KANTON NE Kİ? ve KUDUZ KÖPEK BESLEMEK!

KANTON NE Kİ?

Yeni”1 tarihçilerimizden Mustafa Armağan açıklamış (Yeni Şafak gazetesinde, 16 Mart 2016), daha doğrusu ifşa etmiş, böylece “bütünlüğümüzün” içinde bulunduğu tehlike konusunda yetkilileri de uyarmış olmuş, meğerse Edirne’de bir ortaöğrenim okulunda bir kanton kurulmuşmuş. Eğer Eğitim Bakanlığı “acilen” el atmazsaymış, maazallah Edirne’yi kaybedebilirmişiz. Doğrusu hem şaşılacak, hem de korkulacak bir şey; bizler kaybedilecek coğrafyanın doğu bölgelerimizde olduğunu sanırken, aslında kaybedilmekte olan yer en batımızdaymış, herkes tehlike güneydoğuda bilirken, esasında tehlike oralarda değil Edirne’deymiş. Silopi, Nusaybin, Cizre, Yüksekova gibi yerlerde “tehlike”ye karşı savaşırken herhalde yanlış yapmaktaymışız ki, “yeni tarihçi” savaşılacak yerin doğrusunu gözler önüne sermekteymiş. Esinlendiği tarihin ne olduğunu bilmesek ve tehlike gördüğü şeyden haberimiz olmasa, kaygılanıp kahrolacağız. Edirne’deki “kanton”, Kemalist bir kantonmuş! Anlaşılan Edirne’deki okulumuz, Atatürk’ü, Çanakkale’yi, Cumhuriyet’i, Kurtuluş Savaşını, Devrimlerimizi savunuyor, vesile oldukça da bunları birer birer anıyor. Büyük bir olasılıkla, bu okul, 23 Nisan, 19 Mayıs ve 29 Ekim kutlamaları da yapıyor olmalı.

Bu yüzden dehşete düşenlerin telaşıyla “kanton” kelimesi ile yenidenakraba” olmuş bulunuyoruz.

Daha önce ne zaman mı yakınlaşmıştık? Kaç yıldır bilmiyorum ama en az üç-beş yıldır, güney sınırlarımızdaki ülkelerin topraklarında en çok Türkiye’yi ilgilendiren bir kanton “gerçeği” bulunuyordu. O kantonlarla yatıp, o kantonlarla kalkıyorduk, hala da öyle ama, o günlerde ve o zamanlardan bu yana kanton kelimesini Türkiye’de herkes kırk yıldır biliyormuşcasına kullanmıştı, kullanıyordu ve hala da kullanmaktadır. Kanton, nasıl da hemen biliniverdi, hem de herkes tarafından bilinivermişti, o günlerde anlamamıştım, ancak şimdi her şey ortadadır. Kanton zaten 23 Nisan 1920’de gelmişti Türkiye’ye ve daha o zaman “Türk malı” olmuştu. Ele geçirilen Samsun, Erzurum, Sivas ve Ankara, aniden “Kemalist kantonlar” haline gelmişti. Şimdilerde tam bu kantonlardan kurtulmuştuk ki, bu sefer Edirne bir “Kemalist kanton” olayazmış!

İşin ilginci, Ayn-el-Arab adlı Suriye’nin kuzeydeki kentinin adı da aniden “değiştirilmişti”. Ama esas ad değiştirilip oraya yeni bir ad verildiğinde, bu yeni ad, aynı “kanton” sözcüğünün benimsenmesi gibi aniden “benimsenivermişti”. Oysa ne haritalarda, ne de eski belgelerde Kobani diye bir ad varmış. Buna karşın o kent öylesine Kobani olmuştu ki, kimse oranın asıl ve “eski” adını kullanmıyordu. Hatta o “eski”yi kullanan olduğunda da “orası neresi ki” denir hale gelmişti. Peki neden? Bir yeri bağlı olduğu şeyden ayırmak, koparmak istiyorsanız, ve bunu yapmak çok da kolay değilse, önce adını değiştiriyorsunuz! Yani Suriye’den koparılmak istenen kent, adını bu yüzden kaybetmişti. Bir başka örnek, bizim bir kentimizin tarihten gelen adının kullanılmamasıdır, Diyarbakır değil Amed, Diyarbakır’a Amed demek! Diyarbakır Türkiye’den koparılmak isteniyor ya, ve bunu yapmak da hiç o kadar kolay değil ya, adını değiştirerek kopardığınıza ya da koparacağınıza kendinizi inandırıyor ve felaket tellallarıyla akıldan yoksun etni tüccarlarını hemen yanınıza alıyorsunuz. “Amedçilik” öyle Amedçilik ki, Diyarbakır unutturulmak isteniyor. Şimdi bir “Amedspor” bile varmış!

