Kader, alın yazısı, nasip, kısmet, hayırlısı… gibi kavramlar en çok bizim coğrafyamızda kullanılıyor sanırım. En çok olmasa bile, çok kullanılan kavramlar olduğu herkes tarafından tahmin edilebilir. İnsanlarla biraz konuşmaya başladığımızda, hayatları ile ilgili bir zorluk veya çıkmaz da kader, nasip gibi kelimelerin arkasına sığınır, kendine bahane bularak iç huzura erişmeye başlar. Coğrafya derken, Ortadoğu coğrafyasını kastediyorum. Her ne kadar topraklarımızın küçük bir kısmı Avrupa’da yer alsa da aslında biz zihin olarak Ortadoğu’ya aitiz. O bağnazlık, kadına ve çocuğa bakış açısı, dini her türlü çıkara alet etme toplumdaki birçok kişinin karakterine işlemiş. Ve yaşananlar karşısında sessiz kalmak ve kader deyip geçmek bu tür kişiliklerin başka bir özelliği. Aslında modern görünümlü örümcek zihinler başta siyasiler olmak üzere her yerimizi çepeçevre sarmış durumda.
Bu zihniyetin göstergelerini her geçen gün daha iyi görüyor ve yaşıyoruz. 2018 yılında erkekler tarafından 448, 2019’un ilk 6 ayında 214, sadece Temmuz ayında ise 31 kadın öldürüldü. (1) Sessiz, sedasız bir yerlerde kadınlar istismara, tecavüze uğruyor, şiddete ve işkenceye maruz kalıyor ve nihayetinde vahşi bir şekilde öldürülüyor. Peki bunlardan hangilerini tam olarak biliyoruz. Normal zamanda, kadın haklarını savunan platformlar ve bazı gazeteler dışında, sansasyonel bir şekilde öldürülmedikleri sürece –artık pek etkisi kalmasa da- ana akım medyada bu haberlere yer verilmiyor. Akşamları ana haber bültenleri izleyiciye, suya sabuna dokunmayan nitelikteki ilginç kaza ve videoları haber olarak sunmayı tercih ediyorlar.
Kadın cinayetlerini tekrar ön plana çıkaran ise bu defa Emine Bulut’un kurban gittiği vahşi cinayet. Bu olayı daha da katlanılmaz kılan ise bizzat babası tarafından işlenen cinayetin dehşet anlarına, kızlarının da tanık olması oldu. Ve bu sırada söylenen iki cümle. Biri Emine Bulut’un yaşama isteğini gösteren ve muhtemel kızı tarafından bir ömür boyu kulaklarından silinmeyecek olan: “Ölmek istemiyorum!”, diğeri ise kızın çaresiz haykırışı: “Anne lütfen ölme!”. Bu iki cümle vicdan sahibi her insanı derinden yaralayan ve kendini suçlu hissettiren cümleler. Hani bazen tanık oldukların karşısında sadece yaşadığın ve nefes aldığın için bile suçluluk duyarsın ya, işte o suçluluk duygusudur bu.
Vicdanı olan herkesin sessiz kalamayacağı türden bir vahşetti yaşanan. Ama asıl sorun ise, tepki verebilmek için böylesi bir vahşetin yaşanıyor olması gerektiği. Her gün, her saat, her dakika dünyada ve ülkemizde yeni bir vahşeti izliyor, duyuyor, tanık oluyor ve yaşıyoruz. Aile, sevgi, birlik ve beraberlik adı altında aciz insanların, başka bir insanın yaşam hakkını elinden almasını izliyoruz. Her vahşetten sonra belki bu defa bir şeyler yapılır, daha fazla hayat yok olmaz diye umutlanılıyor.
Her şeyin kolay ulaşılabilir olduğu teknoloji dünyasında aynı zamanda da hızlı tüketilip unutulduğunu düşündüğümüzde başka bir çıkmazın içinde buluyoruz kendimizi. Emine Bulut cinayetine çıkarılan sesin bu kadar güçlü ve kolektif olmasının nedenleri arasında yaşanan cinayetin vahşetinin yanında, yayılan görüntünün etkisi de yadsınamaz hiç şüphesiz. Görüntüleri çeken kişi o anı çekmek yerine yardım etmeyi denese bir şeyler değişir miydi, bilinmez. Fakat insanlara bir şeyleri göstermedeki amacı popüler olmanın ötesindedir umarım. Çünkü tersi durum, bu cinayeti işleyen zihniyetten pek de farkı olmadığını gösterir bize.
Özellikle toplumun önde gelen sanatçılarının ve bu sorunun çözümünü sağlayacak olan siyasilerin verdiği tepkiler kadar, toplumun her kesiminin sosyal medyada ve sokakta gösterdiği tepkiler de çok önemli. Hala insanların içlerinde bir yerlerde vicdan denen mekanizmanın işlediğini gösteriyor. Ya duyarsız kalınsa, artık görmezden gelinse yani bu ölümleri zihinler sıradanlaştırmaya başlasa? Eğer bu ölümlere engel olunmasa ve durdurulmazsa bir sonraki aşama bu olacak. En vahşi cinayetlere bile tepkisiz kalınacak. Fakat verilen tepkiler, kamuoyu baskısı oluşturup siyasileri harekete geçirdiğinde ancak etkili oluyor. Bunda da tepkilerin sonuca varıncaya kadar sürmesi, tepki gösterilmesi için vahşi bir cinayetin işlenmesinin beklenmemesi gerekiyor.
Emine Bulut cinayeti ile birçok kişi tarafından bilinmeyen fakat 1 Ağustos 2014’de yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi’nden haberdar olduk. Savaşta ve barışta geçerli olan bu sözleşmede kadına karşı olan her türlü şiddet ve baskıya dair koruma amaçlı çözümler sunulmakta ve alınacak önlemler belirtilmektedir. Aşağıdaki satırlar ise bize yapılması gerekeni çok güzel özetliyor. En kısa zamanda bu sözleşmenin gereklerinin yerine getirilmesini umuyoruz.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun temsilcisi Gülsüm Kav, BBC’ye yaptığı açıklamada, İstanbul Sözleşmesi’nin 4 temel taşı olduğunu söyledi:
“Sözleşme ilk olarak önleyici tedbirlerden söz ediyor. Şiddetin çıkmaya cesaret bulamayacağı bir toplum yaratın. Bu da eşitlikçi toplumdur. Toplumsal cinsiyet eşitliğini bütün topluma, eğitimler de dahil olmak üzere her türlü yolla yayın.
“İkincisi, hemen böyle bir toplum yaratamayabilirsiniz, şiddet eski ve köklü bir sorun diyerek anlayışlı davranıyor sözleşme imzacı devletlere. Hemen böyle bir toplum yaratamazsan, tehdit söz konusuysa, kadınları etkin, aktif koru diyor. Yani bizim için 6284 sayılı kanunu tam uygula diyor.
“Üçüncü adımda da diyor ki, önleyici bir toplum yaratamadın, kadını korumak istedin ama koruyamadın, ola ki bir kadın zarar gördüyse, o zaman en azından etkin kovuşturma yap ve etkin ceza sitemi olsun, adaleti sağla.
“En son olarak da, sözleşme artık anlayışlı değil, talepkâr. Bunları yapıyorsan bile yetmez, bana kadınları geleceğe dönük nasıl güçlendireceksin, onu göster diyor.”(2)
“Ne yani böylesi korkunç bir dünyanın bir de cehennemi mi var?” Umberto Eco
Kadınların ve çocukların daha güzel bir dünyada yaşaması umuduyla….