Hasan Tahsin’e Eleştiriler..

Dağarcık Türkiye’nin bin bir emekle hazırladığı geleneksel Karaburun Ütopyalar Buluşması’nda, bu kez 6 Temmuz 2019 tarihinde saat.18.00’de Ergin pansiyonda Kurtuluş Savaşının 100.Yılı anısına “Hasan Tahsin” üzerine hazırladığım inanılmaz başarılı bir belgesel ilk kez gösterilecektir.

Bu belgeselin izlenmesinden önce, anti-emperyalist bir kahramana yapılan ve her cepheden gelen yaylım ateşleri yerle bir eden bir çalışmamı sunuyorum. Bu metin, yılın kitabı olmaya aday “Hasan Tahsin – Yürekler Selanik” isimli kitabıma yer darlığı sebebiyle girmemiştir, bu bakımdan bir belge anlamını taşımaktadır.

SABETAYİZM SUÇLAMASI

Hasan Tahsin’e güya Türk ırkı üzerinden suçlama yapmak moda haline gelmiştir. Burada Cumhuriyet Tarihi’ni çamura bulamak isteyenlerin tümü geniş bir cephe halindedirler. Hasan Tahsin’in güya Türk olmayan ırkını, sanki damarlarında dolaşan hemoglobin tanelerinin sayısı kadar kesinlikle bilen ve bundan Sabetayizme söven veya öven teoriler çıkaran kimi akademisyen, yazar, politik simalar var.

Bir anımı anlatıyorum. Yıllar önce İzmir üniversitelerin birinde görevli çok genç ama ihtiraslı bir tarih akademisyeni beni evimde ısrarla ziyaret ederek, Hasan Tahsin ile ilgi arşivimi görmek istedi. Buyur ettik. Zaten her isteyene olduğu gibi ona da yardım etmeye karar vermiştim. Konuşuyoruz bizim evde. Aniden aramızda şu konuşma geçti:

– Yaşar Bey, Hasan Tahsin bir Sabetayisttir!..

– Olabilir.. Bize ne bundan demek, isterdim.. Ama bu iddiayı kuvvetlendirecek güvenilir bilgi ve belgeleriniz nedir?

– Belge çok!

– Nedir?

– Yakın akrabalarıyla görüşüyorum. Özellikle yaşlılarla.. Mavi gözlü yaşlılarla.. Bana anlatıyorlar..

– Neyi anlatıyorlar?

– “Biz Türklere aklımızı verdik, onlar bize vatan verdiler!..” diyorlar..

– Ne demek bu?

– Bu şu demek; İbrani kökenli bu Selanikli modern kuşaklar, Osmanlıyı yıkıp Cumhuriyeti kurmuşlardır. Türkler de onları topraklarına buyur ettiler.

– Sen buna inandın mı?

– Bu iş böyle oldu Yaşar Bey!..

Böyle saçma sapan, bunamış yaşlı dedikodularını belge diye ileri süren genç akademisyenin gözlerinin içine dikkatle baktım. O anda gözlerinin derinliklerinde gizemli parıltılar fark ettim. Bu parıltıları iyi bilirim. Türklüğe ve Müslümanlığa biraz mesafeli değil, aslında tam karşıt olan gizemli gizli örgütlere üye olan seçkin kişilerin komplo teorileri ile doldurulmuş beyinlerinin gözlerine yansıttığı garip parıltılardır onlar…

Bu arada “Cumhuriyet, Atatürk ve vatan aşığı” hiçbir Selanikli yaşlı kişinin, kulaklarımla bizzat duymadan böyle bir konuşma yapacağını da sanmam. Ya bunamış bir çürük beyin bunları söylemişti, ya da akademisyen yalan söylüyordu..

Konuşmayı kestiğim gibi, o akademisyenle tüm ilişkilerini de kestim.

Şimdi şunların altını çizerek yoluma devam etmek istiyorum:

“- .. Hasan Tahsin, Türk oğlu Türk ve Müslüman oğlu Müslümandır.. Türk ve Müslüman Recep Ağa ile Türk ve Müslüman Rabia Hanımın oğludur. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, bir milletler ve etnik aidiyetler sentezidir, herkes kökeni ne olursa olsun Osmanlı’dır; sonuç olarak da bu Osmanlı İmparatorluğu, bir Müslüman Türk İmparatorluğudur; itirazı olan var mı?..”

İçinde başka dinden kitleler olsa bile Osmanlı için tarihe düşülen not böyledir.. Bizans’ın içinde de binbir halk vardı; ama sonuçta Bizans, bir Roma-Rum İmparatorluğu’dur..

Osmanlı’nın tüm etnik, kültürel, dini, mezhepsel mirasını omuzlayıp gelen Türkiye Cumhuriyeti de, bir ırklar (ne kötü bir sözdür bu ırk lafı) ve manevi aidiyetler sentezidir, kurtuluş savaşı sonucunda oluşan ulusal cumhuriyetin ulusal gerçeğini de başka türlü tarif edemeyiz; bu yüzden büyük çoğunlukla her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kökeni ve dini, mezhebi ne olursa olsun Türk üst yapısında buluşur, kaynaşır, isteyen bunu kabul etmeyebilir.

Hasan Tahsin’i bu manevi, sosyolojik, tarihsel ve antropolojik gerçekler sebebiyle Türk olarak kabul ederiz; ola ki Türk değildir, Türklük için şehit olmuş ise, sonuna kadar Türk’tür; Zenci Musa gibi, Artin Penik ve daha nice başka etnik kökenli şehitlerimiz gibi..

Hasan Tahsin´e “Bolşevik” diye saldıranlar olmuştur, İzmir’de Köylü Gazetesi sahibi Mehmet Refet gibi. Neymiş?.. Kız kardeşini başı açık olduğu halde Frenk mahallesinde sinemaya götürüyormuş, işte bu davranışı Bolşevik olduğunun ispatıymış.. Bunu yazan Mehmet Refet, Yunan işgalini desteklediği ve kurtuluş savaşımıza karşı çıktığı için 150´liklere dahil edilmiş ve vatanımızdan kovulmuştur.

Yok efendim.. Hasan Tahsin anarşistmiş ve teröristmiş.. Bunu da yazan ve savunan Marksist-liberal tarihçi Prof. Mete Tuncay´dır.. Geçiniz..

Çürümüş bir iddiadır.. Hasan Tahsin, Sabetaycı’dır.. Şunu iddia ediyorlar: “Hasan Tahsin, Selanik doğumlu olduğu için İbrani kökenlidir, yani Yahudi asıllıdır, Yahudi dönmesidir, Mesih Sabetay Sevi´nin izleyicisidir..”.. Bu iddiaların kaynağı da örneğin Prof. Ertuğrul Düzdağ gibi İslamcı yazarlar ve güya Marksist etiketli Prof.Yalçın Küçük´tür. Tümü yalandır, iftiradır, Atatürk gibi, Hasan Tahsin de Selanikli olduğu için güya doğum yerlerine atıfta bulunarak, bu Türk vatanseverlerine gizli Yahudilik karalaması sıçratarak, gerçekte “ırkçılık” yapmaktadırlar. Yalçın Küçük´ün “Emperyalist Türkiye” kitabında Atatürk hakkında yazdıklarını ibretle okuyunuz, Hasan Tahsin´e ırk suçlaması yaparken iltifat etmiştir bile diyebilirsiniz.

Bu tür suçlamalar, Emperyalizm’in işine yarar, ulusal tarih bilincini içinden çökertmeye yarar. Bir vatansevere, Yahudi diyerek aşağılamak ve böylece karanlık niyetli olduğunu ima etmek, ırkçılıktır, anti-semitizmdir, kapkaranlık amaçlara hizmet eder.. O kişi, velev ki, öz be öz Yahudi´dir.. Peki, ilk kurşunun atıldığı gün şehit edildi mi, edilmedi mi?.. Vatanı için kanını döktü mü?.. Yahudi olsa ne yazar?.. Kürt olsa ne yazar?.. Gavur olsa ne yazar?..

Burada bir paratez açıyorum: Milliyetçilik, ulusalcılık, yurtseverlik veya vatanseverlik; ulus devletle, ırkla veya dinle alakalı değildir. Vatanını ve halkını, Emperyalizm’e karşı savunmakla, ya da tam tersine halkına ihanet etmekle alakalıdır..

Tam 50 yıldır Hasan Tahsin’i binbir emekle savunduğum, hiçbir kişisel çıkar gözetmeden hakkında yüzlerce yazı yazdığım, konferanslar verdiğim, onu yaşatmak için dernek bile kurduğum için, karanlık internet siteleri, benim için de “Sabetaycı” suçlaması yaparlar.

Haydi onlardan birini okuyalım:

Ben mi, Yunan düşmanı bir Sabetaycı’yım?

Yalçın Küçük ve ekibi tarafından kurulan ve yönetilen, (www.kalemler ve kiliclar.com sitesi)‘de 27 Mayıs 2008 tarihli bir iletiyi önümüze alıyoruz.. “The Great Alexander” isimli meçhul birinden geliyor.. Site yazışmalarında “Chanfe” kod isimli ve beni takdir eden birisine yanıt verilmekte):

“Sayın Chanfe, alıntı yaptığınız Yaşar Aksoy’u İzmirli olduğum için iyi bilirim. Bilmeyenler için kısaca anlatayım. Her şeyden önce Yaşar Aksoy kendine İzmir tarihçisi unvanını vermiş, ama İzmir tarihini kendi Sabetayist köklerine göre bakıp yorumlayan, kerameti kendinden menkul bir tarihçidir. Yaşar Aksoy’un İzmir ile ilgili yazdığı her yazıda Rumlara olan kin ve nefretini görebilirsiniz. İzmir’in Rum geçmişini hep kötüler ve görmezden gelir. Bunun yanında İzmir’de yaşayan diğer azınlıklara hiçbir şey söylemez/söyleyemez. Örneğin Yahudileri müthiş beğenir (Neden acaba?). Levantenlere ise söz söylemeye gücü yetmez. Alsancak ve Karşıyaka’daki eski Rum evlerinden nefret ettiğine eminim çünkü geçen senelerde kendisi “Bunlar aslında Levantenlere aitti, İzmir’de İtalyan kültürü daha hakimdir” diyebilmiştir. Evet İzmir’de İtalyan kültürü vardır ama onun öncesinde Rum kültürü (ki hepsi Osmanlı vatandaşıydı) çok daha belirleyicidir, ama anlı şanlı tarihçimiz bunu bir türlü benimseyemez.

Yaşar Aksoy’un yanlı bakış açısının öznesi de; güya düşmana ilk kurşunu atan kahraman Hasan Tahsin’dir. Hasan Tahsin (Osman Nevres) in, kendisi gibi Sabetaycı olduğunu hepimiz biliyoruz. Onun ilk kurşunu atmadığı da kanıtlandı, ama kahraman filan olmadığını da ben söylüyorum. Hasan Tahsin yaptığı hiç bir işe yaramayan sorumsuzca hareketinden sonra, birçok sivil Türk’ün sebepsizce ölümüne neden olmuş, sosyopat bir kişiliktir. Hasan Tahsin’in Türkiye çapında parlatılıp şişirilmesinin nedenini köklerinden dolayı anlayabiliyoruz, işte Yaşar Aksoy da, İzmir’de bu neferin önemli bir parçasıdır. Yerli yersiz her yazısında Hasan Tahsin’e övgüler sunar, Yunan’a olan nefretini kusar. Kısacası Türk milletinin işi gerçekte zor, okulda palavradan tarih, medyada palavradan tarih, bu insanların hala gözünün açılmamasını anlayabiliyorum”.

(Yaşar Aksoy’dan Not: Türkiye’deki 80 milyon insanın tümüne Sabetayist, Yahudi suçlaması getiren “Kılıçlar ve Kalemler Web Sitesi” günümüzde (2019) karartılmış ve yazışmalarına kendileri tarafından son verilmiştir. Ancak tüm yazışmaları arşivlere intikal etmiştir. Irk üzerinden kökenimize suçlama getirenlere yanıt vermek, bir “ırkçı” ile tartışmak anlamına gelir ki, tenezzül bile etmeyiz. Irkımdan bana ne, ırkımdan sana ne!.. Ancak şu kadarı söyleyeyim ki, aile soyumun 500 yıllık seceresi içinde tek bir Balkanlı, Rumelili, Selanikli, mübadil göçmen yoktur; tam tersine baba tarafım Şeyh Şamil Ordusu imamlarından gelen ve Rus-Ermeni savaşlarında kanını akıtmış, İstiklal Savaşı yandaşlığına dayanan Kafkasya kültürlü insanlardır, Ahıska Türkü’dürler, diğer ismiyle Gürcistanlı Mesket’tirler.. Ana tarafım ise, bildiğimiz halis Bergamalı yörüktür..)

Hasan Tahsin’i, Sütçü İmamlarla, Şehit Süleyman Fethi Beylerle, Karayılan, Şahin Beylerle ve tüm istiklal şehitlerimizle birlikte savunmam, Emperyalizme karşı milli direniş ruhunu diri tutmak amacıyladır. Fakat Emperyalizme karşı olmak, Yunan veya Rum düşmanlığı demek asla değildir; Yunanlı ve Rumla birlikte Emperyalizme karşı çıkmaktır..

Sonraki yazışmalarında Türk olmadığını, azınlık bir cemaata mensup olduğunu, Osmanlı ve T.C. hakkında pek çok itirazı olduğunu açıkça belirten, yazılarının içeriğinden “Ortodoks Rum” olduğu belli olan “The Great Alexander” kod isimli “kalemli ve kılıçlı” kişinin, bana yönelttiği “Rum düşmanı iddiasını” ciddiye alıyorum. Ve aşağıda ilginç bir belge yayınlıyorum:

BELGE

Atina, 13 Şubat 1998

Sayın Yaşar Aksoy

Gazeteci – Üniversite Öğretim Üyesi

Yeni Asır Gazetesi

İzmir – Türkiye

Sevgili dostum Sayın Aksoy,

Türk ve Yunan gazetecilerin 7 Şubat’ta İzmir’deki buluşması sırasında yaptığınız harikulade barışçı konuşmadan dolayı sizleri bir kez daha tebrik etmem için izin veriniz.

Panel sırasında dopdolu salonun coşkun alkışlarıyla karşılanan, o yedi porselen minyatürü ayarlamak ile tabiri caiz ise, gerçekten “tüm dikkatleri” üzerinize çektiniz. Hani şu, o feci mübadele sırasında Rum komşunuz Bayan Eleni’nin bir daha dönmemek üzere doğduğu İzmir’den giderken komşu ailenize armağan bıraktığı ve sizin tam 75 yıldır özenle sakladığınız minik porselen mutfak eşyalarını kastediyorum.

İzmir’deki buluşmada, konuşması sırasında alkışlanan tek konuşmacı sizdiniz.

Sayın Aksoy, Türk – Yunan barışı yaklaşımı ve özellikle de “Abdi İpekçi Ödülü” için yıllardır çok şey yaptınız ve yapıyorsunuz. “İpekçi Ödülü” için çalışan bizler, sizlerin ve Yeni Asır gazetesinin desteğini almaktan son derece mutluyuz.

Bu nedenle, “İpekçi Ödülü”nün Atina Sekreterliği üyeleri, 9.Organizasyon çerçevesinde şahsınıza, “TÜRK – YUNAN BARIŞI İÇİN ABDİ İPEKÇİ İLETİŞİM ÖDÜLÜ” verilmesini önermeyi oy birliği ile kararlaştırmıştır. Saygılarımı ve dostluğumu sunarım.

ANDREAS G. POLİTAKİS

Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü Sekreterliği – Atina

Bu belge ile “The Great Alexander” gizli isimli kriptonun tüm iddiaları çöpe gitmektedir. Dikkat edelim, bu ödüle beni Türkiye değil, Yunanistan önermektedir..

Demek ki, karanlık internet sitelerine (“Halilataklı” sahte ismiyle yazan kişi de dahil) bakarsanız, ben İbrani kökenli ve bir gizli Rum düşmanı azılı Sabetaycı’yım;, onun için de koyu Hasan Tahsin’ciyim.. Emperyalizme hizmet eden, bölücü, etnikçi çukura doğru hepimizi sürüklemek isteyen bu ırkçı söylem ve akımlar, hiç merak edilmesin; cürümleri kadar yer yakacaklardır.

