Geçen hafta Yerel Tohum Derneği, Seferihisar-Ulamış köyünde bizleri tohum takasına davet etti. Bunu duyunca her şeyi iptal edip Ulamış köyüne gitmeye karar verdim. Seferihisar’a giden yolun genişletme çalışmaları sonucu oluşan hengâmede, her zaman gidip geldiğim güzergâh olmasına rağmen, trafikten ip gibi dizilmiş arabaların arasından sol şeritten, sağ şeride, oradan da Ulamış köyüne ulaşmak deveye hendek atlatmaktan zor oldu. Her şeye rağmen hava öyle güzeldi ki dönmekten vazgeçip yerel tohum takasındaki arkadaşlarla buluşmaya karar verdim. Toz toprak içinde genişletilmek istenen yolda yerel tohuma doğru, yeşile varmak için devam ettim.
Neden Yerel Tohum?
Ülkemizde 2006 yılında çıkarılan “Tohumculuk Kanunu” ile yerel tohumların satışı yasaklamış ve bunların kaybolmasına karşılık, şirket tohumlarının, ithal tohumların hegemonya kurma sürecini başlatmıştı. 2006 yılından çok önce yerel tohumların yok olmaya başladığını fark edenlerden biri de Can Yücel’di. Datça’yada 1990 lı yıllarda bankaların ard arda iflas etmesinden sonra “biz de bu ithal tohumlara karşı bir Yerel Tohum Bankası kuralım” demişti. Uzunca bir süredir ithal tohumlar bizim yerli tohumların yerini alıyordu. “Daha dayanıklı, daha çok ürün verir” diyerek satışa sunulan ithal tohumlar, çaktırmadan, bizim Pembe domatesin, Kılçıklı domatesin, Keşan domatesin, Deştin biberin, Çeşme kavunun, Topan patlıcanın zamanla yerine geçtiler. Köylerdeki annelerimizin, ninelerimizin sandıklarda sakladığı nesilden nesile aktardıkları tohumların yerine geçen ithal tohumların tekrar tohum vermediği göz ardı edildi. 2006 da Tohum Kanunun çıkması ile yerel tohumun satışının yasaklanması ile tohum konusunun üstüne tuz kara biber ekilmiş oldu. Bununla beraber bir farkındalık oluştu ve insanlar birbirine takas yaparak yerel tohum vermeye başladılar.
Çöğür
Tohum takası sırasında arkadaşlardan özellikle de ziraatçı arkadaşlardan bir sürü şey öğrendim. Bunlardan biri de “Çöğür” idi.
Tohumdan çıkan bitkiye “çöğür” denirmiş. Bunlardan en önemlisi, çekirdeklerin saçılmasıyla dağda bayırda kendi kendine yetişen yabani zeytin (delice). Bitkinin dalını kesip yetiştirmeye ise “çelikten yetiştirme” deniliyormuş. Çelik yönteminde; yetiştirilen dal zamanla bitkinin aynısı olmasına rağmen uzun ömürlü ve dayanıklı olmazmış. Halbuki delice ve ahlat çok daha dayanıklı olurmuş. Dağlardaki yabani zeytin (delice) bahçelerdeki zeytinden farklı idi. İnsanın hayatında da bu delicelere rastlanır. Çocukluğumun bir kısmı adada geçti. Aklıma bazen bizden akıllı olduğunu düşündüğüm “Deli
Sülü” geldi. O kimseye benzemezdi, her yaptığı bir hikaye olur, ada halkı tarafından anlatılıp dururdu. O bir “efsane”, bir “delice” idi.