Peki “Kobani” nereden?

1920’li yıllarda bölgeye önem veren ve hakim olan İngilizler, kendi petrol şirketlerinin merkezinin orada olması yüzünden kendi aralarında Ayn-el-Arab’a “Company” derlermiş. O günlerde İngilizlere hizmet eden yerliler de “efendilerine” oradan söz ederken aynı sözcüğü kullanırlarmış, onlar öyle kullanıyorlar diye, onlar o sözü duymayı isterler diye. Kulluk ve hizmetkarlık anlayışı böyle bir şey işte, bugünün soysuzluğu geçmişin soysuzluğuyla sözcüğüne varıncaya kadar örtüşüyor, birleşiyor. Bu dönemin emperyalist piyonları o dönemin emperyalist uşaklarına özeniyorlar, onları kendilerine örnek alıyorlar. Sonuçta, zaman geçtikten sonra, işbirlikçilerin ve “sahiplerin” adları değişse bile, uşaklar, hizmetkarlar aynı efendiye hizmet yarışındalar, efendi ve “sahip”, hep emperyalizm.

PKK’nın terörist olduğunu bunca insan öldürmesine rağmen bir türlü “göremeyen” ve kendisinin “Kürtsever” olduğunu düşünenlerin Kobani sözcüğünün, kentin eski ve Kürtçe adı sanmaları da (veya öyle olmadığını bilseler bile bunda bir sorun görmemeleri de) kelime haznelerinde emperyalizm diye bir şey olmamasıyla ilgilidir. Kobani sözü nereden geliyor öğrenseler ve düşünseler bile onlar için bir şey değişmez. Kobani arsızlığından kurtulmak pek kolay değil.

Konu “kanton”du. Evet, kanton. Kanton sözcüğüyle benim ilk kişisel karşılaşmam büyük yazar Malraux iledir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında (1945) Fransa Enformasyon Bakanı, sonraları da Fransa’nın Kültür Bakanı (1959-69) olan Andrè Malraux (1901-1976), Çin’in 20. yüzyılın 20’li yıllarından sonraki döneminde geçen ve oranın siyasal-toplumsal olaylarını zemin olarak ele alan bir roman yazmıştır (Les Conquèrants, 1928).2 Halk ayaklanmalar ve genel grevler içindedir, Sovyetler Birliği’nden gelen ve hayatlarını devrimlere adamış komünistler “Çin devrimi” hazırlığına katılmışlardır, her büyük kentte emperyalist ülkelerin ajanları faaliyet yürütmektedir. Ve Çin’de Batı dünyasının en önemlilerden saydığı bir büyük liman kenti olan Kanton (Çindeki adıyla Guangzhou), –komşu büyük kent Hongkong’la birlikte– olaylar örgüsünün merkezidir. İlk kez yirmi iki yaşımdayken okuduğum bu önemli roman, heyecan uyandırıcı olduğu gibi, o dönemin siyasal tartışmalarını da yansıtmasıyla hem ilgimi çekiyor, hem de bende tartışma konularına merak uyandırıyordu. Davaya adanmak, felsefi sorunlar, mücadele yöntemleri, devrim yolu vb. üzerinde yürütülen diyaloglar, yapıldığı zaman için güncel saptamalar ve eylem biçimleri sergilenmesi oluyordu ama o günlerden sonra ve zamanımızda tarihsel belge özelliği kazanmıştır. Daha sonra da birçok defa okumuş olmama karşın elbette bugün onların ayrıntılarını hatırlıyor değilim, bu yüzden romanı yeniden okumam da gerekir.

Burada bir parantez açalım: Bizzat katılmış olduğu İspanya İç Savaşına da Umut (L’Espoir, 1937) adlı romanıyla eğilmiş olan Malraux, aynı zamanda, dönemin devrimci partilerinin ve siyasal akımlarının iç dünyalarına ışık tutmaktaydı. Buluşmalarının merkezi olan Paris’te bir araya gelen gènèration perdue “mensupları”3, devrimler, savaşlar, siyasal mücadeleler konularında tartışırlarken, hem işbölümü ve “paylaşma” yaparlar, hem de bu konular temelinde ortak hareket etmeyle birlikte, birbirlerinden ön almaya çalışırlar. Ernest Hemingway’in (1899-1961) ünlü romanı Çanlar Kimin İçin Çalıyor (For Whom the Bell Tolls, 1940), bu ortak yönelişlerin ve o dönemin bir başka sonucudur. Gruptan başkaları da yazdıklarında İspanya İç Savaşını (belki de aralarında kararlaştırılmış olduğu için) konu edinmiştir.