PROF.LGE UMAR TÜM İDDİALARI ÇÜRÜTTÜ

İddialara devam edelim.. «

“İlk kurşunu Hasan Tahsin atmadı”, diyen, yazan pek çok kişi de oldu. Başta İzmir Barosu eski Başkanı rahmetli Av.Necdet Öklem gibi.. Yok efendim evinde kalpten ölmüş, sonra kahraman şehit ilan edilmiş..

Bunların hepsi yalandır. Anadolu Uygarlıkları’nın eşsiz bilginlerinden, hukuk alimi, Prof.Dr.Bilge Umar´ın Yeni Asır gazetesinde 25.1.1973 tarihli “İzmirliler Sizin gibi Düşünmüyor Sayın Behçet Uz” başlıklı, İTBF Öğretim üyesi Doç.Dr.Bilge Umar imzalı yazısı, hemen sonra yine Yeni Asır’da 23.2.1973 – 2.3.1973 tarihleri arasında yayınlanan “İlk Kurşunu Hasan Tahsin Atmıştı” başlıklı inanılmaz derecedeki ayrıntılı incelemesi ve ardından Bilgi Yayınevinden çıkan “Yunanlıların Ege´de Son Günleri” (1974, Ankara) kitabı, tüm bu iddiaları yerle bir etmiştir. İbretle okunmalıdır. Bir hukuk profesörünün (E.Yeditepe Üniversitesi emekli öğretim üyesi) bir hukukçu titizliği ile ilk kurşunu kimin attığını milimetrik ispatlayışı karşısında tüm şüpheler kaybolur. Tamamen tatmin olunur. Yalanların, teker teker nasıl çürütüldüğü apaçık görülür. Prof.Bilge Umar’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Sağlıklı yaşasın..

Bu yönde Adalet Partisi İzmir İl Başkanı Av.Pertev Arat’ın Yeni Asır’da 21.2.1973 tarihinde yayınlanan “Anıt Hakkında” başlıklı yazısı, eski CHP Milletvekili ve ünlü Bestekar Necip Mirkelamoğlu’nun Son Havadis gazetesinde 9 – 15 Ağustos 1981 tarihlerinde yayınlanan “İlk Kurşun Meselesi” başlıklı yazı dizisi, eski İzmir Baro Başkanı ve İzmir Milli Kütüphane Vakfı Başkanı Av.Necdet Öklem’in “İzmir’in İşgali” kitabı (İzmir, 1999, kendi yayını), Turan Akkoyun’un Tarih ve Düşünce dergisinin Aralık 2000 tarihli sayısındaki “İlk Kurşun Masalı” yazısı ile sekiz yıl sonra yayınladığı Tarih ve Toplum dergisi Eylül 1992 tarihli sayısındaki “İzmir’de Atılan İlk Kurşunun Sahibi Meselesine Dair Notlar” yazısındaki iddiaların hepsi bilgi ve belge yetersizliğinden kaynaklanmıştır.

Hem besteci Mirkelamoğlu, hem Arat, hem de sert 28 Şubat uygulamalarında üniversiteden ayrı konulan akademisyen Akkoyun sevdiğim insanlardır, ahbaplarımdı; keşke o zaman Doçent olan Bilge Umar’a veya naçizane olarak bana danışabilme niyet ve imkanları olsa idi bu yazıları böylesine haksız ve kifayetsiz ortaya çıkmazdı. Rahmetli Av.Necdet Öklem’in ise bize danışmaya gereksinimi olamazdı; çünkü nedendir bilinmez yeminli bir “Hasan Tahsin düşmanı” idi.

Hasan Tahsin, Soykırımcı Ermeni iddialarına yandaş mıydı?

Hasan Tahsin hakkında en son ultra-iftira ise, 1915 sözde Ermeni Soykırımı’nı şehit edilmeden önceki yazılarında lanetlediği şeklindedir. Böylece günümüzdeki Ermeni sözde soykırım savlarına dayanak yapılmak istenmektedir.

Bu tarih çarpıtmasının yaratıcısı da, Prof.Halil Berktay’dır, 25-26-28 Nisan ve 2-5 Mayıs 2012 tarihlerinde Taraf gazetesinde yazdığı beş makale ve Talat Ulusoy isimli bir yazarın 20 ve 30 Nisan 2012 tarihlerinde (izmirizmir.net) sitesinde yayınladığı iki yazı da aynı doğrultuda; Hasan Tahsin’i, Ermeni soykırımı taaruzuna dayanak yapma amaçlı kampanyanın belgeleridir.

Hasan Tahsin’in, devleti savaşa sokan ve milleti kırıp geçiren İttihat ve Terakki eski yönetimine karşı binlerce kez haklı olarak mütareke döneminde kaleme aldığı vatanseverce eleştiri yazıları içinden, cımbızla bazı cümleleri çıkarıp, cilalayıp Ermeni iddialarına dayanak yapmak istemektedirler.

Şunu anlayamazlar.. Hasan Tahsin, Alman denizaltısına binip kaçan İttihatçı kodamanları da kıyasıya eleştirir..

Aynı zamanda, birkaç yıl sonra İngiliz savaş gemilerine binip aynı Boğaziçi’nden rezil biçimde kaçacak olan Padişah Vahdettin’i de eleştirir..

Bu padişahın onayı ile İzmir’e çıkan Emperyalizm’in ordularına karşı ilk kurşunu da, kahramanca sıkar..

İşte yurtseverlik budur.. (Hasan Tahsin’in tüm yazıları kitap olarak yayınlandı, büyük bir hizmet gerçekleştirildi, ibretle okuyalım.. (Dr. Oktay Gökdemir, «Hukuk-u Beşer”, İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınları, 2012)

Şimdi bu iddiaları teker teker inceleyip, tarihin çöp sepetine atalım..

İLK KURŞUNU KİM ATTI?..

Ünlü bir atasözü vardır: “Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir..” derler.. Hasan Tahsin 15 Mayıs’ta ilk direnişi bir Türk gibi başlatmıştı. Ama yıllar geçtikten sonra gerisini getiremeyecektik galiba.. Her zamanki gibi..

Hasan Tahsin’i yok etme kampanyası böylece başlamış oldu..

22 Ocak 1973 günü İzmir’in eski beş belediye başkanı adına bir basın toplantısı yapan Dr.Behçet Uz, işgal günü her meslekten yüzlerce kişinin şehit edildiğini ileri sürerek, “Sadece Hasan Tahsin için bir anıt dikilmesini” kınadı. Reşat Leblebicioğlu, Hulusi Selek, Enver Dündar Başar ve Selahattin Akçiçek adına konuşan Behçet Uz ayrıca Hasan Tahsin’e “Anıt Adam” adını verilmesini de doğru bulmadığını belirterek şöyle dedi:

“.. Milli Mücadelede biz, yalnız bir anıt adam tanırız. O kişi, Atatürk’tür. Onun dışında milli mücadelenin sayısız kahramanları ve mücahitleri vardır. Ancak anıt sıfatı sadece Atatürk’e layıktır. Şehit Hasan Tahsin için bu sıfatın kullanılması ölçüsüz ve mübalağalı bir davranışı ifade eder.

İzmir’de 15 Mayıs 1919’u yaşatacak bir anıt, bütün şehitlerin hatırasını kapsayan nitelikte sembolik bir eser olmalıdır. Bir meslek teşekkülü olarak İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin o gün şehit edilenler arasında bulunan bir meslektaşlarının hatırasını canlı tutma yolundaki gayretlerini takdirle karşılarız. Ancak işgal günü şehit edilenlerin yüzlerce kişi olduğu, tek kişiden ibaret bulunmadığını da belirtmek isteriz. İşgal gününü dillendirecek bir anıt, bütün şehitlerden habersiz, fakat onlardan sadece biri adına yükseltildiği takdirde, şehitlerimizin ruhları bundan azap duyacaklardır..”

İzmir’ emekleri geçmiş beş eski belediye başkanı böylece dikilmesi planlana anıta karşı çıktılar. Sadece beş kişi de değillerdi. Arkalarında bazı guruplar vardı. Hasan Tahsin’e yeminli düşman olan, şehit gazetecinin işgal günü evinde keyif çatarken öldürüldüğünü ileri süren eski bir baro başkanı da otoriter şekilde gurubun arkasında yer alıyor ve protesto hareketini organize ediyordu.

Bizce birkaç ihtimal söz konusuydu:

  1. Sayın eski belediye başkaları tarihi bir yanılgıya düşmüşlerdi. Tarihi belgeleri hiç incelemeden, Hasan Tahsin’den söz eden kitapları, romanları okumadan bu gayretkeşliğe düşmüşlerdi. Çünkü anıtın tek isim üzerine inşa edilmesini anıt kampanyasını yürütenler de istemiyordu, anıt anonim olacaktı, ancak şehit gazeteci bir sembol olarak öne çıkacaktı.

  2. Belki de, milli bünyemizde daima mevcut kıskançlıktan kaynaklanan engelleyici virütik psikoloji, anıtı istemiyordu.

  3. Hasan Tahsin’in Bolşevik olduğu iddiaları tamamen mesnetsiz ve yalan olmasına rağmen, sağ eğilimli başkanlar bu propagandadan etkilenmişlerdi.

  4. En acısı ki, gönüller son ihtimalin olamayacağı konusunda dilekte bulunuyorlardı. O da, bir düşman propagandasının başkanlara yansıtılmasıydı. Gaflet böylece ortaya çıkmıştı.


Tam da İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından yürütülen Konak Meydanı’na bir direniş anıtı dikme kampanyası en faal döneminde iken, böyle bir polemik çok zararlı olabilirdi.

O esnada uzaklarda Doğu Anadolu’da karlar içinde Asteğmen olarak görev yerimizde bulunduğumuzdan bu üzücü propagandalara yanıt verebilme olanağımız yoktu. Ancak İzmir’de görevli hukuk akademisyeni Doç.Dr. Bilge Umar’ın Dr.Behçet Uz’u insafa davet eden 25 Ocak 1973 tarihli Yeni Asır’da çıkan akademik yazısı, İzmir’den yurdun öte ucuna ulaştığı zaman sevincimiz sonsuzdu. Çünkü anıtı sudan bahanelerle durdurabilirler ve bu durumda Hrisostomos’un heykelini Pire’ye, Nea Simirni’ye dikenler böylece sevinçten göbek atarlardı.

Ama bir süre sonra durulacağını sandığımız engelleme propagandası daha şiddetle devam etti. İddialar peşi sıra geliyordu. Hasan Tahsin gerçekte, dönmeydi, yani Yahudi asıllıydı, karanlık bir provatördü, ilk kurşunu atmamıştı, sahte bir kahramandı, kimdi belli bile değildi, belki de hiç yaşamamıştı, zaten ismi bile sahte idi. İddialar genelde yedi bölümde ileri sürülüyordu:

  1. İlk kurşunu Saatçı Aziz attı.

  2. Hasan Tahsin evinde öldü

  3. İlk kurşunu bir Rum attı

  4. Germencikli İbrahim, ilk kurşunu sıktı

  5. Bir hapishane kaçkını bu işi becerdi

  6. Arap Rasim attı

  7. İlk kurşunu Hasan Tahsin atmış olsa bile, Atatürk’ten büyük değildir. Bu anıt dikilemez. Dikilse bile bu anıt, Atatürk için dikilmeli.

Bu iddiaları bilimsel yöntemlerle süzgeçten geçirmeliydik. Bilimsel düşünce düşüncenin bilime, yani nesnel ve evrensel bilgiye olan yakınlığıdır. Bilimsel anlayış, gerçek nesnelere “doğa olaylarına” uygulanan eleştirici anlayışla özdeştir. Bilimsel araştırmanı amacı ise, araştırılan konuyu duygusal dürtülerle değil, kulaktan dolma dedikodularla hiç değil, bilimsel yöntemlerle analiz edip gerçeğe ulaşmak ve sonucu somut olarak ortaya koymaktır. Böylece her iddiayı teker teker ele almamız gerekmekteydi.

Saatçı Aziz Efendi kimdi?

Bu konuda iddiacı olanlar, Celal Bayar’ın “Bende Yazdım” isimli eserinin 2.cildindeki pasajları gösterirler. Kitaba göre, merhum gazeteci Ahenkçi Şevki, Celal Bayar’a yazdığı mektupta şöyle demişti:

“.. Müfreze, meydanlığı deniz tarafından kışlanın kapısı önüne aktı. Orada birkaç saniyelik duraklamadan sonra yoluna devam ederek, Askeri Kıraathanenin köşesinden tramvay caddesine döndü ve hapishaneye doğru gitti. Bu anda Birinci Kordon’dan kışla meydanına ikinci bir Efzon müfrezesi dahil oldu. Bu müfreze de tıpkı birinci müfreze gibi kışlanın kapısı önüne geldi. Orada birkaç saniye durduktan sonra Kemeraltı Caddesi’ne doğru yol almaya başladı. İşte bu müfrezenin önünde, siyah elbiseli, siyah şapkalı oldukça gösterişli iri bir sivil alemdar vardır. Elindeki Yunan bayrağını kah yukarı, kah aşağı indirip kaldırıyor ve müfrezenin yürüyüşüne nizam veriyordu.

Alemdarın rehberlik ettiği müfreze tam Askeri kıraathane köşesinden sağa dönerken Hükümet Konağı’nın kapısı önüne ve içine toplanmış olan vatandaş arasından atılan bir silah sesi kulakları çınlattı. Bir an içinde müfrezenin önündeki siyah şapkalı, iri yapılı alemdar yüzükoyun yere yuvarlandı, müfreze ve halk birbirine karıştı. Herkes aklına gelen tarafa kaçmaya başladı. Bir iki saniyelik zamana sığan bu karışıklıktan nefsimi korumak için süratle Kemeraltı caddesine döndüğüm sırada, o zaman Ragıp Paşa Oteli’ne bitişik küçük dükkanda saatçilikle meşgul olan Aziz Efendi’nin tabancasını cebine yerleştirmeye çalıştığı, hiç telaş etmeden Kemeraltı caddesine doğru yürümeye başladığı gözüme ilişti.

O hoşsohbet kendi halinde, mütevazi, vatansever bir Türk’tü.. Hakiki bir “Aziz” idi. O kalp, vatanın bağrına basan düşmanın gururunu hazmedememiş ve alemdarına layık olduğu cezayı vermişti. Hadiseler yatıştıktan sonra kendisini gizlice tebrike şitap ettiğim zaman benden dileği şu oldu: – Aramızda kalsın.. Kendi milletimizden de kimse duymasın. Vazifemi yaptım. Benden ummazlar diye korku duymuyorum”.

Ahenkçi Şevki Bey’in ilk kurşunu attığını görmeden ileri sürdüğü Saatçi Aziz Efendi’nin eylemini, mektupla Celal Bayar’a ilettiğini tekrar edelim. Kalabalık içinden ateş edeni, Ahenkçi Şevki Bey görmemiştir. Zaten kendisi de gördüm demiyor. Oysa ki, Aziz Efendi’nin silahını ateşlediği gerçektir. O da tıpkı Hasan Tahsin gibi işgal dakikalarında silahına sarılan ve ateş eden bir vatanseverdir. Ama ilk olarak direnişe geçen değildir. Çünkü tanınmış gazeteci Naci Sadullah Danış, kendisine verilen yeğeni Gavur Mümin’in (Ünlü Türk casusu Mümin Aksoy) yazılı hatıralarından İzmir’in işgali bölümünü Tarih Dünyası dergisinin 1 Mart 1965 tarihli 4 sayılı nüshasında yayınladı. Bu hatırata göre, ilk direniş eylemi Saatçi Aziz’in silahına sarılmasından dakikalar önce Pasaport sahilinde gazeteci Hasan Tahsin tarafından gerçekleştirilmişti, daha sonra ise Konak’ta Saatçı Aziz’in silahına sarılmış ve silahını ateşlemiştir; Gavur Mümin’in hatıratında geçen bu tanıklık, daha sonra bir çok tanıklar ve belgelerle kuvvetlendirilmiştir.

İlk kurşunu bir Rum attı iddiası?

Bir başka iddia ise, Yunan ordusuna ilk kurşunu bir Rum’un attığı şeklindedir. Bu iddiayı ileri sürenler, iki belgeye dayanıyorlar.

Belge 1: İşgalden hemen sonra bir Türk subayı ile Yunan İşgal Tümeni Komutanı Albay Zafiriu arasında geçen konuşma, sonradan Osmanlı Harbiye Nezaretine gönderilen bir raporda nakledilmiştir. Bu raporda belirtildiğine göre, Yunan subayı Türk subayını olaylar sebebiyle suçlayınca, Türk subayı da ilk kurşunun bir Rum tarafından atıldığını ileri sürmüştür.

