ettiği sanatçı, yazar Zülfü Livaneli.

Yazısı son günlerde sosyal medyada tekrar gündeme gelen Livaneli’yle İsmet İnönü’den Bülent Ecevit’e ve Deniz Baykal’a kadar çoğu sağcı, milliyetçi aktörün “sol” görünümü verilmiş CHP’deki “rollerini” ve yarattıkları enkazı konuştuk…

Sondan başlayalım. Geçen hafta aralarında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) eski yargıcı Rıza Türmen, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı, Kürt sosyalisti Tarık Ziya Ekinci gibi isimlerle birlikte çağrıcısı olduğunuz Demokrasi Konferansı yapıldı. CHP, HDP gibi partilerin yanısıra 70’i aşkın sendika, sivil toplum örgütü de bu konferansın bileşeni.  Mevcut dağınıklık içinde bir hayli önemli sayılabilecek bu konferans demokrasi güçlerinin orta veya uzun vadeli birlikteliğine vesile olabilir mi?

Türkiye’nin yaralarını sarabilmesi için bir araya gelmek olmazsa olmazdır. Başımıza ne geldiyse, muhalefet cephesi bir araya gelemediği için geldi. Yakın tarihe bakınca görece daha küçük ama birbirine daha sıkı sıkıya bağlı grupların iktidarı ele geçirdiklerini görürüz. Buna mukabil daha fazla kitleye, oya sahip güçler ise aralarındaki bölünmeleri halledemedikleri için devamlı kaybettiler. Türk soluyla Kürt solunun ayrışması da benzer sonuçlar yarattı. Hatırlayın, 1989 yılında, Paris’teki Kürt Konferansı’na katılan SHP’li yedi Kürt milletvekili ihraç edilmişti. Sonrasında Ahmet Türk’ün de bir SHP milletvekili olduğu unutturulacak şekilde apayrı partilere bölünüldü ve o bölünme devam ediyor. Demokrasi Konferansı da aradaki çelişkileri giderip en azından asgari müşterekte, insan hakları ve demokrasi hedefinde bir araya gelme çabasının bir sonucu. Farklılıklarımızı yine koruyalım ama temel ve büyük amaçta buluşalım.

Peki konferansta ortaya çıkan resim umut vaat ediyor mu?

Biz varken onlar niye yok?”, “Onlar varsa biz yokuz” gibi eski hastalıklar maalesef devam ediyor. Zaten sağlıklı düşünme ortamı kayboldu. Kafaların içi de karman çorman. Tabii solda, İslamcı hareketlerdeki gibi ulu’l emre itaat olmadığı için, herkes haklı olarak kendi iç yapısı veya hedefleri doğrultusunda hareket ediyor. Bu bir yandan iyi bir şey ama iyi yönetilemediğinde ortaya kakafoni çıkar. Evet senfoni orkestrasında her enstrüman başka şey çalar ama herkesin ne çalacağı bellidir ve bütün sesleri yöneten bir şef vardır. Burada şeften kastım otoriter bir yönetici değil, bir araya getirici, düzenleyicidir.

Deniz Baykal ile Milli Görüşçüler arasındaki ilişkilerin kronolojisi 1973 yılında CHP-MSP koalisyonundan başlatılıyor. Kimi iddialara göre daha sonra Maliye Bakanı olduğu CHP-MSP koalisyonun oluşmasında Baykal aktif görev aldı. 1994 yılında, sizin Erdoğan karşısında aday olduğunuz yerel seçimler öncesinde de Baykal’ın CHP’si, SHP’li adayların karşısına aday koyarak oyları böldü ve İstanbul’da Erdoğan’ın, Ankara’da Gökçek’in kazanmasına yol açıldı. 2002’de Erdoğan Meclis’e giremeyince, 2007 tarihli yazınızda aktardığınıza göre Baykal’ın üstün gayretiyle altyapı hazırlanarak Siirt’ten milletvekili seçildi. 2015’te AKP’nin iktidardan düştüğü 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra yine Baykal sahneye çıktı ve Kılıçdaroğlu’nun istememesine rağmen Erdoğan’la muhtevası bilinmeyen bir görüşme yaptı. Tüm bunlar Baykal hakkında bize ne anlatıyor?

Bu sorunuza öncelikle genel bir analiz yaparak yanıt vermek istiyorum. Bir kere isimler, kişiler tarihte çeşitli roller oynarlar ve nasıl anılacaklarını da oynadıkları bu rollerle kendileri belirlerler ama tarih sadece kişilerle değil somut koşullara göre akar. Yaşar Kemal, Cumhuriyet gazetesi muhabiri olarak 1950’li yıllarda İsmet İnönü’nün seçim gezilerini izliyor. İnönü bir gün kendisini çağırıp “Tek kanatlı kuş uçar mı” diye sorunca Yaşar Kemal de “Yok paşam, uçmaz ama bunu niye soruyorsunuz?” diyor. “Çünkü biz tek kanatla kuş uçurmaya çalıştık” yanıtı veriyor İnönü.

‘TÜRKİYE’DE SOSYAL DEMOKRASİ ÇİZGİSİNİN AKTÖRÜ DEVLETTİR’

Neyi kastediyor?

Yaşar abi bu anıyı anlattığı zaman İsmet Paşa’nın ortanın solunu düşündüğünü konuştuk. Buna göre Türkiye’de sadece sağ hükümetlerle bir yere gidilemez; demokrasi bir dengeyi gerektiriyor: Dünyadaki demokrasi örnekleri gibi merkez sağ ve merkez sol birbirini denetleyecek. Anlaşılan İnönü daha o zamanlar bunun farkına varmış ve ondan sonra ortanın solunu ilan etmiş. Böylece CHP sanki sol bir partiymiş gibi konumlandırıldı. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nden gelen, kadro olarak İttihat Terakki’yi dışlayan, Doktor Nâzım’ı, Cavit Bey’i ve diğer İttihatçıları idam ederek cezalandıran ama o kadronun bir kısmını içinde taşıyan bir devlet kurucu parti olarak CHP, ileriki tarihlerde sol bir parti gibi görünmeye çalıştı. Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin temelinde işçi sınıfı hareketi var. Mesela İsveç’i yarım yüzyıldan fazla yönetmiş olan İsveç Sosyal Demokrat Partisi, kapitalizmle sosyal demokrasi arasında bir çizgi tutturmuş olduğu halde Enternasyonal Marşı’yla yürür. 1969-1974 arasında Almanya Şansölyeliği yapmış olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi başkanı Willy Brandt sol gelenekten gelmedir. Türkiye’deki sosyal demokrasi çizgisinin aktörü ise devlettir.

Peki İnönü neden böyle bir çizgi çizmeye yöneldi?

Madem bu devleti kurduk, buna bir de sol boyut ekleyelim” dendi. Ama bunu Sovyetler Birliği’nin komşusu, ABD’nin üs kurduğu, nükleer silahları yığdığı önemli bir ülkede yapıyorsun. Böylesi bir ileri karakol ülkesinde gerçek manada solculuk yaptırmazlardı. Geçmişe baktığımızda, ABD ve Batı açısından bunun elzem olduğu ve sürecin de hep bu bağlamda ilerlediği görülür. Türkiye’de gerçek manada solculuk yapmak, Soğuk Savaş döneminde SSCB açısından ileri karakol olan Küba’da Amerikancılık yapmaya benzerdi. Nitekim benim de dâhil olduğum 1968 kuşağını, öncesi ve sonrasındaki sol hareketleri korkunç bir biçimde kırdılar. Sol hareketlerin içine ajanlar, provokatörler yerleştirdiler, devrimcileri silaha yönelttiler ki, bu çok büyük bir hataydı.

‘BAYKAL TİPİK BİR ANKARALI, SÜNNİ, SAĞCI POLİTİKACIDIR; KÜRTLERİ, ALEVİLERİ, EZİLENLERİ SEVMEZ’

Ama 1960’lı, 70’li yıllarda silahlı mücadeleye girişen devrimciler ideolojik, politik analizler sonucu bu kararı almıştı. Dolayısıyla “yönelttiler” demek onlara haksızlık olmaz mı?

O kahraman arkadaşlarımıza “yönlendirildiler’’ demek haksızlık tabii. Belki de başka çıkış yolu bırakmadılar demek daha doğru bir ifade olur. Sinan Cemgil, Mahir Çayan arkadaşlarımdı ve Ankara’da bu konuyu tartışıyorduk. O zaman Ekim Yayınları olarak Gerilla Savaşı ve Marksizm isimli kitabı da yayınlayarak silahlı mücadelenin hata olduğunu anlatmaya çalışmıştım. “Elinizdeki üç-beş silahla NATO’nun en kuvvetli ordusuna karşı ne yapabilirsiniz, bu bir tuzaktır” diyerek çok uyarmışımdır arkadaşlarımı. Ama çeşitli oyunlar oynanarak o arkadaşlarımız bile bile ateşe sürüldüler. 12 Mart dönemi hâlâ aydınlatılmadı. Mihri Belli’yle Stockholm’de buluşup bütün bir gün bunu konuşmuştuk, o da aynı fikirdeydi. Hikmet Kıvılcımlı Ankara’da bizim evde kalırdı. Gece gündüz konuşurduk bu konuları. Vasıf Öngören, Erdal Öz, Muzaffer Erdost; hepimizin kafasında tek bir konu vardı: Devrime nasıl ulaşılır? O yıllardan beri elbette Türkiye’de sol hareketler, işçi sınıfı hareketleri var ama bunların başını CHP’yle, DSP’yle bağladılar.

Nasıl?

Sol olmayan “sol partilerle”. CHP, DSP, SHP gibi partiler sol partiler değil, gelenekleri de sola dayanmıyor, gelecek programları da. Fakat sol olarak sunulan bu partilerin başına, hiçbiri solcu olmayan birtakım liderler getirildi. İsmet İnönü, Bülent Ecevit solcu muydu? Ecevit gibi politikaya meraklı, hırslı, Robert Kolejli genç bir siyasetçinin önündeki bütün engelleri kaldırarak CHP’nin başına getirdiler. İsmet İnönü’nün yerine Ecevit’in getirilmesi bir operasyondu; darbe gibi bir şeydi. Nitekim Ecevit’in de CHP’yi sol gibi gösterip bahsettiğim sınıfsal kesimlerin başını bağlamak isteyenler için ne kadar isabetli bir isim olduğunu zaman içinde gördük. Deniz Baykal bahsine geleceğiz ama; Baykal solcu muydu! Hiçbir alakası yok. Tipik bir Sünni, sağcı, Ankara politikacısıdır Baykal. Baykal pekâlâ DYP’de, ANAP’ta, DP’de görev yapabilirdi ve çok daha başarılı olurdu.

‘ERDAL İNÖNÜ, SİVAS’TAN ARAYIP ‘BİZİ YAKIYORLAR’ DİYEN ARKADAŞLARIMIZIN YERİNE ‘ÖYLE BİR ŞEY YOK’ DİYEN VALİYE GÜVENMİŞTİR’

Baykal’ın sola bakışı nedir peki?

Deniz Baykal Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez. Bunu çok sefer kendisi de söyledi, basında çıktı. Bakın, Ecevit’i Robert Kolej’den bulup getirdikleri gibi, DYP’nin başına da yine Robert Kolejli Tansu Çiller’i getirdiler. Erdal İnönü; rahmetlinin solla ne ilgisi vardı? Erdal Bey devlete güvenen biridir. Çünkü babası İsmet Paşa’dır; devletin içinde, köşkte büyümüştür. Onun için 2 Temmuz’da Sivas’ta arkadaşlarımız otelden telefon açıp “Bizi yakıyorlar” dediklerinde, Sivas Valisi de “Hayır efendim, öyle bir şey yok” dediğinde, valiye güvenmiştir. Sol gelenekten gelen biri olsa, valiye mi, “Bizi yakıyorlar” diyen aydınlara mı güvenirdi?

Eğer solcu olsaydı, 1989 yılında Paris’teki Kürt Konferansı’na katıldıkları için yedi Kürt milletvekili İnönü’nün SHP’sinden ihraç edilmezlerdi belki de…

Tabii! Bunlar birer hata değildi; bu insanların ideolojik konumlanmaları, varoluşları zaten bu yöndedir. Tek tek isimlerini saymayayım ama bunlar, Türkiye’de 30’lar devletinin devamlılığını arzulayan ve bununla görevli olan, devletle halk karşı karşıya geldiğinde devletin yanında duran, bu nedenle de hep korumaya alınmış insanlar. Türkiye’de sol partilerin gelişmemesi için işlevselleştirilen bu insanların hepsi de görevlerini son derece başarılı biçimde yerine getirmiştir.

‘İSLAMCI HAREKETİ DEVLETE İLK SOKAN BÜLENT ECEVİT’TİR’

Buradan Baykal-Erdoğan bahsine gelelim mi?

Gelelim ama önce Ecevit bahsini bitirmek istiyorum. Ecevit’in zamanında devrimci gençlerin protestolarına yönelik tepkileri, “Bunlar vatan haini” demesi unutulur gibi değil. Ecevit devletin kuruluş ideolojisine uygun Türkçü-laik kesimlerin temsilcisiydi. Rahşan Ecevit’le birlikte yaptıkları buydu. Nitekim Ecevit 1973’teki CHP-MSP koalisyonuyla devlete ilk defa İslamcı hareketi sokmuştur. Daha sonra çeşitli zamanlarda, vazgeçilmeyen bir insan olarak çeşitli görevler üstlenmiş ve sayısız şey yapmıştır. Geçenlerde, Ecevit’in en yakınındaki isim olan Hüsamettin Özkan bana, “Biz politik hayatımızdaki en büyük hatayı İstanbul seçimlerinde sizin oylarınızı bölerek yaptık” dedi.

Sizin SHP’den aday olduğunuz 1994 seçimlerini kastederek…

Evet. O seçimlerde Hüsamettin Özkan’ın ağabeyi Necdet Özkan da benim karşımda, DSP’nin adayıydı. Baykal da CHP’nin adayı olarak sonradan AKP’de kültür bakanlığı yapan, ismini unuttuğum birini aday göstermişti.

‘ECEVİT 1994 SEÇİMLERİNDE REFAH PARTİSİ’YLE DEĞİL, ŞAHSEN BENİMLE UĞRAŞTI’

Ertuğrul Günay…

Yaşar Kemal “Sevmediğim adamların adını hatırlayamam” derdi. Bir anda hatırlayamadım. Ertuğrul Günay da o seçim sürecinde olmadık hakaretlerle bana saldırıyordu. Halbuki bana adaylığı zorla kabul ettirdikleri zaman, “Ben siyasetçi değilim. En parlak zamanlarınızda bana sunduğunuz kültür bakanlığı, milletvekilliği tekliflerini reddettim. Ben sanat insanıyım, bırakın beni” demiştim. Fakat SHP zorlayıp beni ikna ettiğinde de hem Ecevit’e hem Baykal’a gidip “Madem böyle bir şey oldu, hepinizin adayı olayım” dedim. Tüm bunları dememişim gibi seçim sürecinde Ecevit, Refah Partisi’yle değil, şahsen benimle uğraştı. Ecevit 94 seçimlerinde İstanbul’da iki miting yaptı ve bir tanesinde “Livaneli İSKİ parasıyla propaganda yapıyor” dedi. Yahu el insaf; ben o süreçte İSKİ’yi yerden yere vurmuş adamım; ben belediyede değilim, görevli değilim, siyasetçi değilim! Bir diğer mitinginde de Ecevit, “Livaneli 12 Eylül teröristlerinin arkadaşıdır” dedi. Ve bu insan sözüm ona “sol parti” lideri. Neticede oyları böldüler ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu şekilde Tayyip Erdoğan’a teslim edildi.

94 seçimlerinde Ankara’da da benzer bir süreç işledi, değil mi?