Yani Kanton, bir kent adıydı, benim için bir diğer anlamı da vardı ama bu, sınırlı bir bölge karşılığı olmakla birlikte, 21. yüzyılda bizim için taşıdığı olumsuz anlamı, ayrılıkçılık, bölücülük anlamlarını hiç mi hiç barındırmıyordu. Hatta tam tersine, bir devlet bünyesi içinde bir arada olan birimlerin kaynaşmasının karşılığıydı. Yani “kanton”, birleştiriyordu, birleşmenin simgesi gibiydi. İsviçre’nin idari yapısındaki birimin adı olarak, “eyalet” sözcüğüne benzer bir şeydi. Yirminin üstünde kantonu olan İsviçre, “kanton” kelimesinde şimdiye kadar bir olumsuzluk, rahatsızlık, sıkıntı ve enayilik görmemiş. Ve hala da görmemeye devam ediyor.

Gene gelelim bizdeki “kanton” sözcüğüne. Kanton sözcüğü görgüsüzlüğüne, daha doğrusu şımarıklığına ABD siyasetleri bulaşmamış olsaydı, bugüne kadar bunu böylesine sık duymamış ve bugün de duymuyor olacaktık. Çünkü emperyalizm güney sınırlarımızdaki “kantonlar”ı desteklemektedir. Zaten Suriye sınırımızdaki “kantonlar”ı, ABD, bu adı o mu koymuş bilmiyoruz, o devleti ayrıştırmaya basamak yapmak için planlamış, kantonların ortaya çıkmalarını kendi sağlamıştır. Bugün “kanton”, bir ülkeyi parçalamanın, bir milli devleti çözmenin adı olmuş, manivelası yapılmıştır.

Dikkatten kaçmaması gereken nokta, Suriye için “kanton” sözünün icad edildiğinden ve kullanıma sokulmasından başlayarak terör yeni bir boyut ve yeni bir anlam kazanmıştır. Bu yeni boyuttan sonra terörist örgütler, “kanton sahibi” örgütler mertebesine yükselmiştir, adeta sınıf atlamışlardır. Ve bugün geldiğimiz yerde terör, kantonlar içindir. Ankara ve İstanbul’da patlayan bombalar, “kantonlar” ayakta kalsın diyedir.

Kantonlar yaşarsa, kanserin yayılması gibi yayılacaktır. Türkiye için Türkiye’de özerklik, federasyon vb. kelimelerin sözünün edilmesi, ülkemizin, bu kantonların yayılma alanı içinde olmasındandır. Bu kanton yayılmasının ilk vuracağı yer Türkiye’dir. Zaten hedef Türkiye’dir. Kantonlar Türkiye içindir.



KUDUZ KÖPEK BESLEMEK!

Değerli Aydınlık yazarı Rıza Zelyut, “üvey kardeşler olan IŞİD ve PKK’yı”, bu çocukları, “siz, kiralık anne olarak kullandığınız Orta Doğu’nun rahminde imal ettiniz” diye yazmıştı (23 Mart 2016, s.2). Avrupa Birliği Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’ye hitap ediyordu. Daha açık, daha kavratıcı, daha “veciz”, daha güzel nasıl ifade edilebilir? Evet, bu “çocuklar”, onların çocuklarıdır, ama onların gayrı meşru çocukları!

Peki Batılılar kendi çocuklarını, gayrımeşru da olsa kendilerinin yaptığı çocukları neden açıkca benimsemiyor, niçin nüfuslarına geçirmiyorlar? Ne sebeple onlar “evlat muamelesi” görmüyor? Pek de hayırsız olmayan bu evlatlardan “utanıyor” olmasınlar! Hatta hatta, siyasetleri, bu evlatlarını kabul etmeme üzerine kurulmuş olmasın! Avrupa Parlamentosu, İnsan Hakları Mahkemesi, Güvenlik Konseyi ve daha sayabileceğimiz çok şey, Batının öz çocukları. Oysa IŞİD ve PKK, üvey çocuklar bile değil, tam tersine, sanki bu örgütlerin damarlarında Batının silah ve mühimmatı dolaşmıyormuş gibi, sanki bu örgütlenmeler onların desteğiyle ve beslemesiyle yaşamıyormuş gibi, sanki bu silahlı gruplar onların politikalarının gereği değilmiş gibi, sanki bu terörcüler onların paralı askerleri sayılmazmış gibi, havalara bakıyorlar. Ve hatta gerektiği zaman, uygun olduğu zaman, yarar sağlayacağı zaman, bu örgütler kötü oluyor, ”düşman” ilan ediliyor, lanetleniyor, hatta onlara karşı “mücadele” de ediliyor! Dahası, onlarla “savaşıyorlar”.

