Kanguru Mahkemesi

Şimdiye dek “Dağarcık Türkiye” portalında yazdığım yazıların ortak bir özelliği bulunmakta. Hemen hemen her yazımda Türkçede yer etmeyen bir sözcük veya kavramı tanıtmaya çalışıyorum. Bu çabam da basit bir teze dayanmakta; bildiğimiz her dil mükemmel olmaktan uzak ve birçok dil önemli, hatta hayati, kavram ve sözcükleri bünyesinde barındırmıyor. Bu nedenle hem günlük hayatımız hem de bilimsel çalışmalarımızda “gerçek” olarak nitelendirdiğimiz olguları tam olarak kavrayamıyoruz. Bu tanısızlık dizisi bir yandan kişisel yaşamımızda trajedilere, diğer yandan da bilimsel çalışmalarımızda yetersizliklere neden olmakta ve olmaya da devam edecek gibi görünüyor. Bu alanda Doğu ve Batı dili ayrımı da yok. Günümüzün en yaygın dili olan İngilizce bile “schadenfreude” örneğinde olduğu gibi eksiklilerini başka dillerden tamamlamak zorunda kalmakta. Her bilimsel disiplin kendi kavramlar dizisini üretmek ve analizlerinde bunları kullanmak zorundadır. Bu durum sosyal bilimler açısından daha da önemlidir. Sosyal bilimlerin birçok kavramı günlük dilde farklı anlaşılıp kullanılmak gibi bir talihsizliğe sahiptir. Bunu irdelemek isteyen meraklı okuyucuların sadece “feodalite” kavramının ülkemizdeki yerli yersiz kullanımlarını incelemeleri yeterlidir.

Yaşadığımız trajedilerin büyük bir bölümü hukuk alanından kaynaklanmaktadır. Bu yazının amacı da hukuk alanında yaşanan büyük trajedilerin ana kaynaklarından biri olan “kanguru mahkemesi” (kangaroo court) kavramını entelektüel dünyamıza tanıtmaktır. Bu tanıtımda çok geç kalındığını belirtmek gerekir. Tanıtımı yapma görevi hukukçularımıza düşmekteydi. Ancak bugüne dek hukukçularımız dikkatlerini bu kavrama yöneltmemiştir. Bu dikkat eksikliğinin hangi facialara yol açtığını da yazının ilerleyen bölümlerinde açıklamaya çalışacağım. Kanguru mahkemesi kavramı, adının çağrıştırdığının aksine, Avustralya’da değil Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) 1849 yılındaki Kaliforniya altına hücum döneminde ortaya çıkmıştır. Anlamı, hukuki yetkisi olmayan bir mahkemenin ayak üstü toplanarak bir sanığı cezalandırması veya bir hak yetkisi vermesidir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca ABD’de ortaya çıkan linç kültürünün temeli de bu türden mahkemelerdir. Kanguru mahkemesinin günümüzdeki anlamı ise yasalara uygun olarak kurulan bir mahkemenin bilerek hukuki ve etik kuralları göz ardı etmesi, ardından da sanığın savunma hakkını ihlal etmek suretiyle önceden zaten belirlenmiş bir mahkumiyeti vermesidir. Kanguru benzetmesi de buradan gelmektedir; sanığa düzgün bir savunma olanağı vermeden hemen mahkumiyete atlanması.

Kanguru mahkemelerinin Batıdaki örnekleri saymakla tükenecek gibi değildir. Engizisyon mahkemelerinden başlayıp Salem cadı davalarına uzanan, oradan da Sacco ve Vanzetti davasına giden her yargılama aslında bir kanguru mahkemesini temsil etmektedir. Kural olarak totaliter veya otoriteryen rejimlerin olduğu her ülkedeki mahkemeler potansiyel bir kanguru mahkemesi hüviyetindedir. İkinci bir kural ise bu tür mahkemelerde yapılacak en iyi savunmanın savunma yapmamak olmasıdır. Bu türden mahkemelerin yargıçları aslında savcı ve cellat görevi de görmektedir. Kararı önceden belli bir cellada yapılacak savunmanın onu daha fazla eğlendirmekten başka sonuca yol açması beklenmemelidir. Yapılacak en doğru şey sanığın önceden hazırladığı manifestosunu okuyup susmasıdır. Kanguru mahkemeleri için ülkemizde de son derece bol örnek bulunmaktadır. Bunun en ünlü örneği olan Yassıada yargılamalarını bir de bu açıdan incelemek yararlı olabilir.