Tabii, orada da Ecevit’in DSP’si oyları böldü ve SHP’nin adayı Korel Göymen birkaç yüz oyla kaybetti. Peki ne oldu? Ankara 25 yıl boyunca Melih Gökçek’e bırakıldı. Daha sonra da yıllarca DSP oyları bölme işlevini sürdürerek AKP’nin değirmenine su taşıdı. Deniz Baykal kadar Bülent Ecevit’in de yaptıklarının çok iyi tahlil edilmesi lazım. Baykal, Ecevit niçin bunu yaptı? Geçenlerde Veli Saçılık arkadaşımıza, ölüm oruçları sırasında Ecevit’in neler yaptığını anlattım. Bunlar partilerin başına nedensiz getirilmediler. Sabahattin Önkibar, 1994 yılında Tansu Çiller’in Ankara’daki gazete ve TV temsilcilerini topladığını, benim aleyhimde uyduruk suçlamalarla dolu bir dosya verdiğini ve ‘’Yazıklar olsun, bir komünistin İstanbul’un başına gelmesini engelleyemiyorsunuz’’ dediğini yazdı. Bunun gibi daha neler neler var! Adnan Oktar grubunun, Susurlukçuların yaptıkları… Sağcı komploların cehenneminden geçtim ben. Bunları, düzenin ve devletin sol karşısında nasıl örgütlü olduğunu anlatmak için söylüyorum.

‘ECEVİT VE BAYKAL SOL İKTİDAR OLMASIN DİYE PARTİLERİN BAŞINA GETİRİLDİLER’

Ecevit, Baykal gibi isimler olmasa, solun kaderi değişir miydi?

Ecevit de, Baykal da partilerinin başına solcular belediyelerde, hükümette iktidar olamasın diye getirildiler. Solun başını bağlayan, yolunu şaşırtan insanlar bunlar. Ecevit, Fethullah Gülen teşkilatıyla yan yana geldi, onlara kontenjan verdi, her türlü olanağı sundu. Cemaati devlete ilk yerleştiren Tayyip Erdoğan değil, Bülent Ecevit’tir. Uzun lafın kısası, Ecevit, Baykal gibi insanlar sol filan değil, soldan hoşlanmayan, tipik Türk milliyetçileridir.

Sanırım artık Baykal bahsine gelebiliriz. Son günlerde iddia edildiğine göre Baykal, muhalifi göründüğü AKP’yle, onun lideriyle gizli bir ilişki kuruyor ve Erdoğan’ın önünü açıyor. Bunu çeşitli şantajlara, kişisel meselelere bağlayanlar var. Sizin bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

Ecevit’in de bu türden yaptığı gizli ilişkileri olduğunu kaynağından biliyoruz. Onun da sağcılarla, dincilerle akıl almaz ilişkileri var.

‘BAYKAL’IN YAPTIKLARINI HEP HATA OLARAK GÖRÜRDÜM, MEĞER BİLİNÇLİ TERCİHLERMİŞ’

Ne gibi?

Şimdi belgesini ortaya koyamayacağım için ayrıntılarına girmeyeyim. Baykal da böyle bir insan; demin de söylediğim gibi devletçidir, sağcıdır, Alevi, Kürt, sol sevmez. Ben Baykal’ın yaptıklarını hep hata zannediyordum ama meğer bunlar bilinçli tercihlermiş. 94 seçimlerinde karşıma Ertuğrul Günay’ı çıkararak çok kötü bir kampanya yürüttüler. Hatta Baykal ve Günay o süreçte benim için “Livaneli İsveç’e gitti ama siyasi sebeplerden değil, kadın meselesinden” bile dediler! Politika için bu kadar kire bulaşmaya değer mi yahu! Sonradan Ertuğrul Günay mealen “Kusura bakma, siyaset işte, söylenir böyle şeyler” dedi. “Yahu yapmayın, bizler böyle şeyler için ölürüz, biz siyasetçi değiliz ki” dedim kendisine.

‘KÜRTÇE TV-RADYO ŞARTIMIZI KABUL EDEN BAYKAL, 2002 SEÇİMLERİNDEN SONRA HİÇ ANLAŞMAMAŞIZ GİBİ DAVRANDI’

Peki 2002 yılında neden Baykal’ın CHP’sinden milletvekili oldunuz?

Baykal o zaman bana ısrar ettiğinde, bir grup arkadaşla birlikte kendisine bazı şartlar sunduk. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin en kısa sürede AB çatısı altına girmesi ve sorunların AB ilkeleri çerçevesinde çözümü için çalışma yapılması yönündeydi. Baykal’a “Bunda tamam mıyız” dedik, “Tamamız” dedi. Kürtçe televizyon ve radyo, o zaman yoktu, “Bunda tamam mıyız”, “Tamamız” dedi. Anadil meselesinde hakeza. İşçi sınıfı hakları dâhil pek çok şartı daha önüne sürdük ve hepsine “Tamam” dedi.

Sonra ne oldu?

2002 seçimleri olup bitti ve birdenbire Baykal, sanki bu şartlarda hiç anlaşmamışız gibi davranmaya başladı. Biliyorsunuz o seçimde bütün partiler baraj altı kalmıştı ve bir tek CHP ile AKP çıkmıştı. Baykal bütün sol partilerin elendiği bu ikili yapıdan son derece mutluydu. Çünkü artık muhalefet kendisi açısından dikensiz gül bahçesiydi.

Peki kendisine konuştuğunuz şartları hatırlattığınızda ne dedi?

Bunları konuşmamış mıydık?” dedikçe, tam tersini yaptı. Parti içindeki en milliyetçi, ulusalcı isimleri, keza onun kirli işlerini yapan birtakım tipleri yönetime getirdi. Neticede o ulusalcılarla beraber CHP’yi MHP çizgisine kaydırdı. Bir parti meclisi toplantısında “Şimdi söyleyeceğime itiraz edeceksiniz ama siz ileride MHP’yle kol kola gireceksiniz” dedim. O konularda çok fazla teorik tartışma da yaptık.

‘BAYKAL BİZİ KULLANMAK İÇİN HER ŞEYİ YAPTI’

Baykal, sizin gibi AB yolu, Kürtçe TV-radyo türü şartlar sunan, ileride sorun çıkartabilecek birini milletvekilliğine ikna etmek için neden çabaladı o halde?

Sol kamuoyundan oy alabilmek için. Yüzbinlerin katıldığı konserlerden bir bilinç yükseliyor o zaman. İnsanlar “Yiğidim Aslanım”larla, “Ey Özgürlük” şarkılarıyla yürüyor. Dolayısıyla belli ki bizim kesimin oylarına ihtiyaç duyuyordu. Dolayısıyla Baykal bizi kullanmak için her şeyi yaptı. O partide başımdan ilginç şeyler geçti.

Ne gibi şeyler?

Bir kurultaydaki parti meclisi seçiminde en çok oyu alarak, birinci sıraya yerleşmiştim. PM toplantısına gittik; liste dağıtıldı, birinci sıradayım. O gün parti kurulları seçilecek. MYK belirlenecek, disiplin kurulu oluşturulacak… Elbette bana hiç görev verilmedi. Akşamüstü o liste tepetaklak olmuştu. Sabah en altta olan isimler en üste çıkmıştı, ben de ismimin baş harfinden dolayı en alt sıraya konmuştum. Sabah en çok delege oyuyla listenin başına çıkmışken, akşamı sonuncu sıradan kapattık (Gülüyor). Daha sonra da beni hiçbir şeye karıştırmadılar. Bayram Meral’in verdiği bir yemekte yaptığımız tartışma da var. Kemal Derviş bana “Kürt meselesini gündeme getirelim, bu adam -Baykal- hiçbir şey demiyor” diyordu. Bunun üzerine “Sayın Baykal, Kürtçe TV-radyo sözü vermiştik. Bununla ilgili ne yapacağız?” diye sordum. “Onlar kendileri yapsınlar, bizim işimiz değil ki” dedi. “Kimdir ‘onlar’” dedim. “Geçenlerde Diyarbakır’a gidip konuşma yaptığımız, oylarını istediğimiz insanlardan mı bahsediyorsunuz?”

‘ERDOĞAN 2002’DEKİ GÖRÜŞMEDE BAYKAL’A MUHTEMELEN CUMHURBAŞKANLIĞI VAADİNDE BULUNMUŞ’

Sedat Peker’in Baykal-Korkmaz Karaca ilişkisine dair iddiaları üzerine sizin 25 Temmuz 2007 tarihli yazınız tekrar gündeme geldi. Söz konusu yazıda Baykal’la 2002 yılında yaptığınız bir görüşmeden söz ediyor, Baykal’ın milletvekili olamayan Erdoğan’ın önünü açabilmek için kendisiyle Beylerbeyi’nde gizli bir anlaşma yaptığını söylüyorsunuz. Bu nasıl bir anlaşmaydı?

Bu son iddiaları duyunca ben hiç bulaşmak istemedim. Zaten 14 yıl önceki yazıyı da başkaları çıkarıp dolaşıma sokmuş. Sosyal medya öyle berbat bir şey ki, “Aklın başına yeni mi geldi?” diye soruyorlar. Yahu yazı zaten 14 yıl öncesine ait! Beni pek çok gazeteci de aradı ama siz hariç kimseye konuşmadım. Çünkü karmakarışık bir ortam söz konusu. Evet, Baykal 2002 seçimlerinden sonra Erdoğan’la görüşmüş, anlaşmış. Erdoğan kendisine muhtemelen “Seni cumhurbaşkanı yapacağım” demiş. Birileri bugün bile çıkıp diyor ki, “O, Baykal’ın en sağlam hareketidir.” Niye? “Çünkü partisi seçimden birinci çıkmış Erdoğan’ın Meclis’e girmek hakkıydı.” Fakat burada esas mesele şudur: 2002 seçimlerinden önce CHP halka milletvekilliği dokunulmazlığını kaldırma sözü vermişti. Çünkü milletvekili olmak akçalı suçlarda dokunulmazlık zırhına erişmek demekti. Elbette partisi birinci çıkmış Erdoğan veya herhangi biri seçilip Meclis’e girebilmeli ama dokunulmazlık da kalkmalıydı.

Erdoğan hakkındaki davalar nelerdi?

Belediye başkanlığı döneminden gelen davalar vardı. Dolayısıyla Baykal’ın yaptığı anlaşma Erdoğan’a atılmış can simidiydi. Bir hukukçu olarak Sezer’in uyarısı da bu yöndeydi. Kendisi de bir hukukçu olan Baykal, bile bile bu operasyona imza atarak o dönem Erdoğan’ın dokunulmazlık zırhı kazanmasını sağladı.

Ahmet Necdet Sezer’le bu konuyu siz mi görüşmüştünüz?

Evet. Sayın Sezer, Erdoğan’ın milletvekili olmadan başbakan olma önerisini reddetmişti. Dolayısıyla Erdoğan’ın başbakan olabilmesi için milletvekili seçilmesi şarttı.

‘BAYKAL ŞAHSİ ÇIKARLARI İÇİN ERDOĞAN’LA O KADAR NET BİR ANLAŞMA YAPMIŞ Kİ…’

Sezer’in görüşlerini Baykal’a ilettiniz mi?

Tabii, Mehmet Sevigen’in evindeki gayet gergin geçen bir buluşmada ben ilettim kendisine. O görüşmenin şu anda yaşayan şahitleri de var. Partinin ileri gelenlerinin olduğu o buluşmada benim haricimde kimse konuşmadı. Baykal’a, “Demokrasinin gereğiyse, tamam, Erdoğan’ın önü açılsın ama bu dokunulmazlıklar ne olacak? Niye dokunulmazlıkları kaldırmadan bunu yapıyoruz biz?” diye sordum.

Baykal’ın yanıtı ne oldu?

Erdoğan’la şahsi çıkarları için o kadar net bir anlaşma yapmıştı ki; bırakın kapalı görüşmeyi, Meclis grubunda bas bas bağırarak “Tayyip’i kurtarıyor diyorlar, evet kurtarıyorum; var mı itirazı olan?” dedi. Biz de saf saf ilkelerden dem vuruyoruz. Ne ilkesi yahu; hiçbir şey kalmamış!

‘BALIKÇI LOKANTASININ ÜSTÜNDEKİ OTEL ODASINDA IRAK MESELESİ GÖRÜŞÜLMÜŞMÜŞ!’

2002 yılında Beylerbeyi’nde yapılan görüşmede Erdoğan’ın Baykal’a cumhurbaşkanlığı sözü verdiğine dair kanıt var mı?

Hayır, ama o görüşmenin yapıldığını kesin olarak biliyorum. Zaten o zaman da açıkladığımda Baykal önce inkâr etti. Daha sonra kendisini o görüşmeye hangi milletvekilinin arabasıyla götürdüğü gibi ayrıntılar ortaya çıkınca inkârdan vazgeçip “Biz Irak meselesini konuştuk” demeye başladı. Beylerbeyi’nde bir balıkçı lokantasının üstündeki otelin odasına çıkıp Irak meselesi görüşülmüşmüş! (Gülüyor).

O görüşmenin tanıklarının kim olduğunu biliyor musunuz?

Buluşmanın tanıklarını biliyorum ama görüşme baş başa yapılıyor. Yani Erdoğan-Baykal arasında neler konuşulduğuna tanık olan kimse yok. Ama o görüşmeye Baykal’ı götüren, beraber giden tanıklar var.

‘BAYKAL’IN NEDEN FETHULLAH GÜLEN’E TEŞEKKÜR ETTİĞİNİ ANLAYABİLMİŞ DEĞİLİM’

CHP’nin başındayken Baykal’ın özellikle laiklik üzerinden AKP’ye yönelik çok sert sözleri, tepkileri vardı. Baykal eğer Erdoğan’la bir anlaşma yaptıysa, neden daha sonra laiklik üzerinden çok sert söylemlere başvurdu?

Onu bilemem ama Baykal tarzı laiklik savunusu çok sevimsizdi zaten. Kızlara zulmeden rektörler, ikna odaları, sadece beyazlık üzerinden yürütülen bir laiklik vurgusu AKP’nin de işine geliyordu. Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesiyle sonuçlanan kaset skandalıyla ilgili açıklaması da ilginçti. Her zaman irticalen konuşan Baykal, 10 Mayıs 2010 tarihli istifa açıklamasına elinde kâğıtla çıktı ve yazılı açıklamayı okudu. Üstelik “Pensilvanya’dan aldığım mesajın samimiyetine inanıyorum” diyerek Fethullah Gülen’e teşekkür etti. Neden? Bunu hâlâ anlayabilmiş değilim.

‘BAYKAL GİBİ BİR İNSAN POZİSYONUNU KORUMAK İÇİN HASMIYLA ÇEŞİTLİ ANLAŞMALAR YAPABİLİR’

CHP gibi bir partinin uzun yıllar başkanlığını yapmış Baykal’ın hasmı olarak gösterdiği AKP’yle, şantaja veya kişisel çıkara dayalı gizli bir anlaşma yaparak aslında partisini manipüle ettiğini düşünüyor musunuz?

Ben bunun ideolojik tercih boyutuna işaret ediyorum, zira diğer hususları bilemiyorum. Ama aynı zamanda Baykal’ın kariyerist yönünü de biliyoruz. 2002 itibariyle ne DSP ne SHP kalmış; kurduğunuz ve daha önce yüzde 1 bile oy alamayan CHP tekrar ana muhalefet partisi olmuş, siz de başındasınız. Sizi sıkıştıran bir sol da yok. Ülkeyi yönetmiyorsunuz ama para-pul, şatafat yerinde. Bu, Baykal gibi biri için gayet konforlu bir pozisyondu. Baykal gibi bir insan, bu pozisyonu korumak için hasmıyla çeşitli anlaşmalar yapabilir. Ben bahse konu yazıyı 2007 yılında yazdım, Beylerbeyi görüşmesi de 2002 yılına ait. 2005 yılında CHP’den de milletvekilliğinden de istifa ettim ve “Bir daha misafir olarak bile bu Meclis’e gelmem” dedim. Benim bildiğim dönem odur. Ama sonrasında şantajlar mı yapıldı, kim kimin bilgilerini ele geçirdi bilemiyorum. Ayrıca bunları hasta bir insana kötülük olsun diye de söylemiyorum. Kişiyle değil, zihniyetle mücadele edilmeli.