Belge 2: “Kuruluştan Kurtuluşa İzmir” isimli kitabın yazarı Mehmet Okurer, kitabının 173’üncü sayfasında, “Ordumuzun Zafer Kitabeleri” isimli bir eserden pasajlar nakletmektedir. 1925 yılında basılan bu eserin “Mucizevi Hak” başlığını taşıyan kısmında bir hatırattan (İstanbul, s.81-82) söz edilmektedir. Kimin söylediği veya yazdığı belli olmayan bu hatıratta şunlar belirtilmektedir:

“.. Yunan topçu zabiti ve işgal komutanı yaveri Panayot Kerakaris, “Tek silah patlarsa, şehri yakarım” demişti. Bu tek silah, Yunan bayrağı kışlanın önünden geçerken patladı. O esnada orada bulanan bir gazete müvezii, bu silahı Giritli bir Rum’un attığını görmüş ve bunu yeminlerle anlatmıştı..”

Ancak aynı Mehmet Okurer, aynı kitabının 175. Sayfasında ise yine kaynağını belirtmediği bir hatırattan şu notu düşmüştür:

“..Öncüdeki Efzon taburu, üstü otel ve altı kahve olan ve adına Askeri Otel denilen binanın önüne geldiği vakit, otelden bir silahın patladığı işitildi. Bu silah sesi üzerine tekmil Efzon taburu yüz geri ederek darmadağın rıhtımdaki toplanma noktasına doğru kaçmaya başladı. Bu kaçış görülmeye değerdi. Efzonların püskülleri ufki bir vaziyette arkalarında üşüşüyordu. Bu silahın Hasan Tahsin isminde bir gencin patlattığını ve kendisini de orada Yunan askerlerinin öldürdüğünü herkes söylüyor”.

İlk kurşunu bir Rum’un attığı iddiası, o günler savunma psikolojisi içindeki Türkler tarafından savunuldu ve bu söylem İstanbul’a gönderilen resmi raporlara geçti. Yunan yönetimi, ilk kurşun olayından dolayı Türk ve Müslüman ahaliye hınç içindedir. Her an çok daha büyük katliamlara yol açabilecek olan bu intikam duygusunun giderilmesi için, Türklerin böyle bir iddiada bulunarak, olayların geçiştirilmesini istemeleri doğaldır. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini göbek atarak kutlayan Rum ahalinin içinden birisinin kendi ordusu telakki ettiği Yunan askeri birliklerine ateş etmesi hangi mantıkla izah edilebilir?.. Belki havaya ateş eden bir Rum’un ayağının kayması sonucunda sıktığı kurşun, tam da bayraktarın alnına yapışmıştır. Bilemiyoruz, o anda, o Rum’un yanında değildik (!)..

Hapishane kaçkını mı attı?

Diğer bir iddia ise, ilk kurşunun hapishaneden kaçan meçhul biri tarafından atıldığı şeklindedir. Bu iddiayı ileri sürenler Rahmi Apak’ın “İstiklal Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu?” isimli eserini kaynak olarak gösterirler. Rahmi Apak, ismini belirtmediği bir tanıktan dinlediği olayı şöyle anlatır:

“.. Yunan Alayı, tam askeri mahfel önüne geldiği zaman hapisten yeni kurtulup çıkmış olduğunu sandığım, genç, uzun ve yağız bir delikanlı sokağın başına çömeldi. Nişan aldı, daha ilk kurşunda Efzon Alayının sancağını taşıyan uzun boylu, heykel gibi bir Yunan erini, yani sancaktarı yere düşürdü. Yunan sancakçısı kurşunu alnından yemişti. Ben bu manzarayı Hükümetin üst kat penceresinden seyrediyordum. Yağız Türk nişancısı daha dört, beş kurşun yani mavzerin mekanizma muhteviyatını boşaltı. Yunan bölükleri rıhtıma doğru kaçtılar. Sonra orada tekrar toplanıp mevziye girdiler. Yağız delikanlı beş kurşundan sonra sokağa daldı. İki üç yüz metre ilerledi. Sonra işittiğime göre tekrar çömelmiş ve sokak boyunca Yunanlıların üzerine atış yapmakta devam etmiş, cephanesi tükenmiş. O esnada civar evin penceresinden bakan yaşlı bir Türk kadınına dönerek, “.. Nine gördün ya, yarın ahrette şahidim ol, kurşunum cephanem tükendi. Geri gidiyorum” demiş ve kaybolmuş..”

Bu olayda, görgü şahidinin, hapishane kaçkınının ve yaşlı ninenin kimlikleri belli değildir. Sanki bir film senaryosu karşısındayız. Yere çömelerek tüfeğini ateşleyen ve Yunan sancaktarını vuran hapishane kaçkını meçhul kişi, başka hiçbir belgede veya tanık ifadesinde geçmemektedir. Bu şahsın civardaki evin penceresinden sanki resmigeçit seyreder gibi sokağa bakan bir nineyle, hem de o dehşet verici saniyeler içinde sohbet etmesi, bu hatırata senaryo havası vermektedir. Ayrıca nine ile konuştuktan sonra sokağın içine doğru kaçan bu delikanlının kurtuluştan sonra ortaya çıkıp, “Yunan bayraktarını ben vurdum!” demesi, eğer İzmir’in kurtuluşundan önce vefat etmiş ise, ailesine veya dostlarına bu olayı anlatması gerekir. Bu bakımdan o müthiş olaylar içinde Hükümet Konağı’nın üst penceresinden veya halk içinden Yunan birliklerine bakan kimi gözler, Saatçi Aziz Efendi’nin siluetini, bir delikanlı gibi görmüş olabilir. Veya o anda silahına sarılan bir çok Türk gibi yere çömelerek ateş eden bu delikanlı da bu gurupların içinde bulunmuş olabilir.

Germencikli Üsteğmen İbrahim Bey konusu

“İşgalden Kurtuluşa” isimli kitabın yazarı Dr.Sıtkı Şükrü Pamirkan’a göre, Yunan ordusu Konak Meydanına geldiğinde karşıdan kendilerine yaklaşan polis komiseri Giritli Sabri Bey’e aniden ateş etmişler ve onu öldürmüşler. Sonra ölünün başını dipçikle parçalamışlar. Pamirkan’ın kitabına göre sonra olaylar şöyle devam etmiş:

“.. Şimdiki Konak vapur iskelesinin biraz ilerisinde Binbaşı Dimitri Miçalo atından indi. Ve askerlerine harp nizamında işgal emri verdi. Süngü takmış Efzonlar, Kışla ve Hükümet Konağı’na ilerlediler. Bu sırada komiser Giritli Sabri Bey karşıdan onlara doğru geliyordu. Keyfi bir hareketle gözlerini bile kırpmadan Türk komiserin üzerine ateş ettiler. Zavallı Sabri Bey “Allah” diye bağırarak kanlar içinde yere yuvarlandı. Yorgaki ile Binbaşı Miçalo kanlar içinde yatan şehit komiserimizi çiğneyerek geçtikten sonra arkadan gelen Efzon askerleri de aziz ölünün kafasını dipçikle parçaladılar.

Bu kahpelik karşısında sabrı taşan yağız bir delikanlının Askeri Kıraathane’den fırladığını gördük. İki elinde, iki Barabellum tabanca parlıyordu. Efzon askerlerinin üzerine ateş eden bu yağız delikanlı Üsteğmen Germencikli İbrahim idi. Arkasından Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi Recep oğlu Hasan Tahsin Bey, elindeki bir bomba ile düşman karşısına atıldı..

Efzon askerleri makineli tüfek ile derhal ateşe başladılar. Hasan Tahsin şehit olup kanlar içinde yere yuvarlanırken halk ve askeri kıraathaneden dışarı fırlayan Türk gençleri de tabancalarına sarıldı. Kışla ve Hükümet meydanı bir anda kanlı bir muharebe sahası haline geldi”.

Bütün tarihçi, araştırmacıların ve resmi raporların görüş birliği içinde olduğu gibi, Yunanlıların durup dururken polis komiseri Giritli Sabri Bey’i öldürmeleri gibi bir olay yoktur, olmamıştır. Türklere dönük toplu Yunan saldırısı, ilk kurşunun atılmasından sonra oldu. Pamirkan’a göre, Yunanlılara Germencikli İbrahim ile Hasan Tahsin yanyana ilerleyip ateş etmişlerdir; bu durumda karşıdan başlayan yaylım ateşte aynı zamanda ikisinin de şehit olması gerekir. O günkü şehitlerin isimlerini sıralayan resmi raporda İbrahim Bey’in ismi yoktur, üstelik olaydan kurtulsa bile İbrahim Bey ortaya çıkıp “İlk kurşunu ben attım” dememiştir, çünkü İbrahim Bey diye biri yoktur, askeri kayıtlarda böyle bir isim geçmemektedir, onu tanıyan da yoktur. Bu hatıratın her kafadan bir hikayenin uydurulduğu o heyecanlı günlerde kahve dedikoduları içinde kaydedildiği açıktır.

Asaf Gökbel’in kaynaksız iddiaları

Asaf Gökbel, Milli Aydın Cephesi’ne büyük emekleri geçmiş bir sivil kuvayı milliyecidir. 9 Eylül 1922’de İzmir’e ilk giden Karşıyaka’ya bayrak çeken kahramanlardan ve yayınlanmamış kapsamlı yazılı hatıraları kızları tarafından bana emanet edilmiş olan Giritli Teğmen Zekai Kavur’un yakın silah arkadaşıdır. Yunan işgalinde dağlarda bulunan Yörük Ali Efe’yi direnişe ikna edenler arasında hem Zekai teğmenin, hem Asaf Bey’in ismi önemle geçer.

Asaf Gökbel, “Milli Mücadelede Aydın” isimli kitabında ilk kurşun olayını hiçbir kaynak göstermeden anlatır (1964, Aydın, kendi yayını, s.78). Bu bakımdan o yıllarda kulaktan dolma bilgilerin yoğun biçimde dolaştığı ortamda yazılan kitabın bu bölümüne ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Şöyle ki:

“.. Karantina (Yalılar) cihetine gidecek olan Yunanlılar, Kışla Meydanı’nda işlerini bitirmişler, tekrar yürüyüşe geçmişlerdir. Önde yine sereri kılıklı Rum palikaryası var. Kolbaşı, tam Askeri Otel önüne gelince, saatlerdir köşe başında bekleyen esmer delikanlının tabancasını çekmesiyle ateş etmesi bir oluyor. Patlayan tek bir silah ve atılan tek kurşundur. Bayrak taşıyan iri Rum palikaryası yere yuvarlanmış, elindeki kocaman Yunan bandırası çamurlara bulanmıştır.

Bu silah sesini nereden ve kimler tarafından atıldıkları belli olmayan birkaç silah sesi daha takip ediyor. Hiç beklenilmeyen ve umulmayan bu olay bir kargaşalık, bir panik doğuruyor. Kemeraltı caddesini dolduran sivil halk bir tarafa, Askeri Otel’in önüne kadar gelmiş olan Yunan öncüleri de yüz geri ederek karma karışık bir halde rıhtıma doğru kaçışıyorlar..”

Roughly one in five women experiences ovulation cramps regularly thought their menstrual cycle, which according to the medical community is perfectly normal.

Hasan Tahsin evinde mi öldürüldü?

Bu iddiayı ileri sürenler, kaynak olarak İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti’nin Sadrazam Tevfik Paşaya gönderdiği bir raporu gösterirler. Bu rapora göre, Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi Hasan Tahsin Bey, evinde öldürülmüştür. Bu rapor, Kadir Mısırlıoğlu’nun “Yunan Mezalimi” isim eserinde yer almakta. Mısırlıoğlu, her zaman yaptığı gibi bu raporu nereden edindiğini belirtmemiştir. Mısırlıoğlu’nun paravan yayınevleri vasıtasıyla ne biçim tarihi (!) eserler bastırdığını, düzmece belgelerle ne tür amaçlara yöneldiğini çok iyi bildiğimiz için, Mısırlıoğlu’nun kitabının emin bir kaynak olduğunu kabul etmek mümkün değildir.

(Yaşar Aksoy’un Notu: Fesli ve güya İslamcı yazar Kadir Mısırlıoğlu, “Keşke Yunan Anadolu’da Yunan galip gelseydi; böylece saltanat, hilafet, şeriat ayakta kalırdı!..” diye sürekli yayın yapabilmiş, çıkardığı Sebil dergisinde Hasan Tahsin’e Yahudi yaftası yapıştırmış bir kişidir)

Kadir Mısıroğlu’nu ciddi ve değerli bir araştırmacı olarak kabul etsek bile, Hasan Tahsin’in evinde değil, İzmir sahilinde şehit olduğuna dair çok kesin belgeler Harp Tarihi Arşivi’ndedir. Şimdi bu konuda Mıntıka Müfettişi Yüzbaşı Ziya Bey’in . Jandarma Genel Komutanlığı’na gönderdiği 5 Haziran 1919 tarihli raporunu okuyalım:

“.. Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi olup, kordon üzerinde parça parça edilmek suretiyle şehit edilen Tahsin Recep Bey, şehitler zümresinin başında bulunanlardan olup..”

Ancak iki Ziya Bey vardır.

İzmir Jandarma Alay Kumandanı Kaymakam Ziya Bey, İzmir’den Dersaadet Umum Jandarma Kumandanlığına 20 Mayıs 1919’da göndermiş olduğu telgrafta, “Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi ve ser muharriri Hasan Tahsin Recep Bey’in ikametgahında şehit edildiğini” belirtmiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti Kataloğları’nda bulunan “İzmir Fecayii” isimli toplu dosyadaki evrak. )

Oysa, İzmir Jandarma Mıntıka Müfettişi Ziya Bey’in, daha kapsamlı araştırma yaparak ilk telgraftan 15 gün sonra 5 Haziran’da Jandarma Umum Kumandanlığına gönderdiği raporda ise, şehidin kordon üzerinde parça parça edilerek öldürüldüğü yazmıştır.

Görüldüğü gibi Hasan Tahsin Bey’in, Kordonboyu’nda şehit oluşu ve cesedinin orada bulunuşu resmi raporlara geçti. Kaynağı belli olmayan ve işbirlikçi İstanbul Hükümetinin başına verildiği iddia edilen raporların doğruluğuna inanmak mümkün değildir.

Ayrıca Hasan Tahsin’in kız kardeşi Melek Gökmen sağlığında, Nurdoğan Taçalan’a naklettiği anılarında, “Ağabeyinin Frenk Mahallesindeki evlerine 14 Mayıs 1919 gecesi Maşatlık Mitinginden sonra üzgün olarak döndüğünü ve ertesi sabah yani işgal sabahı erken çıkıp gittiğini, bir saat sonra matbaasındaki çıraklardan bir çocukla “Evden katiyen çıkma. Ben gelinceye kadar bekle. Ben gelmez isem, Mr.Van Der Zee gelip seni alacak..” diye pusula gönderdiğini ve bir daha da ağabeyinin eve dönmediğini” anlatmıştır (Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Nurdoğan Taçalan, s.243).

Diğer yandan bu ev, saat 13 sıralarında Yunan askerleri tarafından basıldı (Doç.Dr.Bilge Umar, Yeni Asır gazetesi, 24 Şubat 1973). Bu baskın olayı sebebi ile “Hasan Tahsin evinde öldürüldü” şeklinde bir rivayet çıkmış olabilir.

“Hasan Tahsin evinde öldürüldü” iddiası, yeminli Hasan Tahsin düşmanlarınca yıllarca kullanıldı. Bu konuda kitap yazan Av.Necdet Öklem (İzmir’in İşgali, İzmir, 1999, kendi yayını) ve Eczacı Celal Öcal birçok yazı, konuşma ve basın toplantılarında bu haksız iddiayı kullandılar ve yaygınlaşması için gayret sarf ettiler.