Demokrasi”, “İnsan hakları” vb. onların eseri, tamam da, terör onların malı, onların kendi üretimleri değil mi?

19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyıl başında (1865-1914 arasında) bütün Batı dünyasında onlarca devlet adamı, kral, imparator, çar, prens, hükümdar, veliaht, bakan, başbakan, devlet başkanı, siyasetçi ve aydın suikastlarla öldürülmüştü (bir o kadar da başarısızlıkla sonuçlanan girişimler vardı, bizim padişahımız II. Abdülhamid’e 1905’te müthiş bir bombayla yapılan4 da bu “başarısız”lar arasındaydı). Bu suikastların terörü, “yarar sağlayan bir yöntem olarak” olmalı, Avrupalılar ve Batı için o kadar zihin açıcıydı ki, 20. ve 21. yüzyılların “efendisi”, büyük savaşlar yanı sıra, terör oldu. Ülkemizi muhatap kıldıkları Ermeni terörü, 1910’larda, 1920’lerde, ve sonraları da 1970’lerde harikalar yarattı! Emperyalizm, bunları ve bunlar gibi olan başkalarını, hangi dinden, hangi siyasetten olduğu farketmez, gerektikçe yaratıyor veya canlandırıyor ve devreye sokuyordu. İçinde bulunduğumuz yüzyıl ve binyıl, yepyeni ve çok canlı bir terör dalgasına teslim edildi. El Kaide, PYD, IŞİD, Nusra, PKK vb. hepsi bu özenilerek yaratılmış ve “görünüşte sahiplenilmeyen çocuklar” oldular. (Ama bazılarına da tam olarak sahiplenildiğini unutmayalım, örneğin, bugün PYD, dolayısıyla da PKK, ABD’nin “kara gücü’dür, bölgedeki piyadesidir.)

Ancak bu işin bir de “yan tesirleri” oluyor. Charlie’den geldik Brüksel’e! Acaba sırada neresi var? İlaçlar, yan tesirleri olmasına ve olduğunun bilinmesine rağmen mecburiyetten kullanılmaktadır. Oysa mecburiyet sözkonusu değilken, “yan tesiri” yararından az olmayan bir yönteme (ilaç olarak teröre) razı olunmuştur, olunmaktadır. Aydınlık’ın çarpıcı uslûplu ve “inatçı” yazarı Mustafa Mutlu, üstüne basa basa “terörle dost olunmaz”diyor, çünkü, “dönüp dolaşıp yapacağı şey” “seni patlatmak”mış, “çünkü kuduz köpek beslenmez”miş5 (23 Mart 2016, s.3). Bunu okuyunca düşündüm, gerçekten de şimdiye kadar hiç kimse kuduz köpek beslemiş midir, bir kuduz köpeği kapısına bağlamış mıdır, bir kuduz köpeği sevmediklerine saldırsın diye yanında gezdirmiş midir? Böyle bir tehlike, bu ölçüde bir tehlike, yarar sağlar diye üstlenilir mi, üstlenilebilir mi?

Bu sorunun yanıtını, emperyalist olarak Batı dünyası olumlu bir şekilde vermektedir. “Evet, terör kuduz köpektir, ama bunun tehlikesini üstlenirim, çok üstlendim, hep üstlendim, şimdi de üstleniyorum!”

Bu yanıt, emperyalizm çağının gerçeğini kanıtlıyor:

[1] Çağımızda terör ve emperyalizm iç içedir. Terör, savaşla birlikte emperyalizmin vazgeçilmez yöntemidir.

[2] 19. yüzyılın sonundan beri, arkasında bir Batı ülkesinin olmadığı terörist bir örgüt yoktur, o dönemden beri, emperyalist devletlerin gizli servislerinin kullanmadığı bir terörist yoktur, “modern dünya” kurulalı beri, emperyalizmin bilgisi, yönlendirmesi ve yönetimi dışında yapılmış bir terörist eylem yoktur! Bugün terörizmin kaynağı, yaratıcısı, örgütçüsü, destekçisi ve sahibi emperyalizmdir.