‘KISA SÜREDE ANLADIM Kİ, BAYKAL’IN ERDOĞAN’DAN FARKI YOK’

Neden istifa etmiştiniz?

Anladım ki Don Kişot’luk kanımızda var, bazı görevler üstleniyoruz ama bizi kullanıyorlar.

2007 tarihli yazınızda Baykal-Erdoğan “anlaşmasına” dair ifşaatınız kadar o tarihteki öngörünüz de çok çarpıcı. Yazıda Sevigen’in evinde yaptığınız görüşmede Baykal’a şunu söylediğinizi aktarıyorsunuz: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.” Yine aynı yazınızdan: “Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı Meclis’e sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.”

Tabii, ben Baykal’ın o tutumunun sadece şahsi değil aynı zamanda ideolojik olduğunu hatırlatmak için az önce size Türkiye’de sol olmayan partilerin sol olarak gösterilmesinin nedenlerini anlattım. Maalesef bizim gibi insanlar da çeşitli dönemlerde bu partiler içinde mücadele yürütmek durumunda kaldı. Oysa ben Marksist çizgiden gelen, bunu hayatıma rehber etmiş bir insanım. CHP’de ne işim vardı! Fakat o sırada CHP’de kendi düşüncelerimizi hayata geçirebileceğimizi, Baykal’a verdirdiğimiz sözleri yerine getirtebileceğimizi zannettik. Kısa süre sonra anladım ki, Baykal’ın Erdoğan’dan bir farkı yok.

‘OY VEREN İNSANLARIN ÇARESİZLİĞİ KULLANILDI’

Aslında bir fark var. Erdoğan Baykal’dan farklı olarak sadece kişisel değil aynı zamanda ideolojik hedeflerini de gerçekleştirmeye odaklanmışken, şimdilerde ortaya çıkan iddialar üzerinden Baykal’ın kamuoyuna, tabanına gösterdiği hedefleri bizzat hasmıyla anlaşarak akamete uğrattığı söyleniyor. Yani Baykal, hasım olarak gösterdiğiyle gizliden hısımlık yapıyor…

Evet, bu doğru. Tam da bu hakikatten çıkaracağımız dersler var. Bizde lidere biat kültürü yok. Dolayısıyla bu tür kirli ilişkilere alet olmamak için geniş bir demokrasi ittifakı üzerinden yürümek, ilkeleri baz almak durumundayız. Türk ve Kürt solunun, kadın ve LGBTİ hareketlerinin, işçi sınıfının, ezilenlerin, yeşillerin asgari müşterekte bile olsa ortaklaşması, bu tür manipülasyonların ülkenin kaderini değiştirmesine engel olur. Söyleşinin başında bahsettiğimiz Demokrasi Konferansı da bu açıdan çok anlamlı. İhtilaflarımızı bilahare konuşuruz ama şu anda ortak bir fikrî, siyasî cephe oluşturabiliriz. Fakat maalesef hâlâ aynı hatta ilerleyen güçlerin birbiriyle rekabeti bu ortaklaşmanın önünde engel oluşturuyor. O zamanlar da DSP ve CHP başkanlarının motivasyonu birbirinden nefretti. Bu tür yapılar başından beri birbirlerini tepelemekle uğraştılar. Sebep oldukları bedeller de ortada.

Peki tabanları bu partilerden neden kopmuyor?

Bu partilere oy veren insanların çaresizliği kullanıldı. CHP’ye bakalım, birbiriyle asla bir araya gelemeyecek eğilimler, belli çıkarlar etrafında ve birbiriyle kıran kırana bir arada olunca, sonuç böyle oluyor. Türk ve Kürt solunun bir arada olduğu dönemde sınıf temelinde bir siyaset anlayışı vardı. Bizleri bir araya getiren de buydu. Ama 90 başlarından itibaren ülke başka bir tuzağa sürüklendi. O dönemden itibaren onlarca kere belirttiğim gibi sağ-sol yerine üç kutuplu bir siyasete itildik. Artık çok az kişi olaya sınıfsal bakıyor. Kimlik, milliyet, inanç, etnisite, sınıf değerlerinin önüne geçti.

Bu böyle sürüp gider mi?

2019 yerel seçimleri başka bir ihtimalin mümkün olduğunu gösterdi. Tabanda bir ortaklaşma kurulunca tarihi bir seçim zaferi elde edildi. Dayanışma artık altın değerinde.

‘2019’DA KILIÇDAROĞLU’NUN VE HDP’NİN SAĞDUYULU SİYASETİ TÜRKİYE’YE TARİHİ BİR ADIM ATTIRDI’

Mevcut CHP yönetiminin muhalefet etme biçiminin, Baykal’ınki gibi olmasa da AKP’ye yaradığına dair eleştirilere katılıyor musunuz?

Hayır, ciddi bir fark var aralarında. Aksi halde 2019 yerel seçimlerindeki başarı elde edilemez, AKP’ye tarihi bir yenilgi tattırılamazdı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve HDP’nin sağduyulu siyaseti Türkiye’ye iyiye doğru tarihi bir adım attırdı. Umarım genel seçimlerde de bu adımın devamı getirilir. 7 Haziran’da da böylesi bir zafer kazanılmıştı ama kan ve revanla bu başarıyı boğdular. Ortada bir hayat memat meselesi varken solun kendi arasındaki ihtilafları bir kenara bırakması zarurettir. 1960’larda Milli Demokratik Devrim (MDD) ile Sosyalist Devrim çizgileri arasındaki kavganın bedelini unutmamalıyız. Bir grubun sloganı “Bağımsız Türkiye”, öbürününki de “Sosyalist Türkiye”ydi. Bu iki kesim birbirinden nefret ederdi. 1970’lerde Ankara’da Dilşat Düğün Salonu’nda yapılan bir kongrede “Sosyalist Türkiye” diyenlerle “Bağımsız Türkiye” diyenler sandalyelerle birbirine girişirken, solcu bir işçi “Yahu kardeşim ikiniz ‘Hem bağımsız hem sosyalist Türkiye’ deseniz ne olur?” diye isyan ediyordu.

Bu neden olmuyor?

Çünkü Türkiye’de solun rotasını işçi sınıfı mücadelesi değil, Kurtuluş Savaşı’ndan gelen kadrolar, “Bir de sol renk koyalım buraya” diyerek belirledi.

‘AKŞENER BANA ‘SOLDAKİ HASTALIKLAR BİZDE DE VARDI’ DEDİ’

Şu anda iktidara karşı iki muhalefet gücü var. Bunlardan biri CHP ve bazı sağ partilerden oluşan Millet İttifakı, diğeri de Millet İttifakı’nın yan yana görünmek istemediği HDP. CHP ve oluşturduğu ittifakın HDP karşısındaki pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İdare edilmesi zor bir süreç bu. Türkiye çok acı çekti, insanlar birbirini öldürdü, araya kan davaları girdi. Fakat geldiğimiz noktada, bu acıların sonlanması için ittifak olmasa bile dayanışma gerekiyor. Türkiye’nin bu kirli düzeninden rahatsız olanlar bir araya gelmediği sürece çıkış yok. Bu arada ilk defa size anlatıyorum; Meral Akşener’i tanımam ama 2001 yılında benim ‘Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm’ isimli, siyasi sürgünlerin ortak kaderini anlattığım romanım yayınlanmıştı. O zaman Meral Akşener beni aradı, kitabı okumuş. “Sizin sol hareketler içinde ne kadar hastalık varsa, bizde, ülkücü harekette de vardı. Biz bunlardan arınmak durumundayız” dedi. Akşener’le bu anım bende olumlu bir izlenim uyandırır. Bir kere kitap okuyor, ikincisi kitabın yazarını arıyor ve dahası özeleştiri veriyor. Türkiye’ye uzaydan politikacı getiremeyeceğimize göre, eldekilerle yol almak dışında seçeneğimiz yok.

Deniz Baykal’la ilgili son günlerde ortaya çıkan iddialar vahim ama sizin 2002’ye dair anlattıklarınız bile, CHP’nin Baykal’la yüzleşmesini, hesaplaşmasını zaruri kılmıyor mu? AKP kirli ilişkileri ifşa olan mensuplarını muhafaza ederken CHP’nin de benzer bir tutum alması ne anlama gelir?

Kesinlikle, CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart. Hasta bir kişiyle değil, bir zihniyetle hesaplaşılmalı. Fakat CHP içinde o kadar zor dengeler var ki. İstifa ettiğimde bazı arkadaşlar “Niye bırakıp gidiyorsun” dediklerinde, “Yok yok, ben dayanamayacağım” dedim. Çok da iyi ettim. Kemal Bey’i de o zamanlardan tanıyorum, dürüst bir arkadaşım. Ne diyeyim, Allah kolaylık versin kendisine de. İşi çok zor. Bu zorluklara rağmen son seçimlerde 11 büyük şehrin alınmasını sağlayacak bir başarı elde etti. Her türlü saldırıya, suikast girişimlerine, hakaretlere, içerden-dışarıdan çelmelere rağmen mücadelesinde gösterdiği soğukkanlılık takdiri hak ediyor.

‘SADECE AKP’Yİ SUÇLAYARAK DA GERÇEK BİR YÜZLEŞME YAPAMAYIZ’

1960’lardan beri halkın, solun atlattığı badirelerin tanığı olarak sizce AKP’nin, Baykal’ın Erdoğan’la ilişkisinin Türkiye’ye bedeli ne oldu?

Siyasi aktörlerin tarihte belirleyici rolleri olabilir ama esas büyük mesele, Osmanlı’dan beri gelen gericilikle aydınlanmacılık arasındaki mücadeledir. Padişahın kanı dökülmez denir ama gericiler III. Selim’i bıçaklarla delik deşik ettiler. II. Mahmut başını zor kurtardı bunlardan. Sonra ona da “gavur padişah’’ adını taktılar. Kurtuluş Savaşı sonrası Mustafa Kemal için “Br deccal geldi ve ülkeyi elimizden aldı” dedi bunlar. Ardından yeraltına indiler ve yetiştirdikleri binlerce çocuk bugün iktidarda. Ama ifşaatlardan da anladığımız gibi sistem çürüdü artık, dikiş tutmuyor. Tıpkı Marmara Denizi’nde yılların kirliliğinin bugün müsilaj olarak ortaya çıkması gibi bu cerahat da bir şekilde yüzeye çıkacaktı, çıktı. İltihap büyüdü, çıban halini aldı. Bu kadar büyümüş bir çıban en ufak bir olayda patlar ve akmaya başlar. Biz şu an cerahatın akışına tanıklık ediyoruz. Bence esas mesele, bundan sonra ne yapacağımız, Türkiye’yi hangi esaslara göre geleceğe taşıyacağımızdır. Sadece AKP’yi suçlayarak da gerçek bir yüzleşme yapamayız. 1990’lı yılların, faili meçhullerin de hesabını sormalıyız. Uğur Mumcu’ları, Musa Anter’leri kimler öldürdü? İçinde devletin olmadığı hangi suçlar var? Bütün bu hesaplaşmayı sağlayacak, Türkiye’yi ileriye götürecek olanlar da demokrasi güçleridir.

‘O KADAR SİNSİ VE BEL ALTI SALDIRIRLAR Kİ, BENİM GÖZÜM YEMİYOR’

Demokrasi güçlerine CHP’yi de dâhil ediyor musunuz?

CHP içindeki bazı insanları dâhil ediyorum ama tüm parti için bunu söyleyemem. Çünkü görüşleri itibariyle yan yana gelip kahve içemeyeceğimiz insanlar var orada.

2007 yılında Baykal’ın Erdoğan’la yaptığı gizli anlaşmaya dair yazıyı kaleme aldığınızda Baykal cephesinin tepkisi nasıl olmuştu?

Karşıdan bir hamle gelmemişti ama birtakım gazetecilere kurdurup besledikleri sitelerden saldırdılar. Bunu da “Baykal’a niye bunu söyledin?” diyerek değil, akla hayale gelmeyecek iftiralar atarak yaptılar.

Ne tür iftiralar?

Denizli’de sakatlar derneği benden konser istemiş, ben de “Şu kadar milyon vermezseniz gelmem” demişim vs. Bizim gibi insanları çıldırtacak iftiralar bunlar. O kadar sinsi, bel altı saldırırlar ki, benim gözüm yemiyor. O yüzden politikadan nefret eder hâle geldim. Fakat görüşlerimi muhafaza ediyorum. Namuslu yaşayan insanların namuslu olarak ölmek gibi bir borcu var. Ömrün hapisle, sürgünle, sansürle, itilip kakılmayla geçmişse, daha sonra “Aman şu görüşümü saklayayım, değiştireyim, rahat edeyim” diyemezsiniz. Size inanan insanları hayal kırıklığına uğratmaya hakkınız yok. Ağaçlar ayakta ölür. Öldüğünde Nâzım gibi, Yaşar Kemal gibi, Ahmed Arif gibi öleceksin.

Andante (ağır)

1 Ah şu politikacılar!..

Serdar Arseven – Milat – 4.7.2021

Eski CHP’li Politikacı Zülfi Livaneli’nin Gazeteduvar’dan  İrfan Aktan’a verdiği röportajı okurken, “politika ve politikacılarla araya mesafe koymanın” ne kadar faydalı bir “tedbir” olduğunu düşündüm bir kez daha.

Kim yaklaşırsa, içine çekiyor politika…

Arkadaşı arkadaşa, akrabayı akrabaya düşürüyor.

Zemininde “politika”nın olduğu ilişkiler, çatışmaya varıyor.

Politika, bizi bizden uzaklaştırıyor!

*

İsmet İnönü’den, Bülent Ecevit’e kadar CHP Geleneği içinde ne kadar “Lider” varsa, bir kaba yerleştiriyor Zülfü Livaneli…

Aslında, CHP’nin Kurucusu Büyük Atatürk’e de isim vermeden “dokundurmaları” var.

Orası “hassas” alan olduğu için “Ortada kuyu var yandan geç!” taktiğini uygulamış ama…

 “Madem devleti kurduk, buna bir de sol boyut ekleyelim!” cümlesi ne anlama gelebilir ki?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kurucusu, “Ulu Önder”, İsmet İnönü mü yani?

Aslında, Zülfü Livaneli’nin Mustafa Kemal Atatürk’ü gündeme getirmemesi iyi olmuş.

Lâf lâfı açsaydı ve konu, mesela Dersim’e ve Seyit Rıza’ya gelseydi, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun hiç hoşuna gitmezdi bu durum!..

*

Neyse, devam edelim:

Zülfü Livaneli, röportaj boyunca, birçok “yürekli gencin” nasıl kullanıldığını anlatıyor.

1968 kuşağını, öncesi ve sonrasındaki sol hareketleri korkunç bir biçimde kırdılar. Sol hareketlerin içine ajanlar, provokatörler yerleştirdiler, devrimcileri silaha yönelttiler!” diyor mesela…

Silaha yönelim” için de…

Bu çok büyük bir hataydı”  tespitinde bulunuyor.

Binlerce vatan evlâdının toprağa düşmesine, milyonlarca hayatın kararmasına, ülkenin darbelerden darbelere sürüklenmesine yol açan bir hata!..

*

Livaneli, röportaj boyunca büyük bir “proje”den bahsediyor.