Emperyalizmin güdümünde Yunan propagandası

Türkiye’de Hasan Tahsin üzerine iddialı tartışmalar bu şekilde ilerleyip büyürken, oluşan ortama en güzel yanıt, Yunanistan cephesinden geldi. Okuyalım:

“.. Atina (Hürriyet, 25.3.1974) – Son zamanlarda Yunan, basın, radyo ve televizyonlarında, Türkiye aleyhine geniş bir kampanya açılmış bulunmaktadır. Yunan televizyonları geçen Pazartesi gecesi (25 Mart 1974) saat 22.00’de Türkiye aleyhine çevrilmiş bir Yunan filmini göstermiştir. Bu filmde Türk askerleri küçük düşürülmekte, halk açıkça tahrik edilmektedir. Bu kampanyaya paralel olarak radyolar, Türkiye aleyhinde hazırlanmış “Kara Kurtlar” serisi altında çeşitli hikayeler anlatmaktadır. Bu kampanyaya Yunan basını da katılmış bulunmakta. Özellikle Kuzey Yunanistan’ın en yüksek tirajlı Ellenikos Vorros gazetesi, “Aptal, sefil Türkler” başlıkları altında makaleler yayınlamakta, Türkler ve Türkiye aleyhine ağır bir dil kullanmaktadır.

25 Mart 1821’de Yunanistan’ın istiklaline kavuşmasını bir fırsat bilen birçok Yunanlı da yayınladıkları kitaplarla Yunan kamuoyunu zehirlemektedir. Albaylar Cuntası’nın Yunanistan’da darbe ile iktidarı ele geçirmesinden sonra Cumhurbaşkanı olan Faşist General Gizikis’in idaresi, Türkiye aleyhindeki kampanyayı desteklemekte, yayınlanan bir çok ansiklopedide tarihi gerçekler tahrif edilmektedir.

Öte yandan Atina’nın “Nea İzmirni” (Yeni İzmir) bölgesinde Küçük Asya isimli bir müze açılmasına karar verildi. Bu müzede Türkiye aleyhine resim, fotoğraf ve hikayeler sergilenecek ve kapısına ellerini Türk kanına bulayan İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos’un bir heykeli dikilecektir. Hrisostomos, Türk tarihine en kanlı papaz olarak geçmiştir.”

1974 yılının Mart ayında Yunanistan’da bu gelişmeler olurken, aynı yıl 15 Mayıs’ta Konak Meydanı’na Hasan Tahsin anıtının dikilmesine iki ay, 20 Temmuz günü başlayıp, Kıbrıs ve Yunanistan’daki tüm faşist darbecileri, bu arada Cumhurbaşkanı General Gizikis’i silip süpürecek olan Kıbrıs Barış Harekatı’na ise daha dört ay vardı.

Faşistlerin yönetimdeki Yunanistan’da bu hava eserken, böyle bir ortamda Hasan Tahsin’i ve diğer şehitlerimizi sembolize eden İlk Kurşun Anıtı’nın açılış çalışmaları hızlandı. Varsın Emperyalizmin ve Yunan Mezaliminin simgesi Papaz Hrisostomos’un heykeli, yüzü Anadolu’ya dönük olarak Atina’nın Yeni İzmir bölgesinde dikilmiş olsun, bağımsızlığın ve özgürlüğün simgesi Gazeteci Hasan Tahsin’in yüzü de kendi halkına dönük olarak Konak Meydanı’na onur verecekti.. Tıpkı 15 Mayıs 1919’da onur verdiği gibi..

Sonuç:

Gerçekte ilk direnişi kim başlattı?

Şimdi sonuca doğru yaklaşmış iken, İzmir’in işgalinde ilk direnişi Hasan Tahsin’in silahlı bir biçimde yaptığına dair kesin belgeleri ve hatıratları sıralayalım:

  1. Genelkurmay Başkanlığı yazısı


T.C.

Genel Kurmay Başkanlığı – Ankara – 12 Aralık 1972

HRP.T.: 9234-3-72 Tar.Yaz.

KONU: İlk Kurşun Anıtı.


Garnizon Komutanlığına – İzmir

İLGİ: (a) İzmir Garnizon Komutanlığının 18 Ekim 1972 gün ve PER: 6110-1711-72 sayılı yazısı

(b) Umum Jandarma komutanı Miralay Ali Kemal Sırrı’nın 5 Haziran 1335 tarihli İzmir’in işgaline dair raporu.

  1. İlgi (a)’daki yazı ve ilgi (b)’deki rapor ve mevcut tarihi eserler ışığında incelenmiş, varılan sonuçlar aşağıya çıkartılmıştır:

  1. Her ne kadar ilgi (a)’daki yazıda belirtildiği gibi, ilgi (b)’deki raporda da ilk kurşunun nereden ve kimin tarafından atıldığının anlaşılamadığı ve bunun muhtemelen İzmir rıhtımına ilk çıkan Yunan müfrezesine refakat eden bir Rum’un tabancasından ihtiyari dışında atılmış bir kurşun olabileceği ileri sürülmekte ise de, 15 Mayıs 1919 günü Yunan ordusu ve İzmir’deki Rumların irtikap ettikleri cinayet ve mezalim sorumluluğunun kısmen de olsa hafifletilmesini önlemek bakımından ilk kurşunun Türkler tarafından değil, Rumlar tarafından atıldığının Türk yetkililerince beyan edilmesi tabiidir.

  2. İlgi (b)’deki raporda zikredilen isimler arasında, ilgi (a)’daki yazıda adları bildirilen ve ilk kurşun attıkları iddia olunan şahıslar bulunmamaktadır.

  3. İlgi (b)’deki raporda belirtilen şehitlerden Tahsin Recep Bey olarak adlandırılan Hasan Tahsin’in cesedinin diğerlerinden farklı olarak paramparça vaziyette Kordon üzerinde görüldüğü ifade olunmaktadır.

  4. Harp Tarihi Başkanlığı Kütüphanesi’nde bulunan ve tetkike tabi tutulan tarihi eserlerden, ilk kurşunun Hasan Tahsin tarafından atıldığı sarahaten ifade olunmaktadır.

  5. İlgi (b)’deki raporda, atılan ilk kurşunun etkisi ile Yunan müfrezesinin geldiği istikamette kaçtığı açıklanmakta ve bu da mezkur kurşunun Yunan müfrezesine refakat eden Rumlar tarafından değil, mukavemet maksadıyla bir Türk tarafından atıldığı intibaını doğurmaktadır.

  1. Yukarıda zikredilen sebeplerden dolayı 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılara atılan ilk kurşunun gazeteci Hasan Tahsin tarafından atıldığının kabul edilmesi gerektiği kanaatına varıldığını, yapılacak anıta “İlk Kurşun Abidesi” adının verilmesinin uygun olacağı, ancak mezkur anıtta Hasan Tahsin’e büyük yer verilmekle beraber o günkü Yunan mezalimini aksettirmesinin de faydalı olacağına bilgilerinizi rica ederim.

GENEL KURMAY BAŞKANI EMRİYLE


İmza: Turgut Sunalp, Orgeneral – 2.nci Başkan


  1. Mümin Aksoy’un (Gavur Mümin) hatıratı

Gazeteci Hasan Tahsin’i çok yakından tanıyan İstiklal Savaşı’nın en önemli casuslarından Mümin Aksoy (Gavur Mümin), hatıralarında işgal olayını anlatır. Bu hatıralar Mümin Bey’in akrabası yazar Naci Sadullah’ta ve Osmanzade Ailesi’nden Tarih öğretmeni Saruhan Aksoy’da bulunmakta idi; Saruhan Aksoy vefat edince oğlu Mümin Orhan Aksoy tarafından Yaşar Aksoy’a armağan edildi. Bu hatırat içinde Hasan Tahsin’in işgalde ilk direnişi başlatması ile ilgili bölümler önemlidir.


Gavur Mümin’in bu hatıratının ilgili bölümü 12 Şubat 1973 tarihli Demokrat İzmir gazetesinde Naci Sadullah Danış tarafından yayınlanmıştır.

Son derece ilginç olan bu yazıyı Naci Sadullah’ın ağzından sunalım:

“.. Öğrendiğime göre “Ege Ekonomi” gazetesi genel yayın müdürü Bay Kazım Yenisey, idare heyeti ve haysiyet divanı kararı ile İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nden ihraç edilmiş. Sebebi; Av.Necdet Öklem Bey’in, Şehit Gazeteci Hasan Tahsin konusundaki iki yazısına gazetesinde yer vermiş olması. Zira Av.Nevdet Öklem, o yazılarında İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin evvela bir kitapta, sonra da bir heykelle anıtlaştırmaya çalıştığı Gazeteci Hasan Tahsin Bey’in, a – İlk kurşunu atmamış olduğunu, İzmir’in işgali sırasında Konak meydanında ilk kurşunu atmış bulunan vatandaşın kim olduğunun bilinmediğini yazmakta imiş, b – Yine Necdet Öklem Bey’e göre Hasan Tahsin Bey, Yunanlılar tarafından sokkata değil, evinde şehit edilmiş, imiş!


Gelelim gerçeklere;

Hasan Tahsin adını gazete sayfalarında ilk defa ortaya atmış olan kalem benimkidir. Bu isim, 15 yıldan fazla bir zaman önce, Şehit Yıldırım Kemal Bey’in Yeni Asır gazetesinde yayınladığım anılarında ortaya atıldı.

Sonradan bir tren istasyonuna ve İzmir’de iki okula ismi verilmiş olan Yıldırım Kemal, İstiklal savaşımızın kahramanlıklarıyla ün yapmış şehitlerinden biridir. Onun kendi el yazılarıyla savaş boyunca tutulmuş notlarını ihtiva eden kanlı defteri, kardeşi rahmetli Nejat Yıldırım Kemal eliyle bana teslim olunmuştur.

Ben, o defterden derlediğim notları yazı haline sokarak yayınladığım sıralarda, yakın akrabam Jandarma Albayı Mümin Aksoy, emekli olarak henüz hayatta bulunuyordu. İstiklal Savaşı boyunca başında melon şapkayla, Mustafa Kemal’in İzmir’de bir numaralı casusluğunu yapmış olan bu kahraman Türk zabitinin hayatı da bir roman konusu idi. Bu gerçek romanı da kısmen kendisinden aldığım notlara ve belgelere dayanarak dostum Niyazi Ahmet Banoğlu’nun çıkardığı Yeni Tarih Dünyası dergisinde ben yayınlamıştım.

Gerek Mümin Aksoy’un ün yapmış lakabıyla Gavur Mümin’in, gerekse Yıldırım Kemal’in evvela Yeni Asır gazetesinde sonra da İstanbul’da çıkan Gece Postası gazetesinde yayınlanan anılarının Hasan Tahsin’e müteallik olan kısımlarında tam birbirine uygunluk vardı.

Her ikisinin de ayrı ayrı anlatmış olduklarına göre, İzmir’in işgali sırasında Mümin Efendi bir Jandarma Yüzbaşısı olarak, Yıldırım Kemal de bir İhtiyat Zabiti olarak (İkinci Mülazım) Sarı Kışla’da bulunmakta idiler. Yunan müfrezeleri Pasaport iskelesinden rıhtıma çıkacak iken, Yüzbaşı Mümin, teğmen Yıldırım Kemal’i oraya gönderip, olan biteni öğrenmekle görevlendiriyor.

Gavur Mümin’in ilgili hatıratı şu şekildedir:

15 Mayıs sabahı Yunan işgalinden çok az evvel Gavur Mümin ile 4.Kolordu Ahz-ı Asker Reisi Miralay Süleyman Fethi Bey, Sarı Kışla’da Fethi Bey’in odasında konuşmaktadırlar.

“.. Fakat Miralayın son kelimesini söylemesiyle, oda kapısının büyük bir hızla açılıp duvara çarpması bir oldu. İkimiz de hemen kapıya dönüvermiştik. Soluk soluğa odaya dalan genç Mülazımın (daha sonra şehit olan Teğmen Yıldırım Kemal) beti benzi bembeyaz kesilmiş güzel kumral yüzünde hayat renklerinden eser kalmamış gibiydi.

Koşup sokularak kumandanı askerce selamladı ve nefes nefese:

“- Geliyorlar Miralayım”, dedi.

Arkasından da kesik kesik izahat verdi:

“- İlk müfrezeleri Pasaport’a çıktı.. Fakat onların karaya çıkıp sıraya dizilmelerinden biraz sonra, orada, yanı başlarında arka arkaya iki bomba patladı.. Bombaların patlamasıyla ilk sıraya dizilmiş Yunan askerlerinin çil yavrusu gibi dağılmaları ve birbirlerini çiğneyerek Pasaport binasına doğru kaçmaları bir oldu. Yarım dakikacık içinde ortalıkta yere serilmiş beş altı ölüden ve yaralılardan başka kimse kalmadı. O sırada karşıdan koyu kurşuni elbiseli bir genç Pasaport binasına doğru yürüdü. Yaklaşınca tanıdım. O daha bir saat evvel konak önünde karşılaşıp konuştuğum Hasan Tahsin Recep Bey idi.. Hani şu meşhur “Hukuk-Beşer” gazetesi sahibi Recep Tahsin Bey.. Birkaç saat önce Konak önünde kendisi ile konuştuğumuz zaman ona düşmanın gelmekte olduğunu söylemiştim. O zaman şaşılacak bir sükunetle gülümsemiş ve bana:

“- Gelecekleri varsa, görecekleri de var” demişti. Pasaport civarında başka Türk olarak hiçbir kimse olmadığına göre, belliydi ki bombaları o atmıştı. Ben acaba daha ne yapacak diye beklerken, tabancası ile de ateş edip, yerde yatanların ortasına doğru yürüdü. Orada durup Pasaport binasına doğru bakarak:

“- Madem ki geldiniz, ne kaçıyorsunuz ? Bu topraklarda size bu istikbal merasimini tekrarlayacak daha milyonlarca Türk var!” diye haykırdı. Fakat son sözleri bunlar oldu. Zira o anda Pasaport binası civarından açılan yaylım ateşi zavallıyı daha fazla konuşturmadı. Şehit olmuştu. Efzon askerleri yerlerinden fırlayıp biçarenin ölüsüne saldırdılar.

Bunları dinleyen Miralay’ın karşısındakine de sirayet eden vakur sükuneti, genç Mülazımın heyecanını yatıştırdı. O susunca Miralay bana bakarak gülümsedi:

“- Bize yarışır bir istikbal merasimi değil mi?”dedi.

O bu suali sorarken ben, bu büyük milletin kalbinde gerçek bir kahraman payesine yükselebilmenin müthiş zorluğunu düşünüyordum. İnsan bir ordunun, bir donanmanın ve onları destekleyen koskoca bir düşmanlık dünyasının karşısına tek başına dikilip meydan okuyabilen arkadaşım Tahsin Recep’in baş döndürücü irtifaına acaba başka hangi kahramanlıkla ulaşılabilirdi?..


Hatıratın takdiminden sonra söz Naci Sadullah’ta:

Bu olay rahmetli Tahir Bor’un sonradan açıklamış bulunduğu gibi, o zaman Frenk Mahallesi denilen yerde vuku bulmuş. Gerçeğin aynen böyle olduğunu bana sonradan, o sırada Pasaport iskelesinden görevli bulunan Fadıl Bey de söyledi. Bizim Samim Kocagöz’ün kayınpederi olan Sayın Fadıl Bey, çok şükür henüz hayattadır. Ve pırıl pırıl hafızası da hamdolsun nisyan ile malul olmaktan en az feza kadar uzaktır.

Böylece sanıyorum ki, asıl yanılma Konak meydanında atılan kurşunla, Pasaport iskelesinde patlayan bombayı karıştırmaktan ileri geliyor. Kaldı ki, rahmetli Ahenkçi Şevki’den naklen vaktiyle açıklamış olduğum gibi , Konak’taki kurşunu atmış adam da meçhul değildir, Saatçı Kambur Aziz Efendi’dir.

Biz o zaman resmi makamlarımızca Konak’taki kurşunun mürettep bir katliama bahane olsun diye Yunanlılar tarafından attırıldığı iddiasını benimsediğimiz için, Konak’ta patlayan kurşunun bilinen atıcısını saklı tutmuş, Pasaport’ta atılan bombanın ise elbette hiç lafını etmemiş idik”.

  1. Fadıl Dokuzeylül’ün paha biçilmez hatıratı

Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra “Dokuzeylül” soyadını alan ve Kemeraltı Sarraflar Sokağı köşesinde “Dokuzeylül Baharat Dükkanı”nı açan Fadıl Bey, Yunan işgali esnasında İzmir Gümrük Müdürlüğü’nde yetkili bir Türk görevli olarak çalışmıştı. Doğal olarak diğer gümrükçü Türk asıllı arkadaşları ile beraber Yunan idaresi altında çalıştıkları için Yunan Askeri İşgal yönetiminin emir, kontrol ve yönlendirmesi yönünde mecburen çalışmak zorunda idiler. Gümrük binası Pasaport’ta olduğu için 15 Mayıs’taki Yunan işgalinin başlaması, limana yanaşan gemilerin içeriği, inen binen tüm yabancı yolcuların kimliği, bu ortamda oluşan olaylar, nihayet 9 Eylül’e doğru uzanan günler içinde Yunanlıların ve Avrupalı kişilerin ülkeyi terk ederken gümrük binasından geçme zorunda olmalarından dolayı Fadıl Bey, inanılmaz bir gözlem (hatta istihbarat) şansına sahip olmuş ve bunları daha sonra hatırat biçiminde bizlere emanet etmiştir.

