Çok Taraflı Güç mü Gücün Sonu mu?

 

Krizler, gücün belki de en kaypak olduğu zamanlar olsa gerek. Başta Koronavirüs salgını olmak üzere dünyadaki pek çok gelişme bir tür krizin içinde olduğumuzu gösteriyor. Bu kriz önceki krizlere benzemiyorsa da ortak yönleri var elbette. O özelliklerden biri de gücün değişimi. Pek çok kişi dünyanın yoğun bir değişimden geçeceğine inanıyor ancak ortak görüş şöyle dursun, geleceği aynı biçimde gören iki insan bulmak dahi zor. Bu tahminlerin bazıları ciddi analizlerle yapıldığı gibi, mesele, son derece sıradan ve kayıtsız sohbetlerin de ilgi odağı olmuş durumda. Hatta öyle ki etrafta duyulan bazı tahminler iddaa kuponlarını veya başka kumar biçimlerini andırıyor. Herkes birilerinin güç kazanacağına veya güç kaybedeceğine, hiçbir şey olmasa bile varolan düzende gücü temsil edenlerin değişeceğine inanıyor. Burada güçten kasıt sadece ülkelerin veya çok uluslu şirketlerin yönetimleri değil elbette, irili ufaklı her türlü “bir şey yapma ve yaptırma becerisi” işin içinde. Bütün bu spekülasyonlar almış başını giderken, belki de gücün dağılımı değil de doğası hakkında yazılan bazı şeylere göz atmak yerinde olacak. Sonuçta eğer gücün doğası değişiyor veya değişecekse, gücü elinde tutanın kimliği ancak ikincil önemde kalıyor.

 

Hiç Kimsenin Dünyası” ve “Gücün Sonu”

Charles Kupchan, 2012 yılında No One’s World [Hiç Kimsenin Dünyası] kitabını yayımladı. Kupchan, ABD’nin meşhur Dış İlişkiler Konseyi kurumunun üyesi, Brookings Enstitüsü’nün yazar kadrosunda ve Georgetown Üniversitesi’nde de hocalık yapıyor. Kısacası, ABD’nin saygın ve dikkate alınan kurumlarında kalem oynatıyor. Dolayısıyla, ABD’nin ve dünyanın geri kalanının gücü hakkında yaptığı yorumları dikkate almak için çokça neden var. Kupchan neler diyor biraz yakından bakalım.

 

Kupchan, 2002 yılında, yani bahsedeceğim kitaptan 10 yıl önce yazdığı The End of the American Era [Amerikan Çağının Sonu] isimli kitapta, Avrupa’nın, özellikle birleşik, dayanışma içerisindeki bir Avrupa’nın, ABD’ye karşı en büyük denge unsuru olacağını ifade ediyordu. 2002 ve hemen sonraki yıllar, Avrupa Birliğinin çok revaçta olduğu, dosta güven düşmana korku saldığı zamanlardı. 2012’de ise artık Kupchan farklı bir döneme girildiğini düşünmüş olacak ki tahminleri bir hayli değişmiş. Kupchan, Amerikan hegemonyası sonrasında dünyanın, deyim yerindeyse sahipsiz bir dünya olacağı görüşünde. Yani ABD, müttefiklerinden veya rakiplerinden birine bir meşale devretmeyecek; bunun yerine, farklı tipte modernizmlerin farklı tipte güçler yaratacağı çok taraflı bir dünya ortaya çıkacak. Dünyada, daha önce pek çok kez olduğu gibi, bir dönüm noktasına gelinecek ancak bu dönüm noktası muktedir ile halefi arasında bir devir teslim töreninin değil, gücün farklı odaklarca paylaşıldığı çok taraflı bir düzenin habercisi olacak.