Proje” kelimesini kullanmasa da, anlattıklarının işaret ettiği bu.

Söylediklerinden “ana fikri”  bulmaya yetecek bir bölümü buraya alalım, dikkatle okumanız dileğiyle:

CHP, DSP, SHP gibi partiler sol partiler değil, gelenekleri de sola dayanmıyor, gelecek programları da. Fakat sol olarak sunulan bu partilerin başına, hiçbiri solcu olmayan birtakım liderler getirildi. İsmet İnönü, Bülent Ecevit solcu muydu? Ecevit gibi politikaya meraklı, hırslı, Robert Kolejli genç bir siyasetçinin önündeki bütün engelleri kaldırarak CHP’nin başına getirdiler. İsmet İnönü’nün yerine Ecevit’in getirilmesi bir operasyondu; darbe gibi bir şeydi. Nitekim Ecevit’in de CHP’yi sol gibi gösterip bahsettiğim sınıfsal kesimlerin başını bağlamak isteyenler için ne kadar isabetli bir isim olduğunu zaman içinde gördük. Deniz Baykal bahsine geleceğiz ama; Baykal solcu muydu! Hiçbir alakası yok. Tipik bir Sünni, sağcı, Ankara politikacısıdır Baykal. (..) Bakın, Ecevit’i Robert Kolej’den bulup getirdikleri gibi, DYP’nin başına da yine Robert Kolejli Tansu Çiller’i getirdiler… Ecevit de, Baykal da partilerinin başına solcular belediyelerde, hükümette iktidar olamasın diye getirildiler. Solun başını bağlayan, yolunu şaşırtan insanlar bunlar. Ecevit, Fetullah Gülen teşkilatıyla yanyana geldi, onlara kontenjan verdi, her türlü olanağı sundu. ‘Cemaat’i devlete ilk yerleştiren Tayyip Erdoğan değil, Bülent Ecevit’tir.  Uzun lafın kısası, Ecevit, Baykal gibi insanlar sol filan değil, soldan hoşlanmayan tipik Türk milliyetçileridir. Erdal İnönü; rahmetlinin solla ne ilgisi vardı? Erdal Bey devlete güvenen biridir. Çünkü babası İsmet Paşa’dır; devletin içinde, köşkte büyümüştür. Onun için 2 Temmuz’da Sivas’ta arkadaşlarımız otelden telefon açıp ‘Bizi yakıyorlar’ dediklerinde, Sivas Valisi de ‘Hayır efendim, öyle bir şey yok.’ dediğinde, valiye güvenmiştir. Sol gelenekten gelen biri olsa, valiye mi, ‘Bizi yakıyorlar’ diyen aydınlara mı güvenirdi? (..) ”

*

Okuduğunuz bu bölümde, ne kadar  büyük iddialar var değil mi?..

Büyük bir “proje”den bahsediyor Zülfü Livaneli.

Alıntıladığımız kısmın son bölümündeki “Vali” vurgusu da son derece önemli.

Zülfü Livaneli, şöyle biraz daha “derine” girse, Sivas Olayları’nın “esas boyutlarına” gelecek ve Türkiye’yi büyük bir “Laik-Antilaik Çatışması”na sürüklemeyi hedefleyen korkunç plândaki “derin sol ve derin sağ” unsurları gündeme getirecek de…

Orası mayınlı  alan.

Röportajın son bölümünde, “O kadar sinsi saldırırlar ki, gözüm yemiyor!” diyerek, “mayınlı alanlara” niçin girmediğini söylemiş aslında Zülfü Livaneli.

Sivas Olayları’nın arka plânına bir girilebilse…

Ah bir girilebilse!..

Bendeniz buna teşebbüs ettim, nice yazı dizileriyle “gerçeğin” etrafında dolaştım.

Tam hedefe varıyordum ki, “sağlı-sollu” “sinsi operasyonlara” maruz kaldım!

*

Zülfü Livaneli, bu ilginç röportajda, “sağ ile işbirliğini” yerden yere vuruyor ama…

Sonuçta dönüp dolaşıp “sağ ile işbirliği”nden başka çare olmadığına varıyor!..

Mahalli Seçimlerde”, AK Parti’nin “ağır yara almasına” yol açan işbirliğini göklere çıkartırken ve bu yolda, “en az Tansu Çiller kadar sağcı” olan bir Politikacı’yı överken, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!”  dedirtiyor bize…

CHP’nin Deniz Baykal ve öncesindeki bütün genel başkanlarını “sol görünümlü sağcı” çerçevesine yerleştiren Zülfü Livaneli’nin methettiği “kurtuluş” formülünün omurgasını, “En az Tansu Çiller kadar sağcı” olan bir Politikacı ile “dayanışma” oluşturuyor!..

Bir Kişi”den  “kurtulmak” için “herkesle” işbirliği yapılabilir mi?..

Hatta…

 “Dua”nın gücünden de faydalanılabilir mi?

Zülfü Livaneli’nin, Kemal Kılıçdaroğlu bahsi geçtiğinde…

CHP’nin şimdiki Genel Başkanı’na,

Allah kolaylık versin!” diye dua etmesi çok hoş.

Yüksek müsaadeleriyle, “Allah duanızı kabul etsin!” dememe hakkımı kullanacağım!..

……………………………………………………….

2

Deniz Baykal, ‘Ben Kürtleri, Alevileri sevmem’ dedi mi?

Ahmet Hakan – Hürriyet – 4 Temmuz 2021

Zülfü Livaneli’nin İrfan Aktan’a verdiği röportajı okudum. Genel yorumum şudur: Çok önemli tespitler var röportajda. Özellikle Erdal İnönü, Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’la ilgili saptamaları ilginç. Çok yararlı, çok etkileyici bir röportaj. Bulup okumanızı tavsiye ederim. Ve fakat Zülfü Livaneli’nin röportajdaki bir sözüne takılmadan da edemedim.
Şöyle demiş Livaneli:
“Deniz Baykal Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez. Bunu çok sefer kendisi de söyledi. Basında çıktı”. Allah Allah!

Deniz Baykal, herhangi bir demecinde “Ben Kürtleri sevmem, ben Alevileri sevmem, ben ezilenleri sevmem” dedi de ben mi atladım? Üstelik bir kez de değil, çok sefer söylemiş bunu.. Tabii ki doğru değil bu! Bir politikacı ne kamu huzurunda ne de gizli kapaklı ortamda böyle bir şey der. Tabii eğer aklını peynir ekmekle yememişse!

Kürtleri sevmese de… Alevileri sevmese de… Yapmaz bunu!

Baykal’ın da yok böyle bir sözü. Ama Livaneli’ye bakarsanız Deniz Baykal, böyle demiş. Üstelik gazetelere demeç verir gibi söylemiş bunu. Livaneli’nin sözünden edinilen izlenim bu. Ne kadar kolay değil mi haksızlık yapmak?

Oysa aynı Livaneli, röportaj boyunca… “Bana hep haksızlıklar yapıldı, hep iftiralar atıldı” diye yakınmaktan da geri durmamış. Kendisine yapılan haksızlıklardan, atılan iftiralardan yakınan Zülfü Livaneli’nin, söz konusu Baykal olunca kolayca haksızlık yapmasını ve iftira atmasını yadırgadım doğrusu. “Ben Baykal’ın Alevileri, Kürtleri, ezilenleri sevmediğini düşünüyorum” diyebilirdi.

Hatta ve hatta… “Deniz Baykal’ın özel görüşmelerinde Kürtleri, Alevileri sevmediğini söylediğine dair iddialar var” bile diyebilirdi. Böyle bir nezakete başvurmamasını, “Deniz Baykal böyle demiştir” diye olayı özetlemesini.. Zülfü Livaneli’ye hiç yakıştıramadım.

………………………………………………………………

3

Menuetto ve Trio (daha canlı)

TC Meftun Hazırol paylaşımı – 8.7.2021

Zülfü Livaneli’nin Portresi (1)

Gazete Duvar’la röportaj[1] yapan Zülfü Livaneli milliyetçiliğe düşman, bölücülerle, kimlik siyaseti yapanlarla kol kola olan, devlet karşıtlığı üzerinden üniter devlet karşıtlığına varan bir portre olarak karşımızda beliriyor.

Türk milliyetçiliğini, ırkçı bir anlamda kullanıyor. Bunu “Ecevit, Baykal gibi insanlar sol filan değil, soldan hoşlanmayan, tipik Türk milliyetçileridir” diyerek gösteriyor. Yani “tipik Türk milliyetçileri soldan hoşlanmaz” demeye getirerek Türk milliyetçiliğini, sol düşmanı, ırkçı gösteriyor. Dahası sola, “Türk milliyetçisi olmayın”, kısaca “milliyetçi olmayın” diyor. “Atatürk milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğinden farklı” diyecekler için Atatürk’ün “Türk milliyetçisiyiz” sözünü hatırlatayım.

‘BİZE TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DERLER’

Atatürk 26 Nisan 1926’da Türk Ocakları Kurultayı’nda şöyle konuşmuştur:

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk camiasıdır. Bu camianın fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa o camiaya dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”[2]

ATATÜRK’Ü KATLİAMCI BULURKEN ATATÜRKÇÜLERE GÜL DALI ATMAYI İHMAL ETMİYOR

Livaneli şu sözleriyle Atatürk’ü katliamcı olarak gösteriyor:

Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nden gelen, kadro olarak İttihat Terakki’yi dışlayan, Doktor Nâzım’ı, Cavit Bey’i ve diğer İttihatçıları idam ederek cezalandıran ama o kadronun bir kısmını içinde taşıyan bir devlet kurucu parti olarak CHP, ileriki tarihlerde sol bir parti gibi görünmeye çalıştı.”

Sanırsınız karşımızda tarihçi konuşuyor! İttihat ve Terakki anlayışının neden dışlandığını, idam edildiklerini bilmiyor bile. Tarihi yeterince bilmeyenler, kimi eski İttihat ve Terakkicinin Atatürk’e suikast düzenledikleri için değil de durduk yere asıldıklarını düşünür. Görüyor musunuz Atatürk nasıl da katliamcıya dönüşüyor. Livaneli, Atatürk dönemi CHP’sini de sol görmüyor.

Ecevit, Baykal, Erdal İnönü gibi kişiler için “bunlar, Türkiye’de 30’lar devletinin devamlılığını arzulayan ve bununla görevli olan, devletle halk karşı karşıya geldiğinde devletin yanında duran, bu nedenle de hep korumaya alınmış insanlar” diyor. Livaneli 1930’lar devletinde yaşasa kim haklı diye düşünmez, devletle halk karşı karşıya geldiğinde, halkın yanında olurdu anlaşılan. 1930’larda Menemen, Ağrı, Dersim gibi isyanların nedenlerini, haklılığını sorgulamaksızın, sırf halk katılımı var diye devlet, dolayısıyla Atatürk karşıtı olurdu.

Aslında Livaneli’nin zamana, olaya bağlı olmayan, yani soyut devlet karşıtlığı, onun devrim karşıtı olduğunu gösteriyor. Çünkü Livaneli, devrimin kendi koruma, pekiştirme gayretinin karşısında. Deniz Baykal’ı eleştirirken kullandığı “Tipik bir Sünni, sağcı, Ankara politikacısıdır” sözündeki Ankara, devleti simgeliyor. Demek ki devlet kötülüklerin sorumlusu. Fakat kendisi 1990’larda CHP’ye genel başkan olarak iktidara gelmek yani Ankara’yı yönetmek istiyordu.

Sormazlar mı bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye!

Atatürk’ü katliamcı göstermekten çekinmeyen Livaneli, Osmanlı’dan beri gericilikle aydınlanmacılık arasında mücadele olduğunu, bu mücadele yüzünden “Kurtuluş Savaşı sonrası Mustafa Kemal için ‘Bir deccal geldi ve ülkeyi elimizden aldı’ dedi bunlar” diyerek de Atatürkçüleri kazanmaktan geri durmuyor.

MİLLİYETÇİ OLMADIĞI BELLİ DE SOLCU MU?

Geçmişe değil bugüne bakarım ama geçmişteki yanlışının özeleştirisini vermeyen kişi, bugün de geçmişini savunuyor demektir. Başkalarına ilericilik, çağdaşlık, solculuk öğreten Livaneli geçmişte Said Nursi’yi övüyordu. Livaneli’nin 25 Mart 1995 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayımlanan, Atatürk ve cumhuriyet düşmanı Said Nursi hakkındaki fikirleri şöyle:

Said Nursi çok zeki ve insanı etkileyen biri. Büyük bir bunalıma girmiş insanlığa yardım etmek için, Risale- i Nur Külliyatı’nı yazmış. Bu külliyattan ben de okudum.

Risale-i Nur’da Said Nursi’nin çok ilginç ve ateşli bir üslubu var. Said Nursi’nin bambaşka bir Türkçe anlayışı var. Farklı bir edebiyat tadı taşıyor. Risale-i Nur’un üslubu öylesine kuvvetli ve hırslı ki insanı ister istemez etkiliyor.

Said Nursi ilginç biri. Tarihin hangi döneminde yaşamış olursa olsun filozoflarla polemiğe giriyor, aynı konuları irdeliyor. Balzac’ın öğretmenine sorduğu soruya cevap veriyor.

Camus ile Kierkegaard ile tartışmaya giriyor ve doğrusu çok mantıklı cevaplar veriyor. Varoluşçu felsefenin temel sorusu olan kader gibi zor bir konuda verdiği cevaplar beni çok ilgilendiriyor.

Yani insanın kaderinin, davranışına bağlı olması fakat bunu Allah’ın daha önceden bilmesi…

Said Nursi farklı biri.”[1]

Bugüne kadar bu sözlerinden pişmanlığını belirtmediğine göre hala savunuyor, demektir. Said Nursi’yi filozof olarak göre biri ilerici, çağdaş, sol olabilir mi!

Bölücülerle kol kola “solculuk”

Gazeteci, CHP, HDP gibi partilerin yanısıra 70’i aşkın kurumun katıldığı ve Livaneli’nin de çağrıcısı olduğu Demokrasi Konferansı’nı hatırlatarak “bu konferans demokrasi güçlerinin orta veya uzun vadeli birlikteliğine vesile olabilir mi?” sorusunu yöneltiyor. Livaneli soruya şöyle yanıtlıyor:

Türkiye’nin yaralarını sarabilmesi için bir araya gelmek olmazsa olmazdır. Başımıza ne geldiyse, muhalefet cephesi bir araya gelemediği için geldi.”

Livaneli anadilde eğitim (dikkatinizi çekerim anadilin öğrenilmesi değil) hakkını, özerkliği savunan, “sırtımızı PKK’ya yaslıyoruz” diyen HDP ve benzeri kuruluşları da “muhalefet cephesi”ne dahil ediyor. Onun gözünde HDP, “Türkiye’nin yaralanmasına neden olmuyor, aksine “Türkiye’nin yaralarını sarabilmesi için” katkı sunan bir parti oluyor. “PKK’nın tükürüğünde boğulacaksınız”, “biz daha Apo’nun heykelini dikeceğiz” diyen HDP’liler için Livaneli, “HDP’nin sağduyulu siyaseti”nden bahsediyor.

Milletler çağında etnik siyaset solculuk olabilir mi!

Not: Yazının devamı önümüzdeki günlerde “Zülfü Livaneli’nin Portresi (2)” başlığıyla yayımlanacak.

[1] İrfan Aktan, “Zülfü Livaneli: CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart”, Gazete Duvar, 3 Temmuz 2021, erişim tarihi 5 Temmuz 2021, https://www.gazeteduvar.com.tr/zulfu-livaneli-chpnin…

[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 18, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s. 181.