Bendeki hatırat ise sevgili dostum Şükrü Kocagöz tarafından bana emanet edilmiştir ve Samim Kocagöz’ün daktilosundan çıkan kopyanın bilgisayara çekilmişinin 57 sayfalık çıktısıdır.

Ben, Fadıl Dokuzeylül’ü 1985 yılında tanıdım. Yeni Asır gazetesinde tarihi diziler yapıyordum. Samim Kocagöz ile romanları konusunda bir söyleşi yapmam arzusu ile Kocagöz ailesi’ne başvurdum ve randevu istedim. Kocagözler’in evi Karşıyaka Girne caddesinin başında, bizim ev ise bu caddenin en sonunda tren yolunu geçtikten sonra idi. Yani iş dönüşü eve giderken hep Samim Bey’in evinin önünden geçer ve akşam üstüleri hep yanan oturma odası lambası altında “Kalpaklılar ve Doludizgin” romanlarıyla hayran olduğum bu büyük yazarı hayal ederdim. Randevu günü evin kapısını eşi Sevinç Hanım açtı, daha ilk anda kendisine evde annemin bana tembihlediği gibi “Tarih hocanız annem Zehra Hanımın öğrencisi Sevinç Hanıma, yani size selamı var” dedim. Durgun ve asil bir hanımefendi olan Sevinç Hanımın yüzünde sanki bin çiçek açtı, büyük bir sevgiyle beni ve foto muhabiri meslektaşım Ercan İşsever’i içeri buyur etti.

Samim Kocagöz ile saatler süren nefis bir süreç içinde İzmir’in işgali, şehit gazeteci Hasan Tahsin ve romanları konusunda çok verimli bir söyleşi yaptık ve bunları teyp ile tespit ettik. Samim Kocagöz, evin arka odasında yaşayan kayınpederi çok yaşlı Fadıl Dokuzeylül ile de konuşmamı önerdi. Arka odaya geçtik. İçinde bir yatak olan itinalı bir odada muazzam tarih kültürü olan yaşlı beyefendi ile özellikle Hasan Tahsin üzerinde konuştuk, Fadıl Bey’i bahçeye çıkarıp fotoğrafını çektim. Fadıl Bey ile söyleşimiz, “15 Mayıs sabahı Yunan’a karşı ilk direnişin Pasaport’ta Hasan Tahsin’in bombaları ile mi olduğu, yoksa Konak Meydanı’nda yine Hasan Tahsin’in ilk kurşunları ile mi olduğu” şeklinde çetrefilli bir konu üzerinde yoğunlaştı.

Bu konuda iki iddia vardı. Hem Fadıl Bey, hem de olup biteni kayınpederinden dinleyen Samim Kocagöz ilk iddia üzerinde ısrarcı idiler. Şükrü Kocagöz, bu konuda Fadıl Bey’in kitap haline getirilmesi planlanan ve yayınlanmamış hatıratının önsözünde şunları belirtir:

“Fadıl dedemin kendisi defalarca bizlere hep, gazeteci Hasan Tahsin’in Yunan ordusunun ilk karaya ayak bastığı yürüyüşe geçmek için düzen tutmakta olduğu yerde yani Pasaport’ta bir el bombası attığı şeklindeydi.. Ve zaten orası, başkaca hiçbir Müslümanın olmadığı ve olmayacağı bir yerdi. Asker ve sivil Rumlar tarafından Hasan Tahsin’in linç edildiğini anlatırdı. Münferit bir olay olduğu aşikar bu durumdan sonra Yunan kuvvetleri yürüyüşe geçmişler. Ve Konak’ta Sarı Kışla önüne geldiklerinde hatıratta da naklen anlatıldığı gibi, Yunan Bayraktarı kurşunlanarak öldürülmüş ve bu olayın ateşlemesiyle Türklere dönük katliam başlamıştı. Dedem bunu bu şekliyle anlattı hep.

Rahmetli Fadıl Dokuzeylül ile 1 Mayıs 1986 tarihinde Samim Kocagöz’ün Karşıyaka’daki evinde bir sözlü tarih çalışması yapmıştık. Aynı gün Samim Kocagöz ile yapılan sözlü tarih çalışması ise, 4 Mayıs 1986 tarihinde Yeni Asır gazetesinde yayınlandı. Bu yayında ne yazık ki Fadıl Dokuzeylül’ün anlattıklarına yer verememiştik.

Şimdi burada, hem Samim Kocagöz’ün evindeki buluşmamızdaki notlarımızdan, hem de ne yazık ki uzun yıllar sonra 2018 yılında yapabildiğim bant çözümlerinden hareketle Fadıl Dokuzeylül’ün anlatımıyla işgal günlerini ve Hasan Tahsin’in ilk direnişini aydınlatmaya aynen çalışalım:

“.. Yunan işgalinde, Pasaport’taki Yunan idaresi altındaki salon gümrüğünde bulunuyordum. Bu gümrükten yalnızca yolcular girip çıkıyordu. Esas ana gümrük binası şimdiki Balık Hali’nin yanındaki gümrük binasında idi. İşgal günü başlangıcında, Yunan savaş gemileri Pasaport açığına vasıl olunca emrimde bulunan iki Türk bekçiyi öldürülmesinler diye savdım, evlerine gönderdim. Sonra ana gümrük binasındaki arkadaşları uyarmak için derhal dışarı fırladım. Arkamdan Yunan askerleri karaya çıkmaya başlamışlardı. Ben ana gümrüğe yaklaşırken arka tarafımdan yani gelmekte olduğum Pasaport yönünden ve sahil tarafından korkunç bir patlama sesi duydum.

Bu bir bomba sesiydi.. Hemen benim ilerim ve gerim ana baba gününe döndü. Gümrüğe koşarak girdim. Gümrük Müdürü Agah Bey sükunetle, “Biz yerimizden kımıldamayacağız..” dedi. Ben, Kemeraltı yönüne yollanarak İkiçeşmelik’teki evime gitmek istedim ve yola çıktım. Kemeraltı girişindeki Askeri Kıraathaneye uğradım. Orada ne olup bittiğini anlamak için oyalanırken Yunan Ordusu Konak Meydanı’na girdi. Meçhul bir kişinin ateş ettiğini gözümle gördüm. Bu kurşun, Pasaport’taki bomba atılışından sonraki ikinci mukavemet hareketiydi.. Daha o gün ve sonraki günlerde “Gazeteci Hasan Tahsin, Pasaport’ta beş Yunanlıya öldürdü” sözlerini duyduk. Hasan Tahsin ismi, bir rüzgar gibi bizim halkın kalplerini yaladı geçti..

İşgalden üç gün sonra uluslararası tahkikat komisyonu, “İlk kurşunu kim attı? şeklinde tahkikata başladı. Hükümet Konağı’nın tam köşesindeki çınarın altında tahkikat komisyonunun önünde Metropolit Hrisostomos ile Vali Kambur İzzet’in çekişmesine şahit oldum. Hrisostomos, tahkikat üyelerine sağ yöndeki tütün-incir ambarlarını duvarlarını göstererek, “Bakın ambar binalarında bolca kurşun delikleri va.., Biz, bu yönden, yani Pasaport tarafından geldiğimize göre, kendi tarafımıza nasıl kurşun sıkarız? Ordumuza, Türkler kurşun attı ilk önce..” diye çılgın gibi bağırıyordu. Çaresiz Valimiz de, Sarı Kışla’daki kurşun deliklerini işaret ederek, “Bizim tarafta da kurşun delikleri var” diyor, boynu bükük savunma yapıyordu.

Bizim Pasaport gümrüğüne Yunan, Fransız, İngiliz, Amerikan, İtalyan gemileri gelip gidiyordu. Yunanlılar gümrükte bütün memurları kovdular, iyi Rumca bildiğim için ve benimle anlaşabileceklerini tahmin ettikleri için görevimde bıraktılar. “Biz ne dersek, bu Giritli peki der!..” dediler. Böylece güvenlerini tam kazandım. Ancak bir süre sonra milli teşkilata duhul ettim. Gümrükte olup bitenleri, kulağımla duyduklarımı İtalyan Postanesindeki bir arkadaşa haber olarak götürürdüm, ki o da teşkilattan idi. O arkadaş, dakikasında bu haberlerimi Ankara’ya telgraf ile ulaştırırdı.

Mehmet Ali isimli bir kolcum yanımda yer aldı daha sonra. Başkatip ve müdür vekili olmuştum. Mehmet Ali, akşamları gümrükte kalır, nöbeti sabah teslim ederdi. O da teşkilattan idi. Amaltia isimli bir Rum gazetesi vardı, bu gazetedeki haberler önemliydi. Kolcum sabah işten çıkınca, Rum mahallesinden Amaltia gazetesi alır, hemen daireye döner gizlice bana verirdi. Bu gazeteyi de İtalyan Postanesi’ndeki görevli arkadaşa iletirdim. O da iyi Rumca bilen bir Giritliydi. Gazetedeki Yunan ordusunu harekatlarıyla ilgili haberleri Ankara’ya bildirirdi.

Anadolu’daki savaş esnasında gümrükte bazen garip olaylar da olurdu. Bir gün yabancı bir gemiyle İzmir’e gelen Avrupa şapkalı şık giyinmiş bir Yahudinin bavulunu gümrük giriş kontrolünde açmak istedim. O esnada Yunan askerleri çevrede yoktu. Adam bavulunu açtırmadı, bana “Ne arıyorsun ki, Başefendi?..” diye hışımlandı. Ben üsteledim ve bavulu açtırdım. Elbiselere sarılmış beş tane kocaman tabanca vardı. Yahudi yavaş sesle, “Bu silahlar efelere gidecek Başefendi.. Ben Yörük Ali’nin kızanı Hayim Efe’nin akrabasıyım. Kanın İslam kanı ise, dırdır etme, sus gayri artık!..” dedi. Kanım donmuştu o an.. Yahudiye sarılmamak için kendimi zor tuttum. Onu gümrükten geçirdim. Uzaktan arkasından baktım. Müslüman mahalleri yönünde Kemeraltı ve Kadifekale’yi hizalayarak yürüdü gitti. Bu olay, belki yaşadığım yüzlerce ürpertici olayın bir tanesiydi..”

Ne yazık ki, artık çok yaşlanmış olan Fadıl Dokuzeylül’ü daha fazla yormamak için teybimi bu cümleden sonra kapatmıştım. Samim Kocagöz’ün kayınpederi olan bu vatanperver insan daha sonra vefat etti. Rahmetle anıyorum.

  1. E.Tümgeneral Dr.Mazlum Boysan’ın ifadeleri

Hasan Tahsin’in Selanik ve Paris’ten yakın arkadaşı Atatürk’ün doktorlarından E.Tümgeneral Mazlum Boysan, 9 Eylül 1973 günü Yeni Asır’da yayınlanan söyleşisinde Yaşar Aksoy’a, ilk kurşunu Hasan Tahsin’in attığını kesin olarak birçok kişinin ifadesine dayanarak belirtti ve eski İzmir valisi Rahmi Bey ile en az kırk kişiden bu öyküyü duyduğunu açıkladı, daha sonra bu sözlerini siyah-beyaz TRT Televizyonunda tekrarladı. General Mazlum Boysan’a göre, ilk direniş Pasaport rıhtımında olmuştu. Olayı yakından gören Uncu Mahmut Değer, Mazlum Paşaya şunları belirtmişti: “Yanı başımda Hasan Tahsin Recep Bey’in bombalar ve silahla ateş ettiğini gördüm. Çünkü onu tanırdım. Gazetesini okurduk. Niye ona yardım etmedik? Oralarda duvar diplerinde bekleyen Müslüman Türklerle birlikte neden Yunanlıların kaçarak sığındığı Pasaport binasına hücum etmedik?.. Hala yüreğim yanar!..”

Mahmut Değer’in iki oğlu vardı. Beyler Sokağı’nda röntgen mütehassısı Dr.Nebil Değer ve kömür tüccarı Necil Değer.. Mazlum Paşa, bu iki kişiyi bularak 1970’lerde hala sağ olduğunu tahmin ettiği babaları Mahmut Bey’e ulaşmamı ve daha tafsilatlı konuşturmamı benden istemişti. Ne yazık ki gazetecilik uğraşım yüzünden bu görevi yapacak zamanım olmadı. İşte ben de buna yanarım.

  1. Mehmet Okurer’in önemli kitabı

İzmir’in tanınmış kişilerinden ve belediye üst görevlilerinden Mehmet Okurer, “Kuruluştan Kurtuluşa İzmir” kitabının 173-175. sayfasında başlayan hatıratında, ayrıntılı biçimde yakından izlediği ilk kurşun olayını anlamıştır.

  1. Kadri Kemal Sevengil’in hatıratı

Bu hatırat da, ilk direnişi Hasan Tahsin’in gerçekleştirdiğini akılcı ve inanılır biçimde anlatır.

  1. Güvenilir yazarların sayfaları

Hasan Tahsin’in ilk direnişini anlatan, sırasıyla Nurdoğan Taçalan’ın “Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken”, sevgili Zeynel Kozanoğlu’nun “Anıt Adam”, Prof. Bilge Umar’ın “İzmir’de Yunanlıların Son Günleri”, Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan”, Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar” romanı, Bekir Büyükarkın’ın “Bozkırda Sabah”, Richard Reinhardt’ın “İzmir’in Külleri” yapıtlar bu konuda gerçekçi biçimde ilk direniş olayını yansıtmışlardır.

  1. Mücellit İzzet Altınkalem’in hatıraları:

İşgal günü Sarı Kışla’da nefer olan amcamız (annemin amcası) Kemeraltı Meserret Hanı’nda mücellit olan (ciltçi) İzzet Altınkalem’in tarih öğretmeni olan anneme, bana ve aile çevremize bıkmadan üşünmeden anlattığı İşgal İzmir’i anılarında geçen Hasan Tahsin öykülerini küçük yaşlarımda itibaren dinlemiştim ve olayların akışı beynime kazınmıştı (Bu hatıratı, kitabımızın İki Şehit bölümünde yayınladık).

  1. Samim Kocagöz’ün “Yön” dergisi ile başlayan uyarıları

Türk Edebiyat Tarihi’ne “Kalpaklılar” ve “Doludizgin” gibi kurtuluş savaşını anlatan dev romanlar armağan eden Samim Kocagöz, 1950’lerde bu romanlarını yazarken özelikle savaşın özellikle İzmir cephesindeki olayları, geçmişte o günleri yaşamış olanları bularak, onlarla konuşarak, dahası çeşitli resmi askeri raporlara ulaşarak, en önemlisi işgal olayını çok yakından izlemiş olan kayınpederi İzmir Gümrük İdaresi’nde görevli olan Fadıl Dokuzeylül’ün yazılı hatıralarını inceleyerek kaleme almıştır.

Samim Kocagöz’ün bu konuda yazdığı uyarıcı yazılar şu sırayı takip eder:

  1. Sömürgeciliğe atılan ilk bomba – YÖN dergisi – 15 Mayıs 1963

  2. Adsız kahraman – Demokrat İzmir – 14 Eylül 1975

  3. İlk kurşun sorunu – Cumhuriyet – 25 Mayıs 1976

Bu yazıların önemi, Samim Kocagöz’ün ilk kurşunu atan gazeteci Hasan Tahsin’in bu eylemi, Yunan birliklerinin karaya çıktıkları ilk noktada yani Pasaport civarında gerekleştirmiş olduğunu ısrarla ileri sürmesidir. Samim Kocagöz, ilk direnişin bomba ile (ve/veya) silahla yapıldığını belirttikten sonra, Yunan birlikleri Konak Meydanı’a geldiklerinde ikinci bir direnişle karşılaştıklarını açıklar. Yani iki tane ilk kurşun vardır; biri Pasaport’ta, ötekisi ise Konak’ta atılmıştır (veya topluca direnilmiştir). Yıllarca ilk kurşun konusunda yapılan tartışma ve spekülasyonlar, işte bu çelişkiden veya paralellikten kaynaklanmıştır.