Tohum takasından sonra Ulamış tepelerinde dolaşmaya başladık. Yemyeşil bayırlarda, badem ağaçları bembeyaz çiçeklerden gelinlik giymiş gibi duruyorlardı. Hatta erguvanların bile pembe pembe çiçekleri zamanından çok önce dallarından fışkırmıştı. Bizler ise papatyaların, kuşların şen şakrat şakımalarının arasında ot toplamaya, otları tanımaya odaklanmıştık. Otlar konusunda bilgili olan bir arkadaş “bu Şevketi Bostan” diye, dikenli bir otu gösterdi. Pazarlarda ayıklanmış, beyaz beyaz köklerini görmeye alıştığım bu bitkiyi doğada bir bilen tarafından gösterilmedikçe tanımam zordu. Dağda bayırda yanından geçtiğim Şevketi Bostanın, o Şevketi Bostan olduğunu öğrendim. Kökü gerçekten çok derindeydi. Genellikle köklerini kuzu eti ile pişirirdim. Yaprakları ile salata yapıldığını yeni öğrendim. Şevketi Bostan adı nereden gelmiş olabilir diye sordum, araştırdım. Eskiden Ege köylerinde evlerin yakınlarında etrafı çalılarla çevrilen küçük alanlara kavun, karpuz ve yaz sebzeleri ekilirmiş. Belki tek tük yine de vardır…Harım adı da verilen bu çevrili yerler daha çok ‘bostan’ adıyla bilinir. Rivayete göre köyün birinde Şevket adındaki yaşlı bir çiftçi, etrafını çalılarla çevirdiği bostana yanlışlıkla yabani diken tohumu atmış. Eşi ise ilkbahara girdiğinde sebze sandığı bu bitkinin köklerini çıkarıp yemek yapmış. Lezzeti çok beğenilince komşular ve diğer köylüler de çömleklerinde dikenin kökünü kaynatıp yemek hazırlarlar. O günden itibaren yemeğe “Şevket’in bostan yeri” anlamında Şevketi Bostan delinir olmuş…..
KuşKonmaz
Tohum takası sırasında bir arkadaş bana “kuşkonmaz tohumu ister misin” diye sorduğunda gözümün önüne birkaç saat önce gördüğüm kuşlar; flamingolar,
Akdeniz martıları, sakarmekeler ve ördekler geldi. O günün sabahı, gün ışırken Çakalburnu dalyanındaki kuşların fotoğrafını çekmek için lagüne gitmiştik. Kuşları ürkütmemek için çok yavaş hareket ediyorduk. Yine de en ufak bir çıtırtıda hemen ürküp havalanıyorlardı. Kuşkonmaz bitkisi ile kuş arasında bir bağlantı kurmaya çalıştım. Ama bir türlü bu tohumdan nasıl bir bitki çıkar gözümün önüne gelmiyordu.
Neyse arkadaşlardan biri bana tohumun ekimi ile uzun uzun bilgi verdikten sonra dikkat et “tohumu ektikten sonra kuşkonmaz
bitkisi 1 aydada çıkabilir 2 yılda da” dedi. “O yüzden kuşkonmaz çıkmadı diye yerine başka bir şey ekme” dedi. Bizim dünyamızda her şeyin hızla aktığı bir dünyada beni bu yavaşlık şaşırttı. Çünkü bu bilgiyi almasaydım kuşkonmaz tohumundan bir şey çıkmadı diye aynı yere başka bir şey dikebilirdim. Ulamış köyünün bayırlarına vardığımızda kuşkonmaz tohumu hakkında bilgi veren arkadaş bana “gel buraya sana kuşkonmazı göstereyim” diye sesleniyordu. İnce, narin, buğday başağını andıran, parlak yeşil, en fazla 20 cm boyunda bir bitki idi. Bu ota gerçekten kuş konamazdı. Bitkiyi görünce tanıdım. Özbek köyündeki pazarda otlarla birlikte kuşkonmazı da alıyordum. Ama demek ki fazla dikkat etmemişim. Çantaya atıp sonra pişirip, yiyormuşum. Bu güzelim bitkiyi tanıma zahmetine bile katlanmamıştım. Artık kuşların bile konamadığı bu bitkiyi unutamazdım. Tohumdan sonra toprakta 2 yıl bekleyen bu otu öğrenirken doğadaki yavaşlığı fark ettim. Bu fark ediş sırasında her anımın uzadığını hatta günümün bile eskisine göre daha uzun olduğunu gördüm. Yavaşlarken zamanım uzuyordu. Doğadan ne kadar çok öğrenecek şeyimiz var değil mi?