[1] “Said Nursi farklı bir edebiyat tadı taşıyor”, Risale Haber, 18 Şubat 2012, erişim tarihi 07.07.2021, https://www.risalehaber.com/said-nursi-farkli-bir…

Mustafa Solak

……………………………………………..

4

Gürkan Hacır’dan Livaneli’ye mektup:

Kimlik siyaseti ne abi?

Korkusuz Yazarı Gürkan Hacır, Zülfü Livaneli’nin Duvar gazetesine verdiği röportaja ilişkin bir yazı kaleme aldı. Hacır, Livaneli’ye “Bizim solumuzu kemiren şey kimlik siyasetidir. Siz bile o tuzağa düşüyorsunuz. Kimlik siyaseti ne abi?” sözleriyle seslendi.

8.7.2021

Korkusuz yazarı Gürkan Hacır, Zülfü Livaneli’nin Duvar gazetesine verdiği ve çok konuşulan röportajı sonrası bir yazı kaleme aldı. Livaneli’ye seslenen Hacır, “kimlik siyaseti ne abi?” ifadelerini kullandı. 

Hacır’ın yazısı şu şekilde;

“Sizinle yüz yüze tanışmadık.

Ama bi ara küsmüştük.

Daha doğrusu bana kırgındınız.

Bir tv programında eleştirilerimiz vardı size.

Bozulmuşsunuz.

Neyse çok sürmedi.

Bizim Barış’la selam yolladınız. “Gürkan ne yapıyor, iyi mi diye…” Sormuşsunuz.

Almış kabul etmiştim.

Tanışmadan barıştık yani.

Şimdi…

Güneş topla benim için”i kasetten dinleyerek yetişmiş biri olarak…

İzin verirseniz…

Size abi diyebilir miyim?

Zülfü Abi…

Duvar gazetesine verdiğiniz mülakatı okudum.

Üzüldüm abi.

ABD’nin üs kurduğu, nükleer silahları yığdığı ileri karakol ülkesinde gerçek manada solculuk yaptırmazlardı.

Demişsiniz.

İki paragraf sonra da…

Sol parti liderlerinin solculuk yapmadıklarını söylüyorsunuz.

Çelişmediniz mi şimdi abi…?

Sonra…

Sol partilerin genel başkanlarının solcu olmadıklarını söylemişsiniz.

Bülent Ecevit solcu muydu? Politikaya meraklı, hırslı, Robert Kolejli genç bir siyasetçinin önündeki bütün engelleri kaldırarak CHP’nin başına getirdiler.

Ecevit’in Robert Kolej mezunu olmasına takarsak kimi bulacağız abi.

Sosyalistliğinden gram şüphe duymayacağımız Behice Hanım nerden mezun?

Robert Kolej değil mi abi?

Veya…

Erdal İnönü için… “Devletin içinde köşkte büyümüştür” diyorsunuz.

Solcu kimi bulalım Zülfü Abi?

Mehmet Ali Aybar keser mi?

Güleryüzlü sosyalizmin mucidi.

Dedesi harekat ordusu komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’ydı.

Biraz daha geriye gideyim…

Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu Mustafa Suphi mesela…

Babası Konya valisiydi.

Solda kurulmadık örgüt bırakmayan devrimci Sarp Kuray’ın babası Enver Kuray Bursa valisi.

Tıpkı sizin babanızın hakim olması gibi…

Devletin lojmanında doğup büyümüştü o da…

Şimdi ne yapalım söyle abi?

Hocaların hocası sosyalist Sadun Aren’in annesi Mevlevi tarikatındandı.

Dev-Genç’i kuran Bülent Uluer’in dedesi Nakşi şeyhiydi.

Onların solculuğundan mı şüphe edeceğiz?

Hatırlar mısınız Zülfü abi…

Siz Sabah gazetesinde yazmaya başlayınca sol çevrelerden yaylım ateşine tutulmuştunuz.

O zamanki sözünüzü ben hiç unutmadım.

Nerde yazdığım değil ne yazdığım önemlidir” demiştiniz.

Ben de sizin sözünüzden hareketle “Bir insanın nerde okuduğu veya ailesinin kim olduğu değil ne yaptığı önemlidir” dersem haksız mıyım abi?

Sonra…

İsveç Sosyal Demokrat Partisi, kapitalizmle sosyal demokrasi arasında bir çizgi tutturmuş olduğu halde Enternasyonal Marşı’yla yürür. Almanya Sosyal Demokrat Partisi başkanı Willy Brandt sol gelenekten gelmedir.” demişsiniz.

Ah Zülfü abi…

Sosyal Demokrasi örneği verdiğiniz ülkelere bakın.

İkisinin de kişi başına milli geliri 57 bin dolar… Bolluk bereket…

Tek bir mezhep… Tek bir etnik kavga yok…

Hele İsveç… Nüfus 10 milyon… Arazi nerdeyse bir kıta büyüklüğünde… Koca ülke…

Tam refah ülkesi… Arazi desen bol… Para desen bol…

Oralarda Sosyal demokrat olmak kolay Zülfü abi…

Gel de Ortadoğu da ol…

Bin türlü etnik mezhepsel hesap… Bin türlü kavga…

Bizim solumuzu kemiren şey kimlik siyasetidir.

Siz bile o tuzağa düşüyorsunuz.

Bir solcu kimlik siyasetinden söz eder mi?

Sınıftan söz eder emekten söz eder… Hakça eşit bölüşmeden söz eder…

Kimlik siyaseti ne abi?

Siz de çok iyi bilirsiniz…

Bizim sol bu yüzden ayrıştı.

Kürt meselesinden…

Bakın sizin türkü bestelediğiniz…

Deniz’ler, Ulaş’lar… Samsun’dan Ankara’ya 19 Mayıs’ta “Atatürk yürüyüşü” yapmışlardı.

Hatırlarsınız.

O yürüyüşte en önde kim vardı?

Ömer Ayna!

HDP’li Emine Ayna’nın amcası Ömer Ayna…

Diyarbakır’lı bir Kürt genci olarak en öndeydi.

Atatürk’ün yolundan gidiyordu.

Anti emperyalizm ve tam bağımsızlık isteyerek…

Kürdü Türkü tek bayrak altında kardeşçe bu vatanda yaşama hayaliyle yürüyorlardı.

Şimdi ise ABD’nin kuyruğuna takılmış örgüt, toprak istiyor.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı çoktan emperyalizmin aparatı oldu.

ABD nereyi dağıtmak istiyorsa etnik damarı kaşıyor, özgürlük vadediyor.

Mevzu nerden nereye geldi abi.

Neyse…

Bir gün uzun konuşuruz Zülfü abi

……………………………………………………………………..

5

Ümit Kocasakal’dan çok sert ‘Livaneli’ tepkisi:

Kullanışlı dönekler, renkli Sorosçular…

Eski İstanbul Barosu Başkanı Prof. Dr. Ümit Kocasakal, “Baykal Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez.” sözleriyle gündem olan Zülfü Livaneli’ye sert tepki gösterdi: Her dönem kullanışlı döneklere, liboşlara, ikinci cumhuriyetçilere ve onların varyantı renkli Sorosçulara…

09 Temmuz 2021 01:09 – Veryansın tv

Zülfü Livaneli’nin eski CHP lideri Deniz Baykal’la ilgili sözleri yeni bir tartışmanın gündemi oldu.

Livaneli, verdiği bir röportajda, “Baykal solcu muydu! Hiçbir alakası yok. Tipik bir Sünni, sağcı, Ankara politikacısıdır Baykal. Baykal pekâlâ DYP’de, ANAP’ta, DP’de görev yapabilirdi ve çok daha başarılı olurdu. Deniz Baykal Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez. CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart” ifadelerini kullanmıştı.

Livaneli’ye bir tepki de Eski İstanbul Barosu Başkanı Prof. Dr. Ümit Kocasakal’dan geldi. Livaneli’ye sert ifadelerle tepki gösteren Kocasakal “Hormonlu ve yeni sömürgeci sahte solculara, zihni bölücülük peşindeki alt kimlikçilere, her dönem kullanışlı döneklere, liboşlara, ikinci cumhuriyetçilere ve onların varyantı renkli sorosçulara, sahte muhafazakarlara, sözde yerli ve millilere bir kez daha duyurulur. Sahi gerçekte kimsiniz siz ? Dostlarınız kimdir ? Kimin veya kimlerin sesisiniz? Amacınız nedir?” dedi.

Sosyal medya hesabından açıklama yağan Kocasakal şu ifadeleri kullandı:

PANDORANIN KUTUSU AÇILMIŞ’

“1: Müziğine tek lafım olmayıp şapka çıkardığım, siyasi çizgisi için ise (gerçekten varsa!) aynı şeyleri söyleyemeyeceğim Zülfü Bey (Livaneli) yine dayanamayıp alt kimlikçilik üzerinden bir söylemde bulunmuş. Pandoranın kutusu açılmış. İyi de olmuş. O zaman oradan yürüyüp soralım:

KİMSİNİZ SİZ?’

2: Hani sn. Livaneli’nin bir şarkısı var ya “Dostum Mikis, söyle kimiz biz / sahi kimiz biz/anlat kimiz biz ?” sözlerinin yer aldığı. Şimdi bir Kemalist olarak (kendisi hazetmez ama ben gururla söylüyorum) ben de soruyorum: Anlatın, gerçekten de kimsiniz siz ? Dostlarınız kim?

BİLDİRİ AYDINLARI’

3: Yurttaşlık bilinci yerine sürekli olarak alt kimliklerin altını çizip kaşıyan, etnikçilik ve mezhepçilik üzerinden insanları ayrıştıran, Said-i Nursi gibileri yüceltirken Kemalizme kan kusan,

4: “Amerika ortadoğudan defol” yerine “biji serok Obama” diyen, doğudaki kan emici feodallere laf edemeyen hormonlu sola tek bir söz söyleyemeyen ama solculuk taslayan “bildiri aydınları”, sahi kimsiniz siz ? Kimin veya kimlerin sesisiniz?

SOROS’UN GEMİSİNE BİNENLER Mİ SOLCU’

5: Sol ne sağ ne? Solcu kim, sağcı kim? Devrimci, muhafazakâr kim ? Vatanseverlik ne ? Kim gerçekten yerli ve milli ? Kendine “sol liberal” diyenler, “renkli” devrimleri (!) kutsayıp Soros’un gemisine binenler, kendi ülkesini ve milletini soykırımcı ilan edenler mi solcu?

6: Bunlar kimler adına hangi işi ve işlevi görmekte? Gerçek solcu alt kimlikler, özellikle etnikçilik ve mezhepçilik üzerinden siyaset yapar mı? Yurttaşlık bilincini aşındırır mı?

7: Anti emperyalist olamayan, feodaliteye karşı durmayan, sözde “sol maske” altında bunları yapmayanları görmezden gelen etnikçi ve mezhepçiler solcu olabilir mi? Daha önemlisi bu toprakların sesi ve rengi olabilir mi?

HORMONLU İLLÜZYONLARI AÇIĞA ÇIKARMAKTA FAYDA VAR’

8: Artık gerçekten maskeleri indirmekte, “mahalle” adı altında özenle oluşturulmuş, belli ritüel, sembol ve sloganlara dayalı “münhasır istismar bölgeleri” ni (MİB) tarumar etmekte, gerçek bir çizgiden mahrum, yapay ve “hormonlu” fikri illüzyonları açığa çıkarmakta yarar var.

9: Birkaç beylik slogan ve sol yumruğu kaldırmakla,içi doldurulamayan “barış” ve “kardeşlik” söylemleri ve “bildiri”lerle solculuk oynayanları da, milliyetçiliği belli işaretlere ve hamasete hapsedenleri de, tatlı kârları muhafaza etmeyi “muhafaza-kârlık” diye yutturanları da,

SAHTE ATATÜRKÇÜLERİ TEŞHİR ETMEK ŞART’

10: Dini siyasete ve ticarete alet edenleri de, aynı şeyi Atatürk üzerinden yapıp hiçbir görüşüne katılmadıkları halde Atatürk’ü istismar eden sahte Atatürkçüleri de teşhis ve teşhir etmek şart. Bunların birbirinden bir farkı da, ülkeye hayrı da yoktur, olamaz.

11: Kim ki alt kimlikçilik üzerinden yurttaşlık bilincini köreltiyorsa, alt kimliklerin, özellikle de etnisite ve mezheplerin altını sürekli ve ısrarla çiziyorsa bilin ki küresel virüsü kapmış ve emperyalizme bilerek ya da bilmeyerek hizmet ediyor demektir.

ZİHİNSEL MESAFE KOYMAK GEREKİR’

12: Bu gibilerle araya derhal zihinsel ve sosyal mesafe koymak gerekir, çünkü muhtelif varyantları ile çok bulaşıcıdır!

13: Herkesin alt kimlikleri elbette ki değerlidir. Ancak, “farklılıklarımız zenginliktir” söylemi altında sürekli olarak bunlar öne çıkarılırsa Yugoslavya olmak kaçınılmaz olur. Amaç da budur.

KİMLİKÇİLİK FAY HATLARI YARATIR’

14: Bizim en büyük zenginliğimiz farklılıklarımızdan ziyade benzerliklerimiz ve ortaklıklarımızdır, ortak hikayelerimizdir. Bunu güçlendiren de yurttaşlık bilincidir. Alt kimlikçilik ise toplumsal fay hatları yaratır. Alt kimlikçiliğin körüklenmesi ve desteklenmesi de bundandır.

15: Hep söylediğim gibi; millet olmak aynı soydan, boydan, etnisiteden gelmek olmayıp, aynı yoldan gelmek, aynı kadere, kedere, geçmişe ve geleceğe, aynı şarkı ve türkülere, yemeklere sahip olmak demektir. İşte buna da “milli şuur” (bilinç) denir.

KULLANIŞLI DÖNEKLER, RENKLİ SOROSÇULAR…’

16: Hormonlu ve yeni sömürgeci sahte solculara, zihni bölücülük peşindeki alt kimlikçilere, her dönem kullanışlı döneklere, liboşlara, ikinci cumhuriyetçilere ve onların varyantı renkli sorosçulara, sahte muhafazakarlara, sözde yerli ve millilere bir kez daha duyurulur.

17: Soruyu tekrarlayalım: Sahi gerçekte kimsiniz siz ? Dostlarınız kimdir ? Kimin veya kimlerin sesisiniz ? Amacınız nedir?”

……………………………………………

6

Demokratik-tik liboşlar cephesi

Yavuz Alogan – 09 Temmuz 2021 – Veryansın

Bir yanda ülkeyi İslam Şeriatı’yla yönetmek isteyen laiklik ve Aydınlanma düşmanı Saray iktidarı bizzat kurduğu sistemi “sıfırdan” yeni bir anayasayla yerleştirmeye, bir seçim daha kazanarak hedefine yaklaşmaya çalışıyor.

Öte yanda işbirlikçi demokratik-tik muhalefet, Türkiye’yi Batı emperyalizminin uydusuna dönüştürerek dış politikada her türlü tavizi vermeyi, etnik ve mezhebi bölünmeleri emperyalizmin yeni “insan hakları” tanımına uygun biçimde derinleştirmeyi amaçlıyor.

Elbette bunlar her türlü pazarlığa, mutabakata açık geçişken yapılar. Başka deyişle, “bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, ortada su şişesi” tarzında belirgin bir ayırım yok. İlişkiler karmaşık; iç ve dış bağlantılarla sürüyor ve yeni anayasa tartışmalarında odaklanma, ülkeyi biri gerici-işbirlikçi, diğeri liberal-işbirlikçi anayasalar çevresinde kutuplaştırma eğilimi taşıyor.

Anayasa söz konusu olduğunda soru şudur: mecliste çoğunluğu ele geçiren bir partinin ya da partiler grubunun “sıfırdan” anayasa yapmak gibi meşru bir hakkı var mıdır? Her siyasî iktidar kendi anayasasını yaparsa, Devlet’in sürekliliğinden, hatta bizatihi devletin varlığından söz edilebilir mi?