Peki, nasıl olacak bu çok taraflı düzen? Kupchan, sıklıkla “modernizm” kavramını kullanıyor. Modernizm kavramı ve modernizasyon kuramı epeydir kenara atılmış durumda, dolayısıyla Kupchan gibi çağdaş bir yazarın ısrarla modernizmden bahsetmesi hayli dikkat çekici. Sıkıcı bir not düşelim, modernizasyon kuramı orijinal halinde, geleneksel ve henüz gelişmemiş toplumların Batı modelini veya ona yakın bir modeli takip ederek gelişebileceklerini iddia ediyordu. 1950 ve 60’larda bir hayli popüler olan kuramın, şu sıralar eski gücünden eser yok. Zaten, Kupchan’a da sorarsanız, toplumların düz bir çizgide, Batı modelini izleyerek gelişebileceği düşüncesi artık çok da inandırıcı değil, yani o da modernizasyon kuramını klasik biçimiyle savunmuyor. Ne var ki, modernleşme ve beraberinde gelen gelişim toplumların yükselişi için hala olmazsa olmaz bir koşul. Medeniyetler ve toplumların arasındaki farklılıkları göz ardı etmeden toplumların gelişimini savunmak için geriye kalan az sayıda seçenekten birini canla başla savunuyor Kupchan: birden fazla modernite, birden fazla gelişim çizgisi. Bu, çok taraflı dünya siyaseti için kuramsal arka planı oluşturuyor. Tek bir doğru yol yoksa, gücün tek tip bir sahibi olması için zorunlu bir neden de olmamalı. Bu tabi, bir soru doğuruyor: Madem tek bir doğru yol yoktu, Batı başka bir sürü rakibi olmasına karşın bu kadar gücü nasıl elde etti?

 

Batı ve Geri Kalanlar

Kupchan bu soruyu cevaplamak için uzun bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. Hatta iddiası o ki önce Avrupa’yı sonra da Amerika’yı güçlü kılan süreci ve özgün koşulları anlamak, bir sonraki değişimi anlamak için zorunlu. Kupchan’ın tezi bir hayli uzun ve karmaşık. Yine de özetlemek gerekirse, temel argümanı, Avrupa’nın siyasi ve dini bölünmüşlüğünün kısa vadedeki zararına rağmen uzun vadede müthiş bir fırsat olması. Hatta bu bölünmüşlük o kadar önemli bir yere sahip ki, çoğu imkana sahip olmasına rağmen Osmanlı’nın, Çin hanedanlarının ve Hint hükümdarlarının Avrupa’daki gibi bir yükseliş yakalayamamasının en önemli nedeni merkezi otoritenin fazla güçlü olması. Merkezi otorite fazla güçlü olduğu için Avrupa’daki gibi otonomisi olan, inovasyona ve gelişime meraklı bir burjuva sınıfının oluşmadığından bahsediyor Kupchan. Bir bakıma haklı, zira bu bahsettiği medeniyet ve bölgelerin sonraki dönemde en büyük dertlerinden biri deyim yerindeyse “kendi burjuvasını” yaratmak oluyor. Esas nokta, Avrupa’daki bölünmüş yapının ve sürekli birbiriyle rekabet içerisinde olan güçlerin nasıl bir gelişime yol açtığı. Dini bölünmenin dahi bu amaca hizmet etmiş olduğunu iddia ediyor. Avrupa’nın Reform sürecinin sadece dini bir hareket olmadığı hayatı her alanda etkileyen bir güç mücadelesi olduğundan bahsediyor Kupchan. Sünni/Şii ayrımının da benzer farklılıklarla bezeli olduğunu ama Osmanlı Devleti’nin sarsılması güç merkezi otoritesi nedeniyle bu ayrımın toplumsal olarak önemli bir konuma gelemediğinden bahsediyor. Gerçekten de 16. yüzyıla kadar Sünni/Şii ayrımı önemsiz bulunmuş, sonrasında ise tehlikeli olduğu düşünülmesi ile birlikte çekişme derhal sona erdirilmiş. Bu salt Osmanlı’ya özgü değil elbette. Merkezi otoritenin güçlü olduğu her yerde, başkentin desteklediği her dini, kültürel ve ekonomik sınıf hemen hemen her zaman galip gelmiş. Kupchan, bu argümanını temellendirmek ve örneklerle desteklemek için kitabında onlarca sayfa ayırmış. Biz burada şu kadarını söylemekle yetinelim, Kupchan’ın geçmişle ilgili bu tezi doğruysa, geleceğe dair tahminlerine inanmamak için bir neden yok.