Samim Kocagöz, bu açıklamalarında kullandığı belge ve bilgileri de okuyucuları ve kamuoyu ile paylaştı. Şöyle ki:

  1. Garp Cephesi Nasıl Kuruldu? – Hamdi Bey – İzmir Milli Kütüphanesi’nde 63 / 753 numarayla kayıtlı eser.

  1. 1918 yılı içinde çıkmaya başlayan ve 6 Mayıs 1919 tarihine kadar devam eden Hukuk-u Beşer gazetesinin koleksiyonu, İzmir Milli Kütüphanesi’nde A / 406 numarayla kayıtlı cilt.

  1. Umum Jandarma Kumandanı Miralay Ali Kemal Sırrı’nın 5 Haziran 1919 tarihli, ilk kurşunu Hasan Tahsin’in attığına dair raporu (Bu rapor Genelkurmay Başkanlığı Harp Dairesi Başkanlığında mevcuttur). Miralay Ali Sırrı’nın bu raporu, İzmir Güney Deniz Saha Komutanı Amiral Necmettin Sönmez’in isteği üzerine kendisine gönderilmiş ve oradan anıt kampanyası yürüten İzmir Gazeteciler Cemiyeti’ne teslim edilmişti.

  1. İzmir Rüsumat Başmüdürü Agah Bey’in İzmir’in işgalini saat saat anlattığı ve İstanbul Rüsumat Müdüriyeti Umumiyesi’ne gönderdiği 20 Mayıs 1919 tarihli eski harflerle 35 sayfa tutan rapor. Bu rapor, işgal sırasında Gümrük Başkatibi Fadıl Bey (Samim Kocagöz’ün kayınpederi Fadıl Dokuzeylül) tarafından temize çekilip 505 resmi kayıt numarası ile Dersaadet’e (İstanbul) gönderilmişti. Bir kopyasını saklayan Fadıl Bey, bu raporu daha sonra damadı Samim Kocagöz’e verdi. Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar” romanını yazar iken çok faydalandığı bu rapor, Fadıl Bey tarafından Atatürk İl Halk Kütüphanesi’ne daha sonra armağan edildi. Bu rapordan faydalanılarak yazılan “Kalpaklılar” romanını okuyan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yazarı Samim Kocagöz’e “Bunca ayrıntıyı nerden buldun?.. Ben ki bu savaşın içinde yaşadım..” demiştir (İlk Kurşun Sorunu, Demokrat İzmir, 25.5.1976)

  1. İzmir Gümrük Başkatibi Fadıl Dokuzeylül’ün Yunan işgali hatıratı (Yayınlanmamış tarihi hatırat).

  1. Jandarma Yüzbaşısı Mümin Efendi’nin (Türk casusu Gavur Mümin), ilk kurşunun Pasaport’ta atıldığına dair olay mahallinde görgü şahidi Yedeksubay Yıldırım Kemal Bey’den duyduğu ayrıntıları, yeğeni Naci Sadullah Danış’a anlatmasıyla ortaya çıkan “Danış” imzalı basında yayınlanan seri ve ayrıntılı yazılar.

Sevgili büyüğüm rahmetli Samim Kocagöz, işte bu yukarıdaki geniş ve gerçek belgelere dayanarak ilk kurşun olayını ısrarla yıllar içinde anlatmış, yazmış ve savunmuştur.

Samim Kocagöz’ün bu tarihi belgelere dayanarak kaleme aldığı ilk ve belki de en önemli yazısı, 15 Mayıs 1963 tarihinde Doğan Avcıoğlu tarafından yönetilen YÖN dergisinde yayınlanan “Sömürgeciliğe Atılan İlk Bomba” başlıklı yazısıdır.

.. Kordonboyu’nda atılan bombanın şaşkınlığından kurtulup büyük törenlerle İzmir’in içine yürüyen Yunan ordusu, Konak Meydanı’na geldiğinde yeniden bir direnme ile karşılaşmış, Sakı Kışla’dan dağıtılan Türk askerlerini birini attığı kurşunlarla bir yol daha dağıtılmıştı. Ordunun en önünde Yunan sancağını taşıyan kişi bir kurşunla vurulmuştu. Çoğu dergilerde, gazetelerde bu “ilk bomba” ile “ilk kurşun” birbirine karıştırılmakta yanlış bilgi verilmektedir..

.. Bulabildiğimiz belgelerden inceledik. Özellikle İzmir’de o günleri yaşamış kişileri dinledik. Konuştuğumuz eski İzmirliler, Konak Meydanında Yunanlılara ilk kurşun atılmadan önce, Kordonboyu’nda atılan bombanın ve olayın haberinin bütün İzmir’e yayıldığını, bombanın patlayışını çoğu kimselerin duyduğunu söylediler..

.. Söylentiler arasında Yunan ordusuna atılan ilk bombayı, Hasan Tahsin Recep Bey’in İzmir Rumlarının dinsel lideri Papaz Hrisostomos’un kilisesinin deposundan aldığı da vardır. Metropolit Hrisostomos, Yunan askeri İzmir’e çıkmadan önce, İzmir Gümrüğü’nden Kızıl Haç damgalı sandıklar içinde geçen silah, cephane ile yerli Rumları silahlandırmıştı..

Mihaili Rodas’ın anıları

Sevilay Özkes’in “Mihaili Rodas’ın Anıları ve Önemi” başlığı altında, DEÜ Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi olarak hazırladığı çalışmaya göre (İzmir, 1992,s.59-60), Mondros mütarekesinden sonra İzmir’e gelen ve Yunan işgali ile beraber İşgal Komutanlığı tarafından Matbuat ve Sansür Müdürlüğü’ne tayin edilen Mihaili Rodas, anılarında “Hasan Tahsin’in halkını müdafaa için direniş safında bulunacağını” işgal öncesi (14 Mayıs günü Maşatlık’ta yapılan miting çalışmaları sırasında) kendisine açıkladığını anlatmaktadır. Anıları okuyalım:

“Ayakta olan bu Türk kitlesi arasında Hukuk-u Beşer gazetesinin genç Çerkez muharriri Hasan Tahsin’e tesadüf ettim. Gazetesinde Bolşevik tarzında müteaddit sosyalist malakat neşretmiş idi. Gazetesinde bütün unsurların bir gün gelip uhuvvet dairesinde ahenk üzere yaşamalarını temsil eylemiş idi. Hasan Tahsin’i müteheyyiç halk arasında gördüğüm vakit kendisinden vaziyeti sordum. Hiç tereddüt etmeden bana, ahval icap ederse ertesi günü Türk ahalinin müdafaası için o safta bulunacağı cevabını verdi. Gerçekten de genç Çerkez muharririn cesedi 15 Mayıs’ta öğleden sonra Kışla önünde bi-ruh olarak bulundu”.

(Yaşar Aksoy’un notu: Bu anı, ülke içindeki tüm dini ve etnik yapıların ahenk içinde yaşamasını isteyen bir sosyalistin icap ederse vatan müdafaasında en ön safta olacağı gerçeğini yansıtmaktadır. Hasan Tahsin’in Çerkez olduğu iddiası ise tamamen yanlıştır. Burada Çerkez Ethem ile olan ilişkisi sebebiyle şehir çevresi, onu Çerkez mi bilmiştir?.. Bilemiyoruz. Daha ilginci Rodas, cesedin kışla önünde bulunduğunu belirtmektedir. Bu da Hasan Tahsin’in kışla önünde şehit edildiği varsayımına okuyucuyu yönlendirmektedir. Oysa o gün şehit olan Türklerin cesetleri, sahilde Sarı Kışla’nın denize yakın kısmında yığın halinde birkaç gün öylece bırakılmıştır. Bu cesetler, sadece Konak Meydanı’nda şehit olanları değil, başka yerlerde şehit olan Türklerin cesetlerini de kapsamaktadır. Örneğin tutuklandıktan sonra kafile halinde Yunan gemilerine veya bazı binalara götürülen esir edilmiş Türkler, Pasaport sahili yolunda da öldürülmüşlerdir. Onların cesetleri de Konak sahiline taşındı ve oraya bir süreliğine terk edildi. Peki, eğer Hasan Tahsin ilk direnişi Pasaport sahilinde yapıp, öldürülmüş ise; onun cesedinin de Konak sahiline getirilmediği, ne malumdur?.. Çünkü Mihaili Rodas, Hasan Tahsin’in Konak Meydanı’nda ateş ettiğini görmemiştir, sadece daha sonra cesedini görmüştür.)

Sonucun özeti:

Bütün bu ve daha nice tanıkların, hatıratın ve belgelerin ışığında Hasan Tahsin’in ilk direnişi başlattığı kabulü, gerçekçi temellere dayanır. Üsteğmen Germencikli İbrahim, Arap Rasim, Saatçi Aziz Efendi, ismi meçhul hapishane kaçkını gibi kişiler, işgal anında Yunanlılarla Konak Meydanı civarında çarpışmış onlarca kişi içinde bulunmuş olabilirler. Ama direnişin ilk eylemini Hasan Tahsin yapmıştır. İlk kurşunu bir Rum attı iddiası ise, Türkler tarafından savunma duygusu ile ileri sürülmüş politik bir iddiadır. Gerçekçi hiçbir yönü yoktur.

Burada olayın üstünden geçen 100 yıl içinde insanları, “Hasan Tahsin mi, yoksa Saatçi Aziz Efendi mi?”, diye ikilem içinde bırakan gerçek ise şudur:

Hasan Tahsin’in eylemi ile Saatçi Aziz’in kurşunu arasında 1 kilometre mesafe ile en az yarım saatlik zaman farkı vardır. Önce Hasan Tahsin bomba fırlatıp sonra belindeki tabancayı sıyırıp ateş etmiş, şehit edildikten sonra yeniden yürüyüşe geçen Yunan ordusuna Konak meydanında bu kez Saatçi Aziz veya başkaları da mukavemet etmiştir. Her iki fedaiye de rahmet diliyoruz. (Burada şunu belirtmeden geçemeyiz. Hasan Tahsin’in ilk kurşunlarını yarattığı muazzam panik ve dehşet sebebiyle patlamanın bomba zannedilmesi de mümkündür.

İLK KURŞUN İZMİR’DE ATILMADI MI?

Bu konu da çok önemli ve hararetli bir tartışma konusudur. Çünkü birçok yöre, ilk kurşunun kendi bölgelerinden atıldığını ileri sürmektedirler. Hepsi de haklıdır.. Madde madde anlatalım:

  1. İzmir şehri, 15 Mayıs 1919 günü Emperyalizmin desteğindeki Yunanistan Orduları tarafında işgal edilirken, Kuvayı Milliye’nin ilk kurşunlarının Gazeteci Hasan Tahsin tarafından atıldığı genel olarak kabul görmüştür. Ancak Anadolu’muzun başka yöreleri de ilk kurşunu kendi bölgelerinin kahramanlarının attığı konusunda iyi niyetle ısrarcı olmuşlardır. Bu ilk kurşunları da açıklamak ve anlatmak boynumuzun borcudur. Şöyle ki:

  1. Milli Mücadele’nin ilk kurşununun Hatay’ın Dörtyol ilçesinde 19 Aralık 1919 tarihinde, yani Hasan Tahsin’in direnişinden 5 ay önce, Çeteci Mehmet kara tarafından işgalci Fransız Ordusu’na atıldığı, yöre halkı, başta Kadir Aslan olmak üzere yerel araştırmacılar ve basın ile mülki erkan tarafından ısrarla ileri sürülmüştür. Hatay’ın ilk kurşunları başımızın tacıdır!

  1. Milli Mücadelenin sivil değil, “askeri” ilk kurşununun, 28 Mayıs 1919 günü Ayvalık’ta karaya çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı, Yarbay Ali Bey (Ali Çetinkaya) komutasındaki 172.Alay tarafından atıldığı da bir gerçektir. Bu ilk direnişte Üsteğmen Fahri Bey ile 3 nefer şehit olmuşlardır. 172.Alayın ilk kurşunları da başımızın tacıdır!

  1. Milli Mücadelenin halk-asker ittifakı içinden çıkan ilk kurşunlarının, Küçük Menderes ovasını kana bulayan binlerce kişilik Yunan kuvvetlerine karşı, 1 Haziran 1919 günü Hacı İlyas Tepeleri’nde kahramanca karşı koyan milis birliklerince atıldığı da bir gerçektir.

Ödemiş’e 10 km. mesafedeki bu tepede destansı bir direniş gerçekleştiren bir avuç halk-asker savaşçının başındaki Kaymakam Bekir Sami Bey’i, Cephe Kumandanı Ali Orhan Bey’i, Kuvayı Milliye Komutan Yüzbaşı Tahir Bey’i, Avukat Hamit Şevket’i, Doktor Mustafa Bengisu’yu, Gökçen Efe’yi, Postlu Mestan Efe’yi, Kayıkçıoğlu Molla Hüseyin Efe’yi burada rahmetle anıyoruz. Kuvayı Milliye’nin ilk halk-asker ittifakının gerçekleştiği Hacı İlyas Tepesi’ne, Yunan işgal güçlerinin İzmir’i terk etmesi ve Cumhuriyetin ilanından sonra “İlkkurşun tepesi”, Hacı İlyas Köyünü de “İlkkurşun Köyü” ismi haklı olarak verilmiştir. Çam ağaçları ile bezenmiş bu tepede bu savaya katılan kahramanların hatıraları için dikilmiş “İlkkurşun Anıtı” vardır. Hacı İlyas kahramanlarının yani Ödemiş’in ilk kurşunları da başımızın tacıdır!

  1. Milli Mücadele’nin ilk kurşununun, “dini” bir içerik taşıması bakımından öncelikle Sütçü İmam tarafından atıldığı da ileri sürülmüştür. Ekim 1919’da Maraş İngilizlerin çekilmesi ile Fransız ve onların yerli işbirlikçileri lejyoner Ermeni çetelerinin işgali altına girmişti. Maraş gençlerinin çoğu Yemen’de, Çanakkale’de, Bingazi’de şehit olmuştu. Şehir halkı çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşuyordu. Fransız ve Ermeni işgalcileri, bu işgal süresi içinde halkın dini ve milli duygularını tahrik etmek için ellerinden geleni yaparak, sokak aralarında Müslüman ailelere büyük zulüm uyguladılar.

29 Ekim 1919 Cuma günü, Uzunoluk Hamamı’ndan çıkan Maraşlı Müslüman kadınlara saldıran Ermeni ve Fransız askerleri, kadınların çarşaflarını parçalayarak onları karakollarına sürükleyip sahip olmak istediler. Süt ve simit satarak geçimini sağlayan ve bir camide gönüllü namaz kıldıran Sütçü İmam’ı ise hesaba katmamışlardı.

“Sütçü İmam” romanının değerli yazarı Mehmet Alptekin’in pek güzel anlattığı gibi, Sütçü İmam’ın ilk kurşunlarıyla ve minareye çıkıp Müslümanları isyana davet eden çığlığı ile; vatan ve camileri işgal edilen, bayrakları ayaklar altına alınan, kadınlarının çarşaflarına el uzatılan halk galeyana geldi; soğuk ve kar yağışı altında çoluk çocuk ihtiyar delikanlı kükreyerek, kendinden silah gücü ve sayıca üstün olan Fransız emperyalistlerine ve kahpe Ermeni çetelerine karşı, 22 gün ve 22 gece şehir savunması yaptılar. Emperyalizme kök söktürdüler. Böylece şehirlerinin önüne “Kahraman” sıfatının takılmasını sağladılar. Kahraman Maraşlı Müslüman Türklerin ilk kurşunlarını da, başımızın tacı ilan ediyoruz!..

Toparlamak istiyorum..

Kuvayı Milliye pratiği der ki.. İlk kurşunu ister sivil gazeteci atsın, ister bir kaç kişi birkaç dakika ara ile atmış olsun, ister bir çeteci atsın, ister bir efe atsın, ister bir asker atsın, ister bir gurup milis topluca atsın, isterse bir din adamı atsın, tüm bu kurşunları “tek bir ilk kurşun” olarak kabul ederiz..

Bu ilk kurşunlar “tekbir” getirerek, Emperyalizme karşı şahlanan ve milli direnişe geçen bir mazlum halkın ilk isyan çığlığı olarak kabul edilir. Ve ecdad tarihinin en mübarek sayfalarına kazınır.

Bu bakımdan “ilk kurşunu ben attım, sen atmadın” çekişmesi, Kuvayı Milliye ahlakına ve gerçeğine, hiç ama hiç uymaz.. Her ilk kurşun, mukaddestir, cennetliktir..