Saray ile siyasî partiler arasında pazarlığın nasıl yapıldığını, kapalı kapılar ardında ne konuşulduğunu, RAND Raporu’nda Saray’a üstü kapalı biçimde verilen iktidarı devretme karşılığında yargılanmama güvencesine hangi partinin ya da hangi siyasilerin aracılık ettiğini, Saray’ın MHP’yi silkeleyip İYİP’le iş tutmak isteyip istemediğini elbette bilemeyiz. Dedikodu temelinde analiz yapılmaz. Göreceğiz…

Dışarıdan dayatılan başkanlık rejiminin vidaları biraz gevşetilerek yerleşmesi için neoliberal bir restorasyon arayışı olduğunu, bunun ABD-AB tarafından dayatıldığını, AKP dahil bütün partilerin ve siyasî şahsiyetlerin bu yönde dört nala koşmaya başladıklarını, yarışın ileriki evrelerinde tozu dumana katacaklarını belirtmekle yetinebiliriz. İpi göğüsleyen özlenen restorasyonu gerçekleştirecek, sistemi yerleştirecek.

CHP-HDP’yi ve yeni ortaya çıkan Demokrasi Konferansı gibi oluşumların demokratik-tik çağrısını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Demokratik” sözcüğünün sonuna “tik” eklememizin sebebi, içeriği boşaltılan demokrasi kavramının insan bedeninde bir kas kümesinin istemsiz hareketinden oluşan tiklere dönüşmüş olmasıdır. Bu tiki özellikle PKK’nin ve HDP sosyetesinin bütün yazılarında ve söylemlerinde görebiliriz. Bunlar her lafın başına bir “demokratik” sözcüğü koyarak “tik”e süreklilik kazandırmışlardır. Dolayısıyla “demokratik” sözcüğünü gördüğümüz ya da duyduğumuz her yerde dikkat kesilmeliyiz. Gerçek demokrasi ile demokratik “tik”i ayırt etmeliyiz.

Bunların “demokratik-tik”ten anladıkları, son tahlilde, üniter devletin federal devlete dönüşmesi, giderek kendi güvenlik ve yasama organları olan yerel parlamentoların kurulması, bütün anadillerde eğitimin başlatılması ve Devlet’in en az iki dilli olması, bütün etnik ve dini gruplara örgütlenme ve ifade özgürlüğünün verilmesi, Cumhuriyet’in bütün Devrim Kanunları’nın geri dönüşü imkânsız biçimde imha edilmesidir. Emperyalist kapitalist dünya sisteminin son 30 senedir azgelişmiş bütün çevre ülkelere dayattığı “demokratik-tik” çözüm bundan ibarettir. Bu çözümün en vahim sonuçlarını Irak’ta, en trajik örneğini Yugoslavya’da gördük.

Oysa ancak “yurttaş”ın etnik mensubiyetini, dinini mezhebini görmeyen, toplumsal sınıfların ve meslek gruplarının sendikalarda ve derneklerde serbestçe örgütlenmesinin yolunu açan, bütün kurumları birbirini denetleyen, kuvvetler ayrımı ilkesinden şaşmayan, halkın bütün kesimlerinin parlamentoda yer almasını sağlayacak bir Siyasî Partiler Kanunu’yla gerçek temsili sağlayan, kilit sektörlerden başlayarak özelleştirilmiş bütün iktisadî kurumları kamulaştıran, üniversiteleri özerk, öğretimde tedrisatı tevhit edilmiş, medya kurumları sermayeden tam bağımsız, arkasında sağlam bir muhafız gücü olan laik bir anayasal devlet “demokratik” sıfatını hak edebilir. 1961 Anayasası Türkiye’ye bu imkânı vermişti.

Neyse, konuyu dağıtmayalım…

Çağrıcılar”dan Zülfü Livaneli’nin çıkışı ortalığı karıştırdı. Restorasyonun yakın olduğu düşüncesiyle şahsına bir rol kapmak için telaşla öne atıldığını görüyoruz. Sanki birileri ona “Güneş topla benim için” demiş gibi davranıyor. Fakat sözlerini dikkatle okuduğumuzda, ne kadar yurtsever, ulusalcı, Kemalist varsa hepsini tasfiye eden Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine bile tahammül edilemediğini dehşetle fark ediyoruz. Sayın Livaneli, Deniz Baykal’a saldırarak CHP teknesinin dibini kazımaya, İnönü’den Ecevit’e kadar partinin bütün geçmişini mahkûm etmeye çalışıyor.

Oysa Sayın Baykal neoliberal çağa ayak uydurmak için elinden geleni yapmış, çarşafa rozet takmış, Kürt raporları hazırlamış, geç andropoz çağında imajını yenilemek için Ricky Martin müziği eşliğinde ışıklar ve konfetilerle zıplayarak sahneye çıkmıştı. Ona herhalde “devlet adamı” kimliğini üzerinden atamadığı için kızıyorlar.

Livaneli, meydanı boş bulduğu için gayet rahat konuşuyor. Duvar Gazetesi’ne (03. 07. 21) verdiği mülakatta, “Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve HDP’nin sağduyulu siyaseti Türkiye’ye iyiye doğru tarihi bir adım attırdı,” diyor. Fakat “CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart” dediğine göre, CHP’nin attığı adımı yeterli görmüyor. Meral Akşener’i de seviyor. Meral Hanım detone türkücünün yazdığı kitabı okumuş da ona telefon edip sizin soldaki hastalıklardan bizim ülkücü camiada da var demiş. Empatiye bakar mısınız? Bunlar iz sürüp arkalarını koklayarak birbirlerini buluyorlar…

Sonuç olarak, neoliberal işbirlikçiler ile gerici işbirlikçilerin CHP konusunda mutabık kaldıklarını anlıyoruz. Birinci grup, CHP kendi tabanını yeterince dönüştüremediği, geçmişinden tamamen kopamadığı için yakınıyor, partinin HDP’yle bütünleşmesini, kadrolarını yenilemesini, tamamen başka bir şeye dönüşmesini istiyor. İkinci grup ise CHP’yi “vesayet”in son kalıntısı olarak görüyor ve onu siyaset alanının en dış çemberine sürmeye çalışıyor.

Burada durup Yalçın Küçük’ü saygıyla anıyoruz. Bir keresinde kalpağını düzeltip kızıl atkısını savurarak şöyle demişti: “Livaneli’yi ben hiç bir zaman bir sanatçı olarak düşünemedim. Bana hep bir tüccar olarak göründü; soldan yetişmiş büyük tüccarlardan birisidir. Sanatta değil ticarette ustasının Yaşar Kemal olduğunu biliyorum.” (“Ve çeliğe su…”, Yeni İnsan, Şubat 1994).

Açık konuşan, sinsi ve çıkarcı olmayan insanlara ihtiyaç var. Livaneli gibi birinin kendisinde istikamet verme cüretini bulduğu bir “sol” ne kadar soldur diye düşünmek de gerekir. Sol’un bulunması gereken yerde açılan derin ideolojik boşluğu HDP sosyetesi ile liberal işbirlikçiler doldurdu. Demokratik-tik liboş entel-danteller cephesi AKP sonrasına hazırlanıyor…

Halkın bağrından bir Kurucu İrade çıkararak mevcut parantezi kapatıp tarihsel sürekliliği sağlayacak, bütün toplumsal sınıfları temsil eden bir Kurucu Meclis’le yeni bir anayasa yaparak laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti kuracak bir devrimci atılıma ihtiyaç var. Aksi hâlde bu ülke en kötü durumda bölünür, parçalanır, hatta işgal edilir; en iyi durumda ise güçlü devletlerin demokratik-tik bir sömürgesi olur. Yazık olur! yalogan@gmail.com

……………………………………………..

7

Yay burçlulara iyi haber!

Yılma Başar Korkmaz – 09 Temmuz 2021

Yay burcu olanlar lütfen bir adım öne çıksın, çünkü iyi haberlerim var. Öncelikle üç vakte kadar bolluk bekliyor sizi. Bol para, bol çevre, bol Avrupa, bol Amerika, bol rüşvet, bol sanat-sepet, bol insan hakları cart curt, bol hayvan hakları falan, bol Soros…

Ama bir tane de kısmi olarak kötü haberim var. Yay burcu olup da 10 Aralık’ta doğmadıysanız sayılan tüm fırsatlardan yararlanamayacaksınız çünkü ne yazık ki CHP’nin premium üyelerinden değilsiniz. Olur ya, yay burcusunuzdur ama 10 Aralık’a tesadüf etmediyseniz insan hakları, hayvan hakları, barış, kardeşlik gibi kavramlardan mahrumsunuzdur. Çünkü maalesef ilgili kavramların dünya şartlarındaki domainleri 10 Aralık ekibi tarafından satın alınmış durumdadır. Aman sıkı durun, yel esiyor…

Bizim sözlerimize gerek olduğunu düşünmüyorum pek. Olan olmuş, planlanan yapılıyor gibi; pardon talih gülmüş gibi demek istedim. Eee efendiler, falları fallanmış, dört yanı kıl sarmış…

Türkiye Cumhuriyeti’nde hayatımızı dolduran bazı insanlar var ki hayattan göçüp gittiklerinde yerlerinin nasıl dolacağı kara kara düşünülür. Bu isimleri saymayacağım fakat bir tanesi üzerinde duracağım yalnızca. Bu isimler siyaset, kültür-sanat, spor gibi alanlarda fazla fazla vardır. Vatanseverlerin nezdinde bazılarının yerinin dolması ne yazık ki imkansız. Bazılarının yerleri ise çoktan satın alınmıştır, 25 göbek ötesi için bile doldurulmuştur o yerler. Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı “Koltuk Belası” filmindeki gibi konuşan ve dönüştüren bir koltuk vardır ki vah vah, aman oturmayın efendiler… Bir gün Gorbaçov ile tatlı bir sohbet, bir gün Ermeni Soykırımı, bir gün açılım, bir gün Ergenekon, bir gün güneş toplama derken elinizde bağlama ile çok sempatik (!) bir insana dönüşebilirsiniz. Reçete hakkında detaylı bilgi almak için malum yerlere başvurabilir ya da günde üç öğün Zülfü Livaneli kaseti dinleyebilirsiniz.

Livaneli her zaman kendisini solcu olarak tanımlar ve Atatürk ile de reklam yapar. Ama baktığınız zaman Kemalizm kendisi için bir darbecilik sembolüdür. Livaneli 13 Mart 2021’de şu tweeti atıyor: “Darbeler, kendilerine Kemalist diyen, çapsız NATO subaylarının işiydi. Mustafa Kemal ‘Kemalist’ değildi. Nasıl din ve milliyetçilik kavramları sömürüldüyse, ölümünden sonra o da sömürüldü. Hem de düşmanları tarafından”. Livaneli, kafasına koymuş ki Kemalizm bir darbecilikti fakat eksik ve yanlışın tillahı bir bilgi var bu kısımda. Ayrıca Zülfü Bey, kalkıp Atatürk’ün üniversite reformuna da karışmaktan kendisini alıkoyamıyor ne yazık ki. Maşallah her yemeğe atılan tuz gibi. Yazdığı ünlü post-modern kitaplardan Serenad hakkında soruları yanıtlarken şöyle bir açıklama yapıyor: “Atatürk, hükümete rağmen bu bilim adamlarını Türkiye’ye getirdi. Gerçekten çok ileri görüşlü bir kişilikti ve ben kendisine hayranım. Hatta vasiyetinde diyor ki; ‘Ben size hiçbir dogma ve değişmez kural bırakmıyorum, olaylar akla ve çağın gerçeklerine göre yorumlanmalıdır’. Bunu söyleyen bir insandan ‘Kemalizm’ diye donuk bir maske çıkardılar. Ve bu maskeyi de darbelerde yüzlerine geçirip, o darbelerin maskesi yaptılar. Kemalizm ile Mustafa Kemal’i ayırmak lazım.” Kusura bakmayın Zülfü Bey; Kemalizm, Amerikancı kişiler tarafından kullanılan bir kavramdan ziyade emperyalistler tarafından Türk yurdu kuşatıldığında Atatürk’ün yoldaşları için kullanılmıştır. Her -izm gördüğünü liberteryenizm görmüş gibi tın sesi çıkaran enteller de biraz yordu Türk Milleti’ni. Buradan sesleniyorum ki her -izm takısı durağanlık değildir ve böyle bir anlamı da yoktur, sağ olsun entellerin düşün dünyası yarattığı bir düşün simülasyonunda yaşıyoruz. Bu arada Kemalizm, bağımsızlığın ve hürriyetin kavramıdır ama sanıyorum ki ilkokul için eğitim yaşınız geçti, neyse eğitim için bir başka yol denemenizi tavsiye edeceğim ki ayıp değil ya, yaşı yok…

Ozan Livaneli, UNESCO Büyükelçisi Livaneli oldu ve daha sonra da vekil Livaneli oldu. Tarih, 10 Mart 2005 ozan-vekil-büyükelçi Livaneli bir konuşma yapıyor ve diyor ki: Türkiye-Ermeni ilişkileri konusunda geçen hafta UNESCO’da, Paris’te yapılan bir konuşma ve orada benim bir önerimle ilgili söz almış bulunuyorum. Bu kuruluşun, ideallerini dünyaya yaymak için ve çalışmalarını dünyaya yaymak için oluşturduğu bir büyükelçiler grubu var. Bunlar arasında, mesela, en son iyi niyet büyükelçisi yapılan, Amerikan Başkanı George Bush’un eşi Laura Bush’tur; bu sene iyi niyet büyükelçisi yapıldı. Sağ olsunlar, 1996 yılında, beni de bu heyete dahil ettiler, beni de UNESCO büyükelçisi olarak ilan ettiler; aynı zamanda da Genel Direktör Yardımcısı, Danışmanı yaptılar ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin imzasını taşıyan bir kırmızı pasaportla görev yapmamı sağladılar; o tarihten beri çalışıyoruz. Geçen hafta, bu büyükelçilerin yıllık toplantısı vardı; ben de buraya katıldım ve burada yaptığım konuşmada, meseleyi, konuşmamı, Türk-Ermeni meselelerine ve 1915 tehciri meselesine getirdim. Bunun ne kadar önemli olduğunu, iktidar ve muhalefet partisi de farkında ki, son günlerde, biliyorsunuz, bu konuda bir zirve yapıldı ve Türkiye’nin adım atması gerektiği ortaya çıktı. Ben de buna katılıyorum. 19. yüzyılda İstanbul’u ziyaret etmiş ve bizim hakkımızda kitap yazmış bir yabancı müellifin sözleri var; maalesef, diyor ki: “Türkler, geçmişi ve geleceği pek düşünmezler; bugünü yaşarlar.” Ne yazık ki, bunda biraz doğruluk payı var, kendimize bir özeleştiri yöneltirsek. Biz, önümüze çıkacak meseleleri çok fazla düşünmeyiz. Gelin, bu meseleyi de birlikte çözelim; çünkü, Ermeni meselesi bir faciadır; doğrudur, bizim Meclisi Mebusan kayıtlarımıza bakacak olursak, o dönemdeki İstanbul basınına bakacak olursak, ayrıca, bu konuda bir gizli oturum yapacak olursa Millet Meclisi, o belgeleri de ben, seve seve sunarım. Buraya, taraf ülkelerden, işte Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan, İngiltere’den çeşitli profesörler davet edelim, bilim adamları davet edelim ve UNESCO, Birleşmiş Milletler çatısı altında, politik karar almaya yönelmeyen; ama, bizim, yumuşak ve rahat bir biçimde konuları konuşabileceğimiz bir ortam oluşturalım teklifini yaptım.