 

Kupchan’a göre durum şöyle özetlenebilir: Batı, göreceli bir gerileme yaşıyor yani içeride fazla bir sorun yaşamamasına karşın diğer güçler daha hızlı gelişiyor. Bu da gücün dağılmasına yol açıyor. Bu durumda yapılacak en iyi şey hasar kontrolü. Kupchan, John Ikenberry gibi yazarların görüşüne sistematik olarak karşı çıkıyor. Kupchan’a göre Ikenberry ve yakın görüştekiler, Batı’nın hazır fırsat varken kendi sistem ve düzenini alabildiğine yayması ve uygulamaya koyması gerektiğini düşünüyorlar. Kupchan’a göreyse bunu yapmanın artık imkanı yok. Bunun yerine Batı’nın yapması gereken çok taraflı bir düzene herkesi ikna etmek ve buna uygun ortamı hazırlamak. Eğer Batı bunu başarabilirse rekabetçi bir anarşinin önüne geçebilmiş olacak. Bunu yapmasının çok taraflı bir dünya siyasetinin önünü açmasının ötesinde sonuçları da olacak, gücün doğası ve sistem içindeki yeri de değişecek. Kupchan, kitabın en başında okuyucu zaten uyarıyor, kendisinin gücün kimden kime geçeceğini değil gücün ve sistemin nasıl değişeceğini açıklayacağını söylüyor.

 

Gücün Doğası

Benzer bir argümanı Dünya Bankasının ünlü isimlerinden Moises Naim de ifade ediyor. Naim, The End of Power [Gücün Sonu] kitabında gücün sahibine eskisi gibi hizmet etmediğini, gücü elinde tutmanın hem daha maliyetli olduğunu hem de gücün kullanım alanının çok daha kısıtlı olduğundan bahsediyor. Çok basit biçimde, teknoloji sayesinde satranç şampiyonlarının nasıl farklı kesimlerden çıkmaya başladığından tutun, savaş taktiklerinin değişimi sayesinde zayıf görülen tarafın giderek sayıca daha fazla savaştan galip çıkmasına kadar, Naim gücün değişiminden bahsediyor. Aktivizm ve çevrecilikten bankacılığa kadar her alan yeni isimlere ve gruplara kucak açıyor, kucak açtığı figürlerle beraber kendisi de değişiyor. Yani bir döngü söz konusu. Böylelikle de gücün doğası değişiyor. Hem Naim, hem de Kupchan’a göre çağımızın önemli sorusu gücün kendisinin nasıl değiştiği. Gücün kimden kime geçtiği, kimin neyi ne kadar elinde tuttuğu elbette hala çok önemli, ancak gücün giderek daha fazla pay edildiği ve paydaşların da arttığı bir ortamda gücün nasıl değiştiğini bilmek çok daha stratejik bir hedef.

 

Öyleyse gücün doğası ve değişmesi öngörülen güç paylaşımı üzerine birkaç soru soralım. Gücün değişmesi Türkiye’yi de çok yakından ilgilendireceğine göre, Türkiye, gücün hangi biçimde tanımlanmasından ve nasıl dağıtılmasından en kârlı çıkar? Türkiye, çok taraflı bir dünya düzenini tercih ederse, hangi tarafla nasıl ilişkiler güder? Bunlar elbette cevabı ne tek ne de sabit sorular. Siyaset ve uluslararası ilişkiler alanında Türkçe kalem oynatan hemen hemen herkesin içinden tekrar etmesi gereken sorular gibime geliyor. ABD’nin ve diğer büyük güçlerin yazarları, düşünürleri ve vatandaşları bu soruları tekrar ediyorsa, Türkiye’nin de bu konuda bir eksiği olmaması için bireysel düşünme sorumluluklarını herkesin alması gerekmez mi?

 

Bir soru daha: Kupchan gibi Batı açısından bakan yazarlar, bir güç değişimi olmayacak, en fazla bir güç dağılımı olur ve çok taraflı bir siyasete geçilir derken; “geri kalanlar” bu pazarlığı kabul eder mi ya da kabul etmek için ne bekler? Kupchan bu konuda net bir pazarlık süreci çizmiyor, yoksa bunun nedeni uzun zaman sonra ilk defa pazarlığı açacak olanın “geri kalanlar” olması mı? Yoksa bu sessizliğin nedeni gücün içeriğinin ve doğasının hala belirsiz olması mı?

Bunları da sevebilirsiniz