Yassıada mahkemesi iktidardan düşürülen Demokrat Partili siyasileri yargılamak için 14 Eylül 1960 tarihinden 15 Eylül 1961 tarihine dek faaliyet göstermiştir. Mahkemenin yargıçlarını başkanlığını Salim Başol’un yaptığı “Yüksek Adalet Divanı” (YAD) isimli bir kurul oluşturmaktaydı. Ancak bu kurul, Voltaire’in Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu için yaptığı ünlü benzetmeyi (Holy Roman Empire was neither holy, nor Roman, nor an empire) tekrar kullanırsak ne yüksek ne adil ve ne de bir divandı. Tek görevi darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından önceden belirlenen cezaları ortada gerçek bir mahkeme varmış gibi davranarak sanıklara tebliğ etmekten ibaretti. Duruşmalar sırasında Başkan Başol da bu durumu “Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor” diyerek itiraf etmişti. Ancak daha duruşmalar başlamadan önce MBK ve YAD üyelerini düşündüren önemli bir sorun vardı: Sanıkların YAD’nin legal yetkisini tanımayarak savunma yapmayı reddetmeleri. Bu takdirde davanın ne ulusal ne de uluslararası geçerliliği kalmayacaktı. Özellikle Celal Bayar ve Adnan Menderes’in bu konudaki tavırları önemliydi çünkü diğer sanıkların da bu ikiliyi izlemesi bekleniyordu. MBK veya YAD’nin Bayar’ı, bu eski komitacıyı, savunma yapması için etkilemesi mümkün değildi. Bu nedenle ikiliden daha zayıf olanı Menderes üzerinde “çalışılarak” savunma yapması ve idamına gidecek yolda adım atması sağlandı. Menderes üzerinde nasıl çalışıldığını anlamak için Yassıada mahkemeleri sırasındaki fotoğraflarına bakmak yeterlidir sanırım. Yassıada yargılamaları bir kanguru mahkemesinde savunma yapmanın ne tür feci sonuçlara yol açabileceğinin bilinen en trajik örneğidir. Bu mahkemede sanıklar savunma yapmayı reddetseydi siyasi tarihimizin ve demokrasimizin akışı değişebilirdi.

Eğer Yassıada yargılamaları kanguru mahkemelerimizin son örneği olsaydı bunu her yıl utançla anarak bir hukuk devletinde yaşıyor olmamıza şükredebilirdik. Hepimizin bildiği ancak bu yazıya dek adını koyamadan deneyimlediğimiz hukuksuzluklar dizisi ülkede giderek artan bir şekilde devam etmiştir. Örneğin 12 Eylül darbesinin ardından gelen kanguru mahkemelerinin yanında Yassıada mahkemesinin bile eli yüzü düzgün kaldığı görüldü. Bunun ardından ise kanguru mahkemelerine bile gerek duyulmayan yargısız infaz dönemleri yaşandı. Daha da acısı bu dönemin mimarının hala aramızda milli (aslında maddi elbette) bir şuurla dolaşabiliyor olması. Tekrar pahasına da olsa şunu vurgulamak gerekiyor: Hukukun üstünlüğünün olmadığı her ülkedeki her mahkeme potansiyel bir kanguru mahkemesidir. Ülkemizin kısıtlı bir süreyle de olsa hukukun üstünlüğünü yaşadığı bir dönem olduğunu düşünüyorum. Bu dönem 1961 Anayasası ile 1980 darbesi arasındaki dönemdir. Hukukun üstünlüğünün adım adım nasıl yok edildiğini görmek için ise bu geziyi anayasalarımız üzerinden yapmak gerekir. Gelecek ayki yazımın konusu da bitmek bilmeyen, hatta yapanı bile bir türlü memnun etmeyen anayasalar serüvenimiz olacak.

Bunları da sevebilirsiniz