Sosyal medyada ve haberler arasında azca dolaşan konuşmanın tam olmamakla birlikte detaylı bölümü yukarıdadır sevgili okurlar. Efendim davet ettik, öneri yaptık, gelin komisyon kuralım dedik, de haydi Türkler zaten geleceğini de düşünmez, haydi bir soykırım deyin de kendimize gelelim gari denmiş özetinde. Hal böyleyken tepki çekmemek için arada tehcir demeyi de unutmamıştır kendileri.

Sanırım yetmedi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine vurulmuş en büyük darbelerden birisi: Kürt açılımı konusu. Zülfü Livaneli ne dese beğenirsiniz: Bugüne kadar ne basın ne de devlet böyle konuştu. İlk defa AKP hükümeti böyle bir söylem geliştirince, ben de bu ülkeye emek vermiş bir sanatçı, bir yazar olarak ‘Doğru yapıyorsunuz’ demek zorundayım. DTP, çok sorumlu davranmalıdır. Gayet sorumlu davranan Ahmet Türk, süreci yumuşak ve güzel götürüyor. Bazı DTP milletvekilleri işi bir inatlaşma haline getiriyorlar. ‘Taviz alıyoruz, yeniyor-yeniliyoruz’ gibi… Bunun sürece katkısı olmaz. Bu şekilde konuşmamaları gerekiyor. Burada taviz almak, yenilmek ve yenmek söz konusu değildir. Kanayan bir sorunu çözeceksek, bunu kendimiz için yapacağız. Sadece Kürt vatandaşlarımız için de değil, tüm Türkiye için yapacağız.

Tabi bu süreçte Zaman Gazetesi’nde “Dünyada solcuların yaptığı açılımı Türkiye’de sağcılar yapıyor” başlıklı haberde Zülfü Livaneli, Ali Nesin, Ercan Karakaş gibi isimlerle birlikte açılıma bayrak açılarak ilgili kişiler iyicene pofpoflanıyor ve ayrıca bu kişiler de bayrak sallamayı geçin, zeplinden dünyayı kaplayacak bez yığınını sarkıtıyorlardı.

Ama olmaz, yetmez. Zülfü Livaneli bir gün çıkar ve gider Gorbaçov’la röportaj yapar. Gorbaçov’a övgüler düzer, ne çöküşten mesul tutar, ne de büyük solcu sıfatıyla liberalleşmeye karşı gık çıkarır. Diyalog Livaneli bu sefer de Sovyet açılımı yapar ama eminiz ki Ruslar için meydana getirdiği bu diyalog, barış ve kardeşlik adımı Atlantikçiler tarafından tasarlanmamıştır, eminiz…

Ayrıca ilgili Diyalog Livaneli 14-15 Ekim 2005 tarihinde düzenlenen Abant Toplantısı’nın da başat ismiydi. Demokratik Toplum Hareketi ile bir araya gelen CHP bakiyeleri yeni bir siyasi dil oluşturmak istemekteydiler. Bahisteki dil, hendeklere gömülen dildir, hazır yeri gelmişken belirtelim. Bu cepheyi genişletme çabasına giren isimler de tabi ki şaşırtmayacak: Kemal Derviş ve Zülfü Livaneli. Bu cepheye bayrak açanlar ise tabi ki şaşırtmadı: Leyla Zana, Orhan Doğan, Selim Sadak. 10 Aralık 2005 tarihinde yeni anayasa ile birlikte CHP’yi de şekillendirme operasyonu olarak Atatürksüz bir Türkiye yaratmak için birtakım sözde Atatürkçüler bir araya gelmişti. SODEV kökenli bu zatlar şimdi 6 oku dağa tepeye sallayarak at koşturmaya çalışmaktadır. CHP’nin bu ortak kimlik açılımı tabi ki Zülfü Bey’in de ruhuna işleyen bir gelişmeydi. 10 Aralık mimarlarından Zülfü Bey’in aklına acaba hiç Atatürk geldi mi bu sırada? Kurtuluş Savaşları, devrimler, askerlerimiz, desek etkilenir mi bilmem ama hemen sinirlenmeyin lütfen, Zülfü Livaneli esaslı bir Atatürk sevdalısıdır, çünkü o türkü söyler…

Yetmez Ama Evet bakiyelerinin oluşturduğu sözde muhalefet bloğunun yeni sürümü olan Ak Saçlılar’ın üyelerinde yine ve yine Zülfü Livaneli’ye rastlıyoruz. Pek de şaşırmıyoruz. 16 Şubat 2020’de Selahattin Demirtaş’ın sözlerine kulak verilirse hepimizin özlediği barış gelebilir, tweetini atıyor. Gariptir ki Türkiye’de teröre kurşun, vandallığa sopa ve ateş, emperyalizme iştirakçı, petrole tanker olundu da vatana miğfer olunamadı, yazıktır. Zülfü Livaneli sürekli olarak AB’nin şemsiyesini arzuladı, Britanya İmparatorluğu’nun güneşi meğer Livaneli’nin göklerinde batmıyormuş, yeni öğrendik. Çünkü Hindistan’dan buralara kadar karanlığını saldı. Merak etmeyin Zülfü Bey, sizin arzularınızı Turgut Özal, Avrupa Özerk Yönetimler Şartnamesine geçiş verirken bir nebze olsa da tatmin etmiştir. Solculuğunuzu 24 Ocak kararlarında böylelikle arayabilirsiniz.

Bu uğurda kimler el ele yürümedi ki… Zülfü Bey’in elinden ayrıca Atatürk düşmanı Nihal Bengisu da tuttu. Atatürk karşıtlığında bütün Ar-Ge çalışmalarını çok gizli ve devasa bir ofiste planladıklarına inanmama ramak kaldı. Yetmedi, Zülfü Bey’in o ağdalı ve çok özel diline (!) katkı sağlayan kişi meğer Said-i Nursi imiş. Çok ateşli ve etkileyici bir dilinin olduğunu söyleyen Zülfü Bey’in Atatürk düşmanı Said-i Nursi’yi çok beğendiğine bakmayın, kendisi tam bir solcu ve Atatürkçüdür. Efendim, takılan birçok sözde Atatürkçülük ve solculuk madalyalarına bir tane de eklemek üzere yazının sonunda Muzaffer İzgü’den örnek vereceğim, lütfen sabrediniz…

Zülfü Bey’i anlatmak kolay değil, hayatına pek çok şey sığdırmış, bu yazı da oldukça yalın bu bakımdan. Son günlerde gündeme gelmesinin sebebi herkesçe malum, Baykal hakkında şu sözleri söyledi: Baykal solcu muydu? Hiçbir alakası yok. Tipik bir Sünni, sağcı, Ankara politikacısıdır Baykal. Baykal pekâlâ DYP’de, ANAP’ta, DP’de görev yapabilirdi ve çok daha başarılı olurdu. Deniz Baykal Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez. CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart. Öncelikle yukarıda az önce Özal ile Livaneli’yi çok doğru bağlamda özdeşleştirmiştik, sanırım bu tweette kendisini de kastediyor. Bunun yanında Zülfü Livaneli’yi kısa ve öz bir şekilde tanıtmaya çalıştık. Kendisi Deniz Baykal’a bu sözleri ederek belki bir amaca istinaden görevini yerine getirmiştir fakat bunu bilemeyiz, soralım hemen, böyle bir durum var mı Zülfü Bey?

Zülfü Bey, gündem bile değilken bu sözcükleri tüketir ve Baykal’ı şekilden şekle sokar, kendisini tutamasa maazallah, tövbe haşa ulusalcı diyecek. Ama lütfen Baykal’a ulusalcı demediğiniz iyi olmuş çünkü CHP’den Kemalistler sürülürken Deniz Baykal’ın gıkı bile çıkmamıştır. Kaset kumpasının ardından düşmesiyle birlikte CHP’ye çekilen operasyona karşı hiçbir duruş görülememiştir. Soruyoruz Sayın Baykal, CHP’den Kemalistlerin atılmasında şahsi durumunuzun rolü nedir? Kemalistlerin partiden yok edilmesinde Baykal’ın sessizliği en büyük rolü oynamıştır. SHP’nin bölücü rolünün mirasına siz de mi bayrak açmıştınız yoksa?

Maşallah, ülkemizde o kadar çok madalyası olanlar var ki Muzaffer İzgü’nün “Donsuzluk Madalyası” hikayesi konuyu tam olarak anlatabilmektedir. Kral şöyle diyor: Ulusum demek artık donsuz geziyor ha, çok güzel çok güzel… Ben de onlara uymalıyım. Kuyumcubaşı çabuk ölçüsünü alsınlar, özel madalya istiyorum.

…………………………………………

8

Uğur Mumcu’nun ağabeyi

Avukat Ceyhan Mumcu: Livaneli’nin solculuğunda vatan yok!

MUSTAFA İLKER YÜCEL – Aydınlık – 9.7.2021

Mustafa İlker Yücel: Sanatçı Zülfü Livaneli hem Avrupa Birliği’ni savundu hem de solcu olduğunu belirtti. Birinden vazgeçmesi gerektiğini bilmiyor mu?

Kurtuluş Savaşı döneminde yabancılardan para alarak solculuk yapmaya çalışan İştirakçı Hilmi aklıma geldi. Düşünün memleket işgal altında ama o ‘Ben milliyetçi değilim komünistim. Ne işim var Osmanlı generallerinin savaşında’ diyerek işgalcilerin işine gelecek çalışmalar yapıyor. Zülfü Livaneli’nin de aşağı yukarı söyledikleri aynı.

Emperyalizm Zülfü Livaneli’yi sever dediniz.

Evet sever. Çünkü savunduğu fikirler emperyalizme alan açıyor. Vatansız solculuktur bu. Nâzım Hikmet de milliyetçi o zaman Livaneli’ye göre. Kurtuluş Savaşı’nı övüyor. İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Doğu Perinçek hepsi vatansever. Solculuk anti emperyalizmdir. Vatanı savunmayı öne almayana solcu denmez.

Livaneli, Türk milliyetçiliğiyle solculuğu karşı karşıya koyarak fikir inşa ediyor. Türk milliyetçiliğinin beslenme kaynaklarını da pek önemsemiyor. Söyledikleri soğuk savaş döneminde körüklenen karşıtlıklarından besleniyor.

Livaneli, Türk milliyetçiliğinin kökündeki halkçı, devrimci ve devletçi damarı görmez. Solu da bilmiyor, milliyetçiliği de bilmiyor. Emperyalizme göz kırpıyor.

Sol enternasyonalist değil mi milliyetçi mi olmak zorunda.

Evet vatansever olmak zorunda. Emperyalizm çağında vatanını savunmayan yani milli olmayan enternasyonalist olamaz.

Enternasyonalizm bunun neresinde?

Kökünde. Emperyalizm işine yarayan enternasyonalisti sever. Türkiye’de sol her zaman milli bağımsızlıkçı düşünceden beslenmiştir.

Kim var mesela?

İz bırakan, fikir geliştiren, lider bütün solcu isimler böyledir. Mehmet Ali Aybar, Attila İlhan, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Doğu Perinçek. Bu isimlere emperyalist Avrupa Birliği’ni savundurabilir misiniz?

Savunsa ne olur?

AB Öcalan’ı ve Demirtaş’ı bırak diyor. Ermeni soykırımını kabul et diyor, Kıbrıs’tan Türk Ordusu çıkacak diyor. FETÖ’ye sığınma hakkı veriyor. Savunursa bunları savunmuş olur. Deniz Baykal bu tehditleri görmüştü. Bunu anlamayan Zülfü’dür.

Avrupa Birliği’ni savunmak demokrasi savunmaktır gibi bir ön kabulu var sanıyorum.

AB’nin demokrasiyle ne alakası var?

Ben de onu sordum.

Alakası yok. İnandırıcı değil, gerçekçi değil. Türk milleti buradaki tuzağı görür.

Zülfü bey ‘Erdal İnönü, Bülent Ecevit ve Deniz Baykal solcu değildi’ diyor.

Ecevit’in Kıbrıs çıkarmasında günahı var. Baykal da tezkereyi engelledi. ABD bunu unutmaz.

Emperyalizme karşı vatan savunmasının yanında emekçi sınıfların haklarına yönelik vurgular da yok. Ama etnikçilik, kimlikçilik, lgbtcilik var. Siyasi görüşlerini eleştiriyorsunuz peki. Ya sanatçı yönü?

Müziğini dinlerdim. Beğenirim. Bir tane kitabını okudum. Beğenmedim.

ABD’li ünlü yönetmen Elia Kazan’la Kayseri’ye yaptıkları yolculuk kitabı bilgilendirici notlar içeriyor.

Okumadım. Atatürk’ü de küçümser bir havası var.

Zülfü Livaneli’yi geniş kesimler Atatürkçü olarak biliyor.

Atatürk milliyetçi, Zülfü Livaneli milliyetçiliğe karşı. Nasıl bir Atatürkçülük bu!? Bakın Baykal’a da ulusalcıları partiye doldurdu diye karşı çıkıyor. Livaneli’nin Uğur Mumcu’yla ilgili anlattığı bir olaydan anladım ki biraz abartıyor konuşuyorken. Kendisiyle de ilgili…

Mesela?

Siyasi mülteci oldum dedi. Hangi sol davalardan yargılandı merak ettim. Zülfü’yle uğraşan yok. Sadece plakları yasaktı. Siz dün CNNTürk’teki Ahmet Hakan’ın programında ‘Ey Özgürlük’ şarkısını Diyarbakır Anneleri’yle birlikte söyleyelim davetinde bulundunuz. Davetiniz önemli ama gelmez. Programda Atatürk’ün Bütün Eserleri’ni de önerdiniz. Bu çalışma çok önemli. Kimse Atatürk’ü okumuyor ama herkes Atatürk hakkında hüküm veriyor. Zülfü Livaneli’nin de Atatürk’ün Bütün Eserleri’ni okumadığı konuşmalarından belli oluyor. Bu eserin Vatan Partililer tarafından hazırlanması da çok önemli.

Son sözünüz nedir.

Vatansız solculuk olmaz.

…………………………………………………………..

9

Livaneli’nin ‘Emperyalizm solculuğu’

İsmet Özçelik – Aydıınlık – 9 Temmuz 2021

Amerika düğmeye basınca, Türkiye’de de harekete geçenler oldu. Onlara göre, “milli” olan her şey kötü. Önemli olan demokrasi(!) ve insan hakları(!) Daha önce de yazmıştım. ABD’nin 1980’li yıllarda, Reagan döneminde başlattığı, Demokrasi Projesi. (Project Democracy) “Demokrasi ve insan hakları”, Amerika’nın müdahale ve işgal gerekçesi.

Zülfü Livaneli’nin son günlerde, Gündeme getirdiği de esas olarak bu. Bir dönem milletvekilliğini de yaptığı CHP’nin, Eski genel başkanları, İnönü’ye, Ecevit’e, Baykal’a, … saldırmasının nedeni, Bu liderlerin “milli” yanları.

Livaneli’yi bunlar da kesmedi. Katıldığı bir televizyon programında, Atatürk’ü de hedef aldı. Atatürk’ü eleştirmesinin gerekçesi de aynı.

Livaneli’nin seni alkışlaması için, Emperyalizme direnmeyeceksin. Emperyalist planlara “evet” diyeceksin. Zaten bunu da gizlemiyor. Baykal’a milletvekilliği için koyduğu şart; “Kısa sürede AB’ye girmek. Sorunları AB ilkeleri çerçevesinde çözmek.” Peki AB bir emperyalist proje değil mi?

Livaneli’nin koyduğu şart çok açık: “Emperyalizme bağlı kal, Ne derlerse yap.” Livaneli’nin şartlarının başka izahı var mı?