İşte Hasan Tahsin’in ilk direnişi de, bu muazzam ayaklanma tarihinin içinde şerefli yerini bulmuştur.

Vale la pena consultar este calendario del período en línea que presenta los días del mes en Un calendario fácil de entender con tu periodo y días de ovulación.

YALÇIN KÜÇÜK’ÜN ASILSIZ İDDİALARI

(Yaşar Aksoy’un Notu: Sevgili okuyucular, herhalde aşağıdaki bu deli saçması şeylere bir ciddi yanıt vereceğimi sanmıyorsunuz.. Sevgi ve saygılarımla..)

Bir medya haberi:

Yalçın Küçük: Hasan Tahsin’in düşmana ilk kurşunu atmadığı ve kendisinin İbrani olduğunu ortaya çıkardı.

Göktürk Fırat – 17.4.2005
Trabzon (İHA) – Trabzon Dünya Ticaret Merkezi’ndeki Doğu Karadeniz 1. Kitap ve Kültür Sanat Fuarı’na katılan araştırmacı-yazar Prof. Dr. Yalçın Küçük, okurları ile buluştu. Prof. Dr. Yalçın Küçük, okurlarına hitaben yaptığı söyleşide yakın tarihimizde yer alan birçok olayın gerçek olmadığını ileri sürerek, kurtuluş mücadelesinde ilk kurşunu attığı söylenen Hasan Tahsin’in ‘İbrani’ olduğunu iddia etti. “Hiçbir ülke tarihinde ve savaş tarihinde ilk kurşun diye bir olay yoktur” diyen Küçük, “Kurtuluş mücadelesinde Hasan Tahsin’in ilk kurşunu attığı doğru değildir. Yaptığım araştırmada Hasan Tahsin’in ‘İbrani’ olduğunu öğrendim” diye konuştu.

Bir başka medya haberi:

İlk kurşun İzmir’e atıldı palavrası

Murat Aydın – Haber 7com – 29.4.2005

Gazi Üniversitesi’nde profesör olan yazar Yalçın Küçük İsyan 2 isimli yeni kitabında gündemin üstüne yerleşiyor. Kitapta şunlar yazılı: “ İlk kurşun İzmir’de atıldı palavrası.. Hep söylerler. İlk Kurşun’u İzmir’de Hasan Tahsin atmıştır. Hayır. İlk Kurşun, İskenderun Dörtyol’da atılmıştır. Ve atılan köy ise Ermenilerin yaşadığı bir köydür. İlk Kurşun’u attığı söylenen kişi olan Hasan Tahsin’in adının ise Osman Nevres olduğunu artık biliyoruz. Nevres ise Yahudidir. Yahudiler ve kripto Yahudiler ise, İlk Kurşun masalını hep kendilerine mal ediyorlar, peki ama neden?..” 

Hiçbir bilimsel kritere uymayan, kara dedikodu şeklindeki bu deli saçması iddiaların tarihin çöp tenekesinde yer alacağı şüphesizdir, ancak saf ve meraklı genç beyinlerde oluşturduğu tahribat bilinmelidir. Hele sağ radikal kesimin militanlarını bu tür yayınların tahrik ettiği ve tetikçiliğe sevk ettiği unutulmamalıdır. Hatırlayalım, Malatya Tren İstasyonu’nda gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı vuran genç Hüseyin Üzmez ve gazeteci Abdi İpekçi’yi şehit eden genç Mehmet Ali Ağca, bu eylemlerini gizli Yahudi portrelere (Sabetaycılar’a) karşı yaptıklarını belirtmişlerdi.

HASAN TAHSİN’İ ELEŞTİREN BEŞ YAZI

Kadir Mısıroğlu’nun Sebil dergisinde Ertuğrul Düzdağ, Mustafa Armağan (2), Ayşe Hür ve Talat Ulusoy yazıları..

BİRİNCİ YAZI

Dönme Mezarlığından Sahneler (İbret Aynasındaki Çehreler)

M.Ertuğrul Düzdağ – Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü’nün Kadir Mısıroğlu’nun olduğu Sebil dergisi, 11 Haziran 1976, Sayı:24

Dönmelerin kendi zümrelerine ait seçkinleri “Bülbül Deresindeki” meşhur dönme mezarlığında toplamak hususundaki gayretlerine bakınız ki, buraya 1919 yılında İzmir’de vefat etmiş bulunan Osman Nevres için de, yanda gördüğünüz anıt dikilmiştir. Bu keyfiyet epeyden beri etrafında büyük bir vaveyla koparılan gazeteci Osman Nevres’in esrarengiz şahsiyetini de ortaya çıkarmaktadır. Gerçekten Osman Nevres, iddia edildiği gibi büyük bir vatansever değildir. İzmir’e çıkarma yapan Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu attığı da şüphelidir.

Bu husus, “Bizim şeyhin kerameti olur kendinden menkul” tarzında dönmelerden mervidir. Ancak O’nun Selanikli ve dönme olmasından dolayıdır ki, bu mesnetsiz iddialar büyük ölçüde mübalağa edilmiş ve ismi etrafında bir kahraman imajı ihdas edilmiştir.

O, Yahudilerle sıkı işbirliği halinde olduğu bilinen İttihatçıların has adamı ve gerçekten deli fişek bir anarşist tiptir. Yazıları ve faaliyetleri bunu açıkça isbat eder bir muhteva taşımaktadır. Bugüne kadar onu methedenler ve adına anıtlar dikenler, gerçek hüviyeti üzerindeki perdeyi kaldırmaya cüret edememişlerdir ve yahut da bu işlerine gelmemiştir.

Ancak işte dönmelerin İstanbul’da Bülbül Deresi’ndeki meşhur mezarlıklarında (orada gömülü olmadığı halde adına rekzedilmiş bulunan bu abide Osman Nevres’in hakiki hüviyetine vukuf için kafi bir ipucudur.

Bu vesile ile şunu da söyleyelim ki; Yunan askerlerinin İzmir’e çıkarılışı esnasında milli ve dini mukavemeti temsil ederek kahramanlaşmış bir şahsiyet aranıyorsa o da, Miralay Süleyman Fethi Bey’dir.

Gerçekten Miralay Fethi Bey “Zito Venizelos”, yani yaşasın Venizelos diye bağırmayı reddettiği için Kordon boyundaki karargahından deniz kenarına kadar kasatura darbeleri altında götürülmüş ve rıhtım üzerinde bir Müslüman teslimiyeti ile son sözü olan Kelime-i Şahadeti haykırarak şehadet şerbetini içmiştir. İzmir’in işgaline dair bütün resmi raporlarda kaydedilmiş bulunan bu vakadan şimdiye kadar kimse bahsetmemiştir. Çünkü Miralay Fethi bey, Osman Nevres gibi bir Selanik dönmesi değildi. Üstelik, O’nun babası İzzi Efendi, İstanbul’da Sirkeci’de halen mevcut olan Salkım Söğüt Dergahı’nın postnişini idi.

Görgü şahitlerinden dinlediğimize nazaran, İzzi Efendi bir gün zikir esnasında aniden ayağa kalkarak:

  • “.. Eyvvaaah oğlumu şehit ettiler!.. Fethi’mi süngülediler”, diye feryad etmiştir. Müridleri kendisini teskin eylemeye çalışarak:

  • “.. Bunu nereden çıkarıyorsunuz Efendi Hazretleri, oğlunuz İzmir’de değil mi?” demişlerse de Efendi, bir türlü teskin olmayarak feryadına devam etmiştir.

Sonradan gazetelerden Fethi Bey’in “Zito Venizelos” diye bağırmamak için mukavemet ettiğinden dolayı kasatura darbeleri altında şehit edilerek rıhtımdan denize atıldığı öğrenilince, bunun tarih itibariyle İzzi Efendi’nin oğlu için feryat eylediği güne tekabül ettiği hayretle görülmüştür.

Dönmeler arasında bugüne kadar aziz vatanımız için kaç kahraman çıkmıştır ki; Osman Nevres de iddia edildiği gibi bir kahraman olabilsin!.. Ancak O’nun ismi etrafında uydurulan efsanenin hakiki sebebini, yukarıya konulmuş olan kitabeli anıtından kolayca anlayabilirsiniz. Tabii bu kitabede diğer birçokları gibi onun için de Fatiha taleb edilmesi, zevahiri kurtarmak içindir!..

İşte size, dönmelerin gömüldüğü İstanbul Bülbül Deresi’ndeki mezarlıkta bulunan kitabelerden bir diğeri. Dikkat buyurulursa dönmelerin hemen hepsinin mezar taşlarına fotoğrafları konulmuştur. Bugün maalesef bazı kendini bilmezlerin Müslüman mezarlıklarında da tatbike kalkıştıkları bu usulün dönmelerin icadkerdeleri olduğunu anlamak için, sadece bu dönme mezarlığını şöyle bir dolaşmak kafidir sanırız.

Yanda klişesini gördüğünüz mezar taşı Selanikli muharrir Abdi Tevfik’e aitmiş. Bunun hüviyeti için fazla söz söylemeye lüzum yoktur sanırız. Zira her şey bu mezar taşından bellidir. Bülbül Deresi’ndeki dönme mezarlığında adım başında bir rastlanan İpekçi’lerden bir diğerinin mezar taşı. Yine resimli ve gayri İslami bir mezar üslubu.

Yukarıda iki büyük dönme ailesine ait iki mezar taşını yan yana görüyorsunuz. Dilberler ve İpekçiler, denilebilir ki Bülbül Deresi’ndeki dönme mezarlığında en çok mezarı bulunan iki büyük ailedir. Gerçekten burasını dolaşanlar adım başında bir İpekçi ve Dilber soyadındaki müteveffanın mezarına rastlar.

Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’ın ilanına kadar gayrı müslimleri hususi olan kıyafetlerinden dolayı kolaylıkla tanımak mümkündü. Fakat Tanzimat müslim-gayri müslim farklarını tamamen ortadan kaldırdı. Üstelik Türkçe soyadları da aldılar. İsimlerinin ilk harfi ile iktifa edip soyadlarını kullandıklarından iyice teşhis edilemez olmuşlardır. Dönmelerin ise, adları da soyadları da Türkçedir. Onları teşhis için artık yegane çare, Bülbülderesi’nde bir araştırma yapmaktır. TRT eski Umum Müdürü İsmail Cem İpekçi’yi bu vesile ile hatırlamamak elden gelmiyor.”

(Yaşar Aksoy’un Notu: 1)- Hasan Tahsin’in Türklüğünden ve Müslümanlığından şüphe ederek, O’na karanlık bir Yahudi dönmesi suçlaması getiren tüm yobaz akımlar, “Keşke Yunan galip gelseydi, onların yönetiminde daha mutlu olurduk, en azından Saltanat, Hilafet, Şeriat ayakta kalırdı” lafını televizyonlarda söyleyen ve bu sözünden asla geri dönmeyen fesli Kadir Mısıroğlu’nun sahibi ve yazı müdürü olduğu dergideki M.Ertuğrul Düzdağ’ın bu yazısından hızla kaynaklanıp geniş bir çevreye yayılmıştır. Bu yüzden bu yazı tarihi bir belgedir.

2)- Şu bilgiyi vermemizde fayda var: Bir Haber: 160 sayfa önsözle Atatürk’e hakaret – Mustafa Küçük – 30.06.2006 – Hürriyet: “ AKP’li Silivri Belediyesi’nin lise öğrencilerine bedava dağıttığı Mehmet Akif Ersoy’un ’Safahat’ adlı eserinin 160 sayfalık önsözünde Atatürk’e ve devrimlere ağır hakaretler edildi. Risale-i Nur hizmetinde eğitimine başlayan ve Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapan M. Ertuğrul Düzdağ’ın kaleme aldığı önsöz yüzünden, Eğitim Sen ile Atatürkçü Düşünce Derneği’nin şikayeti üzerine kitabın dağıtımı durduruldu.)

İKİNCİ YAZI:

Atatürk, Hasan Tahsin’in adını neden anmadı?

Mustafa Armağan – 20.05.2012 – Yeni Şafak.


Bu yazıdan Mustafa Armağan’ın tek cümlesini alalım: “ Garibinize gitti biliyorum ama Atatürk’ün ne 1919’da, ne de daha sonra Hasan Tahsin şunu yaptı, bunu yaptı türünden bir açıklamasını bulabilmiş değiliz. Olsaydı zaten allayıp pullayıp “İlk Kurşun Anıtı”nın alnına kazırlardı. Gerçekten de tuhaf bir durum. Neden yok acaba? Atatürk, hemşerisi Hasan Tahsin’in ismini duymamış olabilir mi?

Bütün hikâye, 1972’de İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nce çıkarılan “Anıt Adam” (yazan: Zeynel Kozanoğlu) kitabıyla başlamış ve inkılap tarihlerinde ismi geçmeyen birisi, kitapların baş köşesine kurulmaya başlamıştır.

(Yaşar Aksoy’un Notu: Yazar ve araştırmacı arkadaşım Mustafa Armağan, kendinden önceki geleneksel Hasan Tahsin düşmanlığının etkisinde kaldığını sandığım bu yazısı ile ilgili olarak yayınlanmadan önce beni arasa idi, birçok şeyi düzeltebileceğimi söyleyebilirim. Çünkü bazı yazıları yayınlanmadan önce Mustafa Armağan beni aramıştır ve Zübeyde Ana’nın kayıp kabir taşı gibi konularda birlikte bazı gerçekleri ortaya çıkarmışızdır. Bu yazısı da talihsiz bir yazıdır. Ancak her hangi bir geniş eleştiri getirmeyi gereksiz buluyorum.

ÜÇÜNCÜ YAZI:

Hasan Tahsin efsanesi yerine Süleyman Fethi gerçeği

Mustafa Armağan – Zaman gazetesi, 28 Eylül 2014

Mustafa Armağan’ın bu yazısında gündeme getirdiği Şehit Miralay Süleyman Fethi Bey ve babası Tekke Şeyhi İzzi Efendi hakkındaki tüm görüşleri doğrudur, katılıyorum. Ben de bu konuda Süleyman Fethi Bey’in milli hüviyeti ve asla unutulmaması konusunda çok uyarıcı yazı yazdım. Armağan’ın Hasan Tahsin’i küçük düşüren Yeni Şafak’taki 20.5.2012 tarihli yazısından sonda Zaman gazetesinde yayınlanan 28 Eylül 2014 tarihli yazısı artık küçük düşürücü değil, tam bir yerin dibine batırıcı değerlendirmedir. Eski ve değer verdiğim dostum Armağan, o yıllar içinde bulunduğu siyasi kampın değer yargıları doğrultusunda yazdığı bu yazılarında pek vahim yanlışlıklar ve haksızlıklar yaptı. Sadece Süleyman Fethi Bey’in isminin Konak’ta İlk Kurşun Anıtı üzerindeki ilk şehitler listesinde ismini yazdırılmadığı konusunu düzeltelim; orada şanlı şehidimizin ismi bal gibi yazılıdır. Başka eleştiri gereksiz, kitabımız gerekli yanıtları vermekte. Bizim için Süleyman Fethi Bey ile gazeteci Hasan Tahsin birbirinden ayrılmaz iki sembol şehidimizdir. İkisine de rahmet diliyoruz.

DÖRDÜNCÜ YAZI:

İzmir’de ilk kurşunu kim attı?

Ayşe Hür – 16.05.2010, Taraf

Hasan Tahsin’in yaşamını genel hatları ile verirken onun hakkında şüpheler uyandıracak bir yazı yazan Ayşe Hür’ün uzun yazısından bir cümleyi buraya alalım: Ancak, İzmirli okurumuz, Fadıl Kocagöz’ün, yürüyüşünden dolayı ‘Lüp Lüp’ lakabıyla tanınan anne tarafından akrabası Lütfi Osmanzade Bey’den dinlediği hikâye ise şöyleydi: “Maşatlık’taki nümayiş dağıldıktan sonra, İttihatçıların Rumların arasına sızdırdığı ajanları ‘Gâvur’ Mümin ve Hasan Tahsin, gazete yazıhanesine gelip içmeye ve tartışmaya başlarlar. Hasan Tahsin’in tüberkülozuyla birlikte artan alkol düşkünlüğü, son dönemde akli melekeleri üzerinde olumsuz etki göstermektedir. Mümin Bey, Hasan Tahsin’e bir türlü söz geçirememektedir. Eğer tasarladığını yaparsa, büyük bir katliama sebebiyet vereceğini, tarihe bu lekeyle mi geçmek istediği sorusunu sorarak yanından ayrılır; çünkü halasının evindeki el bombalarını saklaması gerekmektedir. Eve geldiğinde halasına ‘intihar edecek’ demiştir. Nitekim Hasan Tahsin içmeye devam eder ve sabah, yanında bir el bombası ve iki dolu revolver (muhtemelen Luger) Punta’ya gider. Yıllar önce de uyguladığı klasik suikast yöntemiyle önce bombayı atar sonra mermileri boşaltır.” Sonrası malum… Hasan Tahsin’in suikastçı hezeyanları yüzünden yüzlerce insan ölür.