[3] Terörcü yöntemleri benimseyen hiç bir siyasal örgüt, emperyalizme karşı ve emperyalizmden bağımsız olamaz. Bugün, hangi din ve hangi tür siyasete mensup olursa olsun hiç bir terörcü örgütün hiç bir terörist eylemi, emperyalizmin planları ve çıkarlarını dışında bir amaca hizmet edemez.

Bu arada kendimize de bakalım: İçinde olmadığımız Batı aleminin, onlar gibi emperyalist olmadığımız Atlantik dünyasının beslediği “kuduz köpeği”, biz de aynı onlar gibi besleyip büyütmedik mi? PKK’yı açılımla besleyen, hendeklerin kazılmasına, tünellerin yapılmasına, cephane depolarının hazırlanmasına, her türlü hafif ve ağır silahın nakledilmesine, mayın ve patlayıcıların depolanmasına, gelişmiş silahların birçok merkezde yığılmasına göz yuman ve yol açan, bugünün terörünü, Ankara-İstanbul bombalarını o dönemden davet eden, felaketlerle bugün karşı karşıya gelmemizi sağlayan kendimiz değil miyiz? Kuduz köpeği Suriye’ye salan, böylece terör ihracatçısı olan Türkiye’nin kendisi değil mi?

Yurtta da, dünyada da barışın adresi olma özelliğimizi çoktandır kaybetmiştik. Barışçılıktan uzaklaşınca savaşçılık tuzağına düşülüyor. Savaşçı olarak barış beklenmez. Ayrıca savaşçı siyaset geri döner, hem savaş olarak, hem de terör olarak geri döner.

Barışçılığı terketmek, yanı bizzat saldırganlıktır, ya da emperyalizmin hizmetine girmektir.

Ankara ile İstanbul’da, Paris ve Brüksel’de sağa sola saldıran kuduz köpek bir an önce öldürülmelidir. Ondan dünya da kurtulmalı, biz de kurtulmalıyız. Bunun için kuduz köpeği bize “hediye eden” ülkelere tavır almalı, emperyalizme karşı çıkmalı, sınırlarımız içindeki kuduz köpekleri hemen yok etmeli, kuduz köpeği üzerine saldığımız Suriye’ye, tehlike ve kötülük ihraç etmektense, dostluk göstermeli, iyilik yapmalıyız! Kaldı ki, barış iyidir, çok iyidir.



1 “Yeni” sözcüğünün yeni anlamı, artık, “eski olmayan” değildir! Bugün Türk siyasetinde “yeni”, artık gericiliği, Cumhuriyet düşmanlığını ve karşıdevrimciliği ifade eder olmuştur. “Yeni tarihçilik” ise, yaşanılanları olumsuzlamaya, kötülemeye ve tahrip etmeye çalışan bir “tarihçilik”tir.

2 Kanton’da İsyan, Varlık Yayınları, İstanbul 1967 (roman, Türkçede Attila İlhan’ın çevirisidir).

3 „Kayıp kuşak“ (lost generation, les gènèration perdue), Ernest Hemingway, Gertrude Stein, F. Scott Fitzgerald gibi Amerikalı yazarların da içinde olduğu bir Batılı yazar, sanatçı ve aydınlar grubudur. Birinci Dünya Savaşının yarattığı felaket ve bunalım yılları yüzünden genel anlamda o dönemde yaşayan aydın ve sanatçılar için de kullanılır. Tamlamanın ilk kez Hemingway tarafından 1916 yılında sözü edilmişti.

4 “Cehennem makinesi” adı verilmiş bomba yüklü özel araç, 21 Temmuzda padişahın “Cuma”ya düzenli olarak gittiği caminin kapısına sultan çıktığı anda yaklaştırılmış, ancak Abdülhamid yanındakiyle konuştuğundan at arabasına doğru birkaç dakika kadar geç olarak yürümeye başlamış, bu yüzden patlamadan kurtulmuştu. Otuza yakın ölü ve yetmiş kadar yaralıya neden olan patlama, on yedi arabanın dağılmasına ve elliye yakın atın parçalanması ve sakatlanmasına da yol açmıştı..

5 Böyle bir atasözü var mı hiç duymadım, ama anlam derinliği ve özlü söz olması bakımından atasözü değerindedir.

Bunları da sevebilirsiniz