Livaneli; Atatürk, İnönü, Ecevit, Baykal için, Solculuk ölçümü yapıyor. Kriterleri de belli. Ne kadar “milli” isen, O kadar solculuktan uzaksın. Diğer bir deyişle; Amerika’nın demokrasi ve insan hakları oltasına takıldın mı “solcu”sun. Irak’ta bir Komünist Parti vardı. Aynı Livaneli gibi düşünüyordu. Bir milyon Müslümanın ölümüne, Yüzbinlerce kadının tecavüzüne yol açan, Amerika’nın Irak işgalini destekledi. İşgalden sonra görev de aldı. Dünyada başka örnekleri de var…

Livaneli’nin istediği; “Emperyalizm solculuğu.”

Atatürk’ü eleştiren Livaneli, PKK/HDP için hiçbir şey söylemiyor. Bırakın onları eleştirmeyi, Bütün gücüyle destekliyor. Kılıçdaroğlu ile yaptığı ittifakın, Devamını istiyor.

Atatürk değil ama, Washington’a kadar gidip, ABD’den “rol talep eden” PKK/HDP solcu. Livaneli’ye çok uygun…

Amerika dünyaya, Demokrasi ve insan hakları masalını okurken, Hedefindeki ülkeleri, “Sivil toplum ağlarıyla” örerken, Aynı zamanda işkencecileri eğitti. Denizde gemilerde, Havada uçaklarda, Karada işkence merkezleri kurdu. Emperyalizme direnen kahramanları, Buralarda işkenceden geçirdi.

Livaneli beğenmese de, Türkiye emperyalizme karşı, Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülke. Bu halk; Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta, … Yüz binlerce şehit verdi. “Emperyalizm solculuğu”.. Bu topraklarda tutmaz..!

Livaneli’nin görüşlerinde, Okuduğu Risale-i Nurlar’ın, Akıllı bulduğu Said Nurs-i’nin etkisi olabilir. Ama bilimsel hiçbir değeri yok. Lenin’in Afgan Emiri için söyledikleri, Mustafa Kemal’e bakışı, … hepsi ortada. Çağımızda ilericiliğin ve gericiliğin, Bir tek kıstası var, Emperyalizme karşı tavır. Emperyalizme direniyorsan ilericisin, Emperyalizmle gizli işler çeviriyorsan, Onların değirmenine su taşıyorsan, Planlarında rol alıyorsan gericisin…

Livaneli sahaya neden çıktı? Eninde sonunda ortaya çıkacak. Kapalı kapılar arkasında, Pahalı içkilerin içildiği toplantılarda, Alınan kararlar… Buralarda çizilen yol haritalarında, Kime hangi görevlerin verildiği, Hepsi aydınlanacak..

…………………………….

10

CHP’nin başına operasyonla gelen tek isim

Nedim Şener – Hürriyet – 9 Temmuz 2021

Zülfü Livaneli, gazeteduvar.com internet sitesinde İrfan Aktan’a 3 Temmuz 2021 günü verdiği röportajda, PKK’nın siyasi kolu HDP ile işbirliği yapan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu överken şunları söyledi: “Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve HDP’nin sağduyulu siyaseti Türkiye’ye iyiye doğru tarihi bir adım attırdı.”

Livaneli aynı röportajda ise Bülent Ecevit, Deniz Baykal ve Erdal İnönü’nün “solcu” olmadığını anlatmaya çalışırken; Bülent Ecevit’in, İsmet İnönü’den sonra CHP genel başkanı seçilmesini, “Robert Kolej mezunu” olmasına vurgu yaparak “operasyon, darbe” kelimeleriyle tanımladı.

Oysa CHP’nin başına “operasyon” ile gelen tek bir kişi var o da yere göğe koyamadığı Kılıçdaroğlu’dur, hem de Fetullahçı Terör Örgütü’nün “kaset operasyonuyla”…

LİVANELİ’NİN GÖRÜŞLERİ!!!

Ben söyleşinin bu yönünü değerlendirmek istiyorum ama önce sabrınıza sığınarak, Livaneli’nin söylediklerini noktasına dokunmadan bir kez de ben aktarmak istiyorum.

Sol olmayan ‘sol partilerle’. CHP, DSP, SHP gibi partiler sol partiler değil, gelenekleri de sola dayanmıyor, gelecek programları da. Fakat sol olarak sunulan bu partilerin başına, hiçbiri solcu olmayan birtakım liderler getirildi. İsmet İnönü, Bülent Ecevit solcu muydu?

Ecevit gibi politikaya meraklı, hırslı, Robert Kolejli genç bir siyasetçinin önündeki bütün engelleri kaldırarak CHP’nin başına getirdiler. İsmet İnönü’nün yerine Ecevit’in getirilmesi bir operasyondu; darbe gibi bir şeydi.

Nitekim Ecevit’in de CHP’yi sol gibi gösterip bahsettiğim sınıfsal kesimlerin başını bağlamak isteyenler için ne kadar isabetli bir isim olduğunu zaman içinde gördük. Deniz Baykal bahsine geleceğiz ama; Baykal solcu muydu! Hiçbir alakası yok. Tipik bir Sünni, sağcı, Ankara politikacısıdır Baykal. Baykal pekâlâ DYP’de, ANAP’ta, DP’de görev yapabilirdi ve çok daha başarılı olurdu.

Deniz Baykal Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez. Bunu çok sefer kendisi de söyledi, basında çıktı. Bakın, Ecevit’i Robert Kolej’den bulup getirdikleri gibi, DYP’nin başına da yine Robert Kolejli Tansu Çiller’i getirdiler. Erdal İnönü; rahmetlinin solla ne ilgisi vardı? Erdal Bey devlete güvenen biridir. Çünkü babası İsmet Paşa’dır; devletin içinde, köşkte büyümüştür.”

HAYAL DÜNYASINDAN SİYASİ KOMPLOLAR

Zülfü Livaneli’nin hayal dünyasında ne tür “siyasi komplolar” yarattığı çok önemli değil, istediğini düşünüp söyleyebilir. Benim üzerinde durduğum tek bir kelime var o da “operasyon”.

Bülent Ecevit’in nasıl bir siyasi mücadeleden sonra İsmet İnönü’nün ardından CHP genel başkanı olduğunu Livaneli unutsa da bilgiler arşivde kayıtlı. “Robert Kolejli Ecevit” operasyonla CHP’nin başına geldiyse hangi Amerikan politikalarına hizmet etti peki?

Livaneli, “Amerika’nın elemanı” damgası vurduğu Ecevit’in 1973 seçimlerinden sonra, 26 Ocak 1974’te Necmettin Erbakan’ın genel başkanı olduğu Milli Selamet Partisi ile kurduğu hükümeti eleştirirken yaptığı analizler tam bir hayal ürünü. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra Nihat Erim hükümetinin Amerika’nın baskısıyla koyduğu haşhaş ekim yasağını Ecevit-Erbakan hükümetinin kaldırdığını, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bu hükümet döneminde gerçekleştirildiğini bu nedenlerle ambargo ve yaptırımlarla karşılaştığını atlayıp kafasından bir “senaryo” uyduruyor.

Televizyonlara bağlanıp söylediği gibi, “Bu benim düşüncem” diyebilir. Ama gerçekleri yok sayarak düşünce üretilmez, üretilirse ona da “senaryo” denir.

2014’TE CHP-FETÖ İŞBİRLİĞİNİ ANLATTIM

Livaneli ismini yanlış söylese de CHP’nin başına bir kişi operasyonla geldi. O isim Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Livaneli hatırlamıyor olabilir, 2010, Fetullahçıların 2002’den beri işbirliği yaptığı AKP ile mücadeleye başladığı dönemdir. FETÖ, AKP ile açıktan yapacağı savaşa girişmeden önce muhalefeti dizayn ederek işe başladı. 2010 Mayıs ayında CHP’ye, 2011 Mayıs ayında da MHP’ye kaset operasyonları çekti. 7 Şubat 2012’de MİT Başkanı Hakan Fidan’ı tutuklama girişimiyle düğmeye bastı. Onu 17/25 Aralık 2013 operasyonları takip etti. Bundan 7 yıl önce 6 Mart 2014’te CNN Türk kanalında Enver Aysever’in programında CHP-FETÖ işbirliği yaptığını söylemiş biri olarak bunları yazıyorum.

FETÖ OPERASYONU SONRASI CHP’DEKİ DEĞİŞİM

Kendisi hatırlamıyor olabilir ama anlatayım. Bugün Amerika tarafından korunup kullanılan, tüm kumpas davaları ile 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olan Fetullahçı Terör Örgütü, 2010 yılında Deniz Baykal’ın kasetlerini yayınladıktan sonra Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanı oldu.

Yani Livaneli’nin yaklaşımıyla; Amerika ve FETÖ’nün “operasyonuyla” CHP’nin başına gelen bir isim varsa o da Kemal Kılıçdaroğlu’dur.

Kılıçdaroğlu CHP genel başkanı olduktan sonra ABD’den gelen FETÖ mensupları rahatlıkla CHP Genel Merkezi’ne girmiş, Kılıçdaroğlu dahil milletvekilleri FETÖ’cülerin davetiyle ABD’ye ve başka ülkelere gitmiş, FETÖ’cü danışmanlar alınmış, FETÖ’nün el konulan bankasının önünde milletvekilleri kendilerini yerlere atmış, el konulan gazetesinin önünde nöbet tutmuş, bizzat Kılıçdaroğlu TV kanallarına destek ziyaretine gitmiştir.

FETÖ, 17/25 Aralık operasyonunda kimi sahte kimi gerçek belgelerini CHP eliyle servis etmiş, MİT TIR’larının durdurulmasıyla ilgili haberlerde CHP’yi kullanmıştır. Önce FETÖ’cüler sonra bizzat Kılıçdaroğlu Bakırköy Belediye Başkanı’nın evinde televizyondan izlediği 15 Temmuz’a “kontrollü” darbe demiştir hatta rapor hazırlamıştır.

İşte “operasyon” işte “sonuç”; Deniz Baykal’ı götüren “operasyonun” Kılıçdaroğlu’nu getirdiğini, o geldikten sonra sonra CHP politikalarının hangi yönde değiştiğini hatırlarsanız, operasyonu da anlarsınız. Peki, “Robert Kolejli” Ecevit’in, hangi Amerikan politikasına hizmet ettiğine dair tek bir örnek verebilir mi, Livaneli ve benzerleri.

CHP’nin, S-400’den PKK/YPG’ye, Libya’dan Doğu Akdeniz politikasına tümünde Amerika ve Avrupa’nın itirazlarına benzer tutumlarına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız.

………………………………………………………………………………………..

Finale: Allergo (parlak ve muhteşem)

Bir Portre!

Ahmet Taner Kışlalı – Cumhuriyet – 12 Haziran 1998

Zülfü Livaneli birçok olumlu niteliği olan bir insan.

Sanatçılığı… Birikimi… Kendini anlatış biçimi Serinkanlı görünüşü, ılımlılığı, güleryüzlülüğü..

Bunlar hep olumlu. Siyasal yaşamda bu niteliklerdeki insan sayısının artması da çok istenilir bir şey.

Sayın Livaneli, CHP’nin 9 Eylül 1995 Kurultayı Öncesinde genel başkan adaylığına soyunmuştu, ve ben o zaman şu soruyu sormuştum:

Niçin CHP?.. CHP’nin temsil ettiği varsayılan -ya da temsil etmesi gereken- ideolojiye inanıyor mu?”

★★★

Zülfü Livaneli, o zamanlar, kendi deyimi ile “milliyetçi sol” ile kavgalıydı.

Yazılarında kökten dinci kesimlere pek çatmazdı. İkinci cumhuriyetçilerin saldırılarına karşı çıkmaz, hatta bazılarını paylaşırdı. Ama konu “ulusal sol” olunca, birden hırçınlaştığını, hoşgörüden ve sağduyudan uzaklaştığını görürdünüz.

Şu sözler O’nundur:

Sol ne zamandan beri militarizmin, şovenizmin, devlet sömürüsünün, Kürt düşmanlığının, Yunan nefretinin adı oldu’?”

Kastettiği kesim, “ulusalcı sol” diye adlandırılan kesimdir.

Ecevit‘ler, Soysal‘lar, İlhan Selçuk‘lar.. Ben ve benim gibi düşünenler..

Yani “Kemalist sol!’

Ve Sayın Livaneli, o ideolojik çizgiyi “Nazizm” olarak adlandırmaktan çekinmemiştir.. Yani “faşizm”!

★★★

Sayın Livaneli’nin saldırılarını üç yıl önce de yanıtlamıştım.

Türkiye’de ulusal solu savunanlarda; ne militarizm, ne şovenizm ne devlet sömürüsü yandaşlığı. ne Kürt düşmanlığı, ne de Yunan nefreti vardır. Ama anlaşılıyor ki kendisinin o kesimi karalama çabalarının altında bazı nedenler vardır.

Devlet sağa hizmet için de kullanılabilir, sola hizmet için de… Elbette ki devletçilik ile solculuk özdeş değildir.

Peki, kuşaklar boyu özverilerle oluşturulmuş bir birikimi, iç ve dış çıkar çevrelerine peşkeş çekmek midir solculuk? Bölgeler ve sınıflar arasında korkunç uçurumlar varken ve bunun yarattığı ağır sorunlar toplum olarak yaşanırken Altıok’un devletçiliğine karşı çıkmak mıdır solculuk?

Devletçilik solculuk değildir de devlet düşmanlığı mıdır solculuk?

Kıbrıs Türk’ünü Rumların, Güneydoğu halkını PKK terörünün insafına terk etmek mıdır solculuk? Bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin eşit haklardan yararlanmasını savunmak mı, yoksa aralarındaki farklılıkları kurumlaştırmaya çalışmak mıdır solculuk?

Solculuk, milliyetçilik bayrağını MHP’ye, dindarları FP’ye, sol görünüm altında sağ vurma hakkını da numaracı cumhuriyetçilere bırakmak mıdır?

Kemalizmin “emeği en yüce değer” sayan her türlü toplumsal ayrıcalığa karşı çıkan Halkçılık ilkesi midir solculuğa ters düşen? Yoksa bu topraklar üzerinde yaşayan herkesi, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin aynı ulusun bireyleri sayan Ulusçuluk ilkesi midir “Nazizm” olarak nitelendirilmesi gereken?

★★★

Sayın Livaneli’nin CHP Genel Başkanlığı’na “talip olduğu” dönemde, Bedri Baykam bir “açık mektup” yayımlamıştı. Şu satırlar vardı:

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e ve CHP’ye saldırıp, ‘TC 70 yıldır Kürtlere zulüm yapıyor’ diyenlere hiçbir karşılık vermediniz. 2. Cumhuriyetçilere toz kondurmadınız. Anti-militarist görünebilmek için her fırsatta 27 Mayıs’a saldırdınız.”

Ve soruyordu:

Altan biraderler ‘Dinamit’ programlarında sürekli paslaşarak CHP’yi, Altıok’u, Kemalizm’i sille tokat iftiralarla hırpaladıkları zaman, bir türlü vermeye yanaşmadığınız yanıtları hiç mi fark etmedik zannettiniz?”

Bütün bu sorular bugün de geçerliğini koruyor.

Ama ben üç yıl kadar önce sorduğum soruyu artık geri alıyorum.

O zaman “Niçin CHP” demiştim. Çünkü o niteliklerdeki bir insanın siyasal yaşama katılmasından dolayı memnundum, sadece ideolojisinin CHP ile uyuşmadığını düşünüyordum.

Artık o soruya gerek kalmadı; çünkü Sayın Livaneli’nin ideolojik Kimliği ile Baykal’ın ‘Yeni CHP’si oldukça örtüşüyor.

Sezar‘ın hakkı Sezar’a!

Livaneli üç yıl önceki yerinde… Ama CHP üç yıl önceki yerinde bile değil.

Bunları da sevebilirsiniz