(Yaşar Aksoy’un Notu: Bilimsel tarihçi olarak değil, bir ideolojik kampın inatçı ve çalışkan kalemi olarak gördüğüm Ayşe Hür Hanımefendi’nin her ulusal değerimizi yerle bir etme enerjisi ile dopdolu olduğunu ben değil, kendisi de dahil herkes kabul eder. Bu yüzden bu yazıyı da baştan sona geniş biçimde eleştirecek ne vaktim ne de isteğim var. Ancak yazıdaki bir şeye çok güldüm. Bizim Milli Takımın, Galatasaray ve Karşıyaka Spor Kulübü’nün 1930-40’lardaki ünlü futbolcusu Osmanzade Lütfü Aksoy ağabeyimizin güya Fadıl Kocagöz’e söylediği Gavur Mümin ile ilgili baştan sona hayali iddianın, Ayşe Hür tarafından Taraf gazetesi sütunlarına taşınır iken, Lütfü ağabeyden “Lüp Lüp” diye söz etmesi beni kahkahalara boğdu.

Güya Fadıl rahmetlimiz, ona bu kişiden söz ederken “Lüp Lüp” gibi bir takma ismi olduğunu belirtmiş. Fadıl’ın bizim Lütfü ağabeyimize “Lüp Lüp” diyebileceğini asla tahmin etmem, yani bu durumda Ayşe Hanımefendi söyleneni yanlış anladı. İşin doğrusu Lütfü Aksoy’un lakabı “Lüp Lüp” değil, “Lap Lap”tır. İri yarı gövdesi ile büyük kramponlu ayakkabıları ile o zamanın toprak futbol zeminine öyle sıkı basarmış ki, “Lap.. Lap..” diye ses çıkarırmış. Tribünler koymuş bu ismi.. Bu lakap oradan, yani stadyumlardan kalmış işte. “Lüp Lüp” de nerden çıktı allasen? Belki bol alkollü entelektüel sosyal bir ortamda Fadıl ile Ayşe söyleşirlerken, sevgili Fadıl’ın ağzından çıkan “Lap Lap”, Ayşe’nin kulağında “Lüp Lüp”e dönüştü.. Başka eleştirim yok..)

BEŞİNCİ YAZI:

Hasan Tahsin meğer kurşunu ‘resmi tarih’e atmış

Agos, 22 Mayıs 2012

MHP deri Bahçeli, ‘bayrak’ mitinglerinin ikincisini geçen Cumartesi İzmir’de düzenledi. Mitingde, “İlk kurşunlar yine namluda.. Hasan Tahsin’ler hazır.. Vur da vuralım, öl de ölelim..” pankartı açıldı, Bahçeli göstericilere “İzmir’in işgaline dayanamayarak ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin nerede?” diye sordu. Peki, Hasan Tahsin kimdi? Araştırmacı Talat Ulusoy, Tahsin’in resmi tarih tarafından görmezden gelinen hikâyesini yazdı.

Gazetesi Hukuk-u Beşer’de (İnsan Hakları) İttihat ve Terakki’yi işlediği cinayetler ve çete zihniyeti nedeniyle kıyasıya eleştiren Hasan Tahsin, bu komiteyi, “Anadolu’da Rumların ve Ermenilerin imhasını emreden ve memleketlerini Almanların ellerine bırakan bu adamlar Abdülhamid siyasetinin hukuki varisidirler” sözleriyle mahkûm ediyordu. Ulusoy, resmi tarih yazıcılarına, “Bir milli kahramanın İttihat Terakki ve cinayetleriyle ilgili söylediklerinin hiç mi değeri yok?” diye soruyor.

Talat Ulusoy – ulusoytalat@yahoo.com

Tarih 15 Mayıs 1974. Yer İzmir. Bir anıt-heykel açılışı yapılacak. Heykelin önü çok kalabalık; haki üniformalı, lacivert takımlı bir grup insan. İlk Kurşun Anıtı açılacak! İzmir’de ‘Yunan’a ilk kurşunu sıkan’ adamın, Hasan Tahsin’in heykelinin üzerinde bayrak var. Kim bu kişi? Önce harcıâlem anlatıma kulak kabartalım:

“Asıl adı Osman Nevres’tir. Selanik’te doğdu. Teşkilat-ı Mahsusa adına Bükreş’te iki İngiliz’e suikast düzenlediği için 10 yıl hapse mahkûm edildi. 1916’da hapisten çıkarılınca İstanbul’a döndü. 1918’de İzmir’e yerleşerek gazeteciliğe başladı. Hukuk-u Beşer gazetesini çıkardı. 15 Mayıs 1919’da İzmir’e ayak basan Yunan askerlerine ilk kurşunu sıktı ve Yunanlılar tarafından şehit edildi.”

Anıtı açan Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk konuşuyor: “Birbirimizi doğru anlamak, hıyanetle suçlamamak gerekir. Dış tehlikelere olduğu gibi, iç tehlikelere karşı da birlik içinde olmamız şarttır. Bu millet cumhuriyete ulaşmak için dış düşmanlara karşı olduğu gibi anlaşmazlıktan doğan ve teşvik gören sebeplerle birbirleriyle de savaşarak kan dökmüştür…”

Milli kahramanın anıtını açarken Cumhurbaşkanını böyle bir konuşma yapmaya mecbur bırakan ne olabilir? “İhanetle suçlamamak” ifadesini kullanmasının arka planında ne var? Bilenler bilir ve konuşmalarında hep “oğlum sana söylüyorum, kızım sen anla” demeye getirir. Ama yine de iki yıldır süren bir tartışma var. Görünür tartışma nedenlerinden birincisi, “Yunan”a ilk kurşunu kimin attığı konusu. Hasan Tahsin’in “Yunan” askerine kurşun attığını gören hiçbir tanık yok. Ama ilk kurşunu atanın Aziz Efendi olduğuna dair Jandarma Kumandanlığı’nın raporu var!

Onu Türkeş keşfetti!

İkinci tartışma, daha doğrusu itiraz konusu şu: Yurdun başka yerlerinde daha önce atılmış kurşunlar var ve Hasan Tahsin’in attığı söylenen kurşun “ilk kurşun” değil. Dörtyol’un Karakese köyünden Kara Memed’in attığı kurşunun tarihi daha eski: 19 Aralık 1918.

Bu yazının sınırları içinde ayrıntısına giremeyeceğimiz üçüncü ve dördüncü tartışmalı noktalar da var. Biri, Hasan Tahsin’in ölü bulunduğu yer, diğeri ise atılanın kurşun mu yoksa bomba mı olduğu konusunda…

İlginç olan yan şu: “Hasan Tahsin adı Cumhuriyet ilanından kırk sene kadar sonra akla geliyor. Hatırlayan da ‘ihtilalin kudretli Albayı’ Alparslan Türkeş’tir. (M. Armağan, 20 Mayıs 2012, Zaman)

O günden sonra, Samim Kocagöz’ün ‘Kalpaklılar’ romanı, Zeynel Kozanoğlu’nun ‘Anıt Adam’ kitabı ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin heykeli sayesinde Hasan Tahsin “resmi” tarih kitaplarına, ders kitaplarına ve hatta üniversitelerde okutulan “İnkılap Tarihi” kitaplarına “tartışmasız” bir “ilk kurşun kahramanı” olarak girmiştir. Burası resmi tarih, buradan çıkış yok!

İttihatçılara beddua

Oysa Hasan Tahsin en azından yirmi yıllık bir Osmanlı “sivil”ine, bir “Osmanlı münevver” tipine, bir eski milleti hâkime mensubunun haleti ruhiyesine örnektir… Hasan Tahsin, İttihat Terakki içinde yaşadığı günler için kesin görüş sahibidir. Kasım 1918 ile Mayıs 1919 arası İzmir’de yayımlanan Hukuk-u Beşer gazetesinde 2 Ocak 1919’da yer alan “Fırkalar ve Müstakbelde Hayatımız” başlıklı yazıdan bir alıntı aktaralım:

“Bir memlekette herhangi bir fikrin, siyaset tarzının yararlı (yahut) zararlı (mı) olduğu anlaşılmak için her şeyden önce onun karşısında olan, kıyaslaması olan düşüncelerin esası ve sonuçları görülmüş olmalıdır. Buna dayalı olaraktır ki her memlekette en az iki-üç parti bulunmak ve bir parti, karşısında bulunan diğer bir partinin denetleyen ve onaylayanı olmak gerekir… Eğer İttihat ve Terakki Fırkası karşısında onun her hareketini takip eden bir parti, bir siyaset kitlesi bulunsaydı iş böyle olmaz ve şüphesiz vaziyetin kötülüğü daha önce görülür, önleme çarelerine girişilebilirdi…”

Nerede o “suikastçi” genç, nerede bu satırları yazan kişi! Beş yıl süreyle Paris kaldırımları çiğneyen, siyaset bilimi tahsili gören Hasan Tahsin aslında yeni düşüncelere açıktır ve hatta kendi ifadesiyle “sosyalist”tir.

14 Şubat tarihindeki başyazı “Felaket Başında Her Şeyden Evvel Zavallı Bizler” başlığını taşır ve İttihat Terakki’ye çok açık beddua eder: “Allahın laneti kudurmuş köpekler gibi milli kaderimizi ve hayatımızı yerin dibine batıranlara, benliğimize egemen olma iddiası güdüp şu bulunduğumuz sefil siyasi seviyeye düşmemize sebep olanlar üzerine olsun!..”

Ve devam ediyor: “Ben bugün hiçbir kişiyi düşünemiyorum ki sekiz on seneden beri karşılaştıkları kötülükler ve kanunsuzlukların acıklı bir tanığı olmasın. Evet, o lanetliler ki en pespaye ve ahlaki rezalet sahiplerine bu memleketin kaderini teslim ettiler. O hainler ki bu altı asırlık imparatorluğun şeref ve namusunu küçük düşürerek, ellerinde lastik top gibi, sefil, adi oyuncaklar gibi oynadılar. Unutmayalım ki o İttihat ve Terakki korkak olduğu kadar cüretkâr, ikiyüzlü, lanet yağdıran gizli oyunlarla bu memleketin yüzyıllar süren şanlı geçmişini kara lekelerle kirlettiler.”

Basın için ortak cemiyet

Yahu bu adam İttihat Terakki militanı, Teşkilatı Mahsusa suikastçısı değil miydi? “Cemiyet’in (İT) siyasi hayatında bütün eylemlerinde kan ve cinayet, zulüm ve suistimal, uygarlığı küçümsemek, kainata meydan okumak gibi haksızlıklar, kötü ve memleketin temeli için, içinde bulunduğumuz yüzyıl için birer ayıp olan pek çok fasıllar dururken, şimdi beyaz kağıt üzerinde yüz kızartacak kara cümlelerle kimin hesabı görülmek ve kimin onur ve değeri kurtarılmak isteniyor?”

“İttihadın kılıç artıklarının haber sayfaları ilgili oldukları eski örgütün memleketi kan ve yoksulluk içinde batırdığını, pek çok aydını tam ve yarım şehit yaparak ailelerin başlarına siyah bir tül gerdiğini, en sonra adi hırsızlar gibi önemli bir serveti alarak bilinmeyen bir yere def olup gittiğini hatırlasalar ve sussalar.” (Hukuk-u Beşer, 30 Aralık 1918)

Hukuk-u Beşer bazı günler çeşitli İzmir gazetelerinden yaptığı alıntılara sayfalarında yer verir ve bu konuda pek ayrımcılık yapmaz. Yine 30 Aralık tarihli gazetede bütün gazetelere birlikte bir “matbuat cemiyeti” kurulmasını önerir. İzmir’de Rum, Ermeni, Müslüman basın kuruluşlarının bir basın cemiyeti oluşturma çalışmalarına katılanlar İzmir geri alındıktan sonra “ihanet” ile suçlanmışlar, kimileri idam edilmiş, kimilerinin faili meçhul kalmıştır. Hasan Tahsin erken ölümüyle bu hale düşürülmekten kurtulmuştur, denilemez mi?

Hukuk-u Beşer’in İzmir basın hayatında ilişkide olduğu başlıca gazeteler şunlardır: Müsavat, Köylü, Islahat, Sada-yı Hak, Kozmos, Le Levant, Echo de France. İlk üç gazete 9 Eylül 1922’den sonra “hain” sınıfına sokulmuştur. Kozmos ve diğer ikisi ise “zaten hain”dir.

Birlikte dernek kurmayı düşündüğü yazar arkadaşları bu gazetelerde ve benzerlerinde çalışan H.Tahsin’in yaşasaydı akıbeti ne olurdu acaba?

Hasan Tahsin, 1915’te Bükreş hapishanesinde “suikast” suçundan yatıyor olmasaydı, belki de Teşkilatı Mahsusa tarafından “Ermeni Tehciri” için görevlendirilecekti! Ve belki, o günlerin canlı tanığının kaleminden İttihat Terakki yönetiminin cinayetlerini okuyacaktık. İttihat Terakki hakkında 2 Aralık 1918 günü Hukuk-u Beşer’deki şu satırlara bakar mısınız!

“Anadolu’da Rumların ve Ermenilerin imhasını emreden ve memleketlerini Almanların ellerine bırakan bu adamlar Abdülhamid siyasetinin hukuki varisidirler…”

Tarihin büyük acılarının nedenleri ve sorumlularının ortaya çıkarılması için sıkça yinelenen bir öneri var: “Bu işi tarihçilere bırakalım.” Hasan Tahsin “milli kahraman” olarak bunları yazdı ve söyledi. Bu milli kahramanın İttihat Terakki ve cinayetleriyle ilgili söylediklerinin hiç mi değeri yok?

İttihatçı ruhu ve çeteci ağzı

Hukuk-u Beşer’in iki de rakibi vardı: Anadolu ve Duygu gazeteleri. Anadolu, el altından, İttihat Terakki’nin resmi sözcüsüydü. Hasan Tahsin bunlarla kapışıyordu kıyasıya. Aşağıdaki satırlar, “Arama Bulmayasın / Haydar Rüştü yalnız İttihatçı değil, mugalatacıdır da” başlıklı yazısından:

“…Esası bozmak, hakikati değiştirmek konusunda İttihat ve Terakki’nin, hükümetinden, genel merkezine kadar hepsini büyük bir ustalık ve maharet sahibi olduklarını biliyorduk. Fakat İzmir kıyılarında böyle değerli çıraklar, bu sanattan nasiplenmiş, (bu sanata) hakkıyla vakıf öğrenciler yetiştirildiğini bilmiyorduk.

Doğası gereği Anadolu’nun evladı olan Duygu, bunun böyle olduğunu ilan ve ispat etti. Başyazarların da cidden efendilerinin kabiliyet ve zihniyetini gördük… Fırkasına, cemiyetine olan saldırı ve sataşmayı boğmak, bastırmak için “amanın kişilerle uğraşıyorlar, namuslu çehrelere saldırıyorlar… Vatanın kurtuluşunu tehlikeye düşürecekler!” diyerek herkese saldırmanın, daha doğrusu kamuoyunu çirkin bir kişisel sorun söz konusuymuş gibi hakikati arayan basından nefret ettirerek yine Rum ve Ermenilere küfür ile, Araplara hakaretler, vurguncuları korumak.. Özetle İttihatçı ruhu, çeteci ağzı, tehlikeli bir gidişle milleti oyalamak, bocalamak, şaşırtmak ve sonunda seçimler yaklaşır yaklaşmaz yeni bir maske ile, yeni bir dolapla, oyun alanına atılmak ve iş görmek, işte hedefleri.. İşte amaçları..”(Hukuk-u Beşer, 29 Mart 1919)

(Yaşar Aksoy’un notu: Bir partinin açtığı pankatta yazılanlardan herhalde toprağın altında yatan şehidin haberi yoktu.. Talat Ulusoy’un yazısına bir eleştirim yoktur. Yazı, konuya başka bir açıdan derinlik getirmiştir)

Bunları da sevebilirsiniz