Yeni Paradigmanın Habercileri: Anomaliler!

“Değişim rüzgarı” mı? Yoksa, yoksa aldatıldık mı yoksa? 9 Kasım 1989… ve duvar, Berlin Duvarı yıkıldı. Bundan tam iki yıl sonra “değişim rüzgarı” dünyanın dört bir yanını sardı. Blue jeanler, pop müzik, pop danslar, asitli/gazlı içecekler, restoran zincirleri, kahve dükkanları, ileri karakollar,… Duvar aşıldığında semboller Tanrılaştı. İki yıl sonra Michael Jackson, küreselleşmenin utangaç vaizi, siyah veya beyaz olmak farketmez dedi, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı sesiyle “mücadele etti”. Yıllar önce başlayan beyazlaşma dönemi, neredeyse tam kıvamına varmıştı. Demek, siyah veya beyaz olmak fark ediyordu. Aynı yıl, 1967’de kurulmuş Scorpions adlı rock grubu “Wind of Change” adlı parçayı söyledi. Pop kültürün vaazleri, varoluşçu edebiyatçılarının, Sovyetlerin “hain”edebiyatçılarının, Aydınlanma düşünürlerinin yerini aldı. Artık önemli olan değişimdi, değişimden söz etmekti. R.E.M. adlı grup ise, sonraları SSCB’nin ve ideolojilerin yıkılmasını dinden kopmakla özdeşleştirdi (“Losing My Religion”). Vietnam sonrası, üçüncü dünyanın ayağa kalkmasıyla çekici birer simge haline gelen devrimci imgeler bir bir kırıldı, ters yüz edildi. Gilbert Becaud’ların Sovyetik imgelerinin yerini Scorpions’un “Gorky Park”ı, kasvetli “Moskovası” aldı. Yıllar yılı eskitilen imgeler, Soğuk Savaşın galibinin ayakları altında ezilip can çekişiyordu. Değişim rüzgarı dört bir yanımızı sardı. Yelkenini bu rüzgara göre ayarlayanlar fersah fersah yol aldılar. Değişimde maddi etmenler kadar bu kültürel araçların etkisi de bulunmaktadır. Habermasların, Foucaultların kitaplarından çok bu pop kültür ürünleri kitleleri dönüştürdü. Seçenekler çokluğu içinde kalıp sipariş verirken bocalayan küreselleşmenin yeni insanı, lükslerinden taviz veremeyen çakma aristokratlara dönüştü. Onlara birer yıldız olabileceklerini anlatanlar olmasaydı, ayaklarındaki prangaları halhal zannetmeleri mümkün olur muydu? Hiç sanmam. Aynı yıllarda, Ferhan Şensoy, “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” adlı oyununda soruyordu: “Yoksa, yoksa… Aldatıldık mı yoksa?” Nazilerin önlenebilir yükselişine dair Karl Valentine’in kafasını meşgul eden sorular, o vakit, üçüncü dünya aydınının zihninde geçiyordu. O denli şenlikli bir hava vardı ki o sorular dile gelince huzur kaçıran bunak rolünü üstlenmek zorunda kalıyorlardı. O denli güzeldi ki her şey… Sanki bir rüyaydı olup bitenler. Belki de bundan ABD televizyonu ABC, Michael Jackson ve kardeşlerinin biyografilerini “The Jacksons: An American Dream” (Jacksonlar: Bir Amerikan Rüyası) başlığıyla yayınladı. Demek rüyaydı bu yaşananlar. O halde birileri uyumuş, uyutulmuş olmalıydı. Rüyalara kimi zaman kabuslar eşlik etti: Sürreal kabuslar… Irak’ın işgalini görsel bir şölene dönüştüren ekranlardan savaşa yabancılaştık. Sonra, karabasanlar vardı: Tansu Çiller, Baba Bush, 90’lar, fail-i meçhuller, PKK terörü, reklamlar, kuponlar, hızlı yükselişler ve düşüşler, bilişim devrimi ve dijital Büyük Biraderler… Derken, ikinci kez işgal edildi Irak! Uyanıyor muyuz ne? Irak işgalinde farklı bir şeyler olmaya başladı. ABD’nin içinden ve dışından ABD’siz dünya özlemi yüksek perdeden dile gelmeye başladı. Ama sonra yeniden bir rüya… Ekoloji… Bilişim… İnternet… Sosyal medya… Yeni pop kültür ürünleri ve sokaklardan bu ürünlerle aşık atan yeni, yepyeni ürünler. ABD’de Motown plak şirketinin ürünleriyle baş edebilecek sokaktan fırlayan sanatçılar milyonlarla buluştu, sosyal medya aracılığıyla. Geçmişte kurulan plak şirketi tekelleri kırılıverdi birden. Sonra sokağı da ekrana taşıdılar: Yetenek sizsiniz! Yetenek satıldı, alındı, sergilendi, oylandı, yeteneksizler yeteneklileri belirledi! Fakat yine de ilginç şeyler olmaya başladı. Direniyordu üçüncü dünya. Dahası, fırlamalar, aykırılar çıkıyordu, küresel merkezlerde. Önce System of A Down parladı, bu kez işgale karşı. Türkiye’den de yeni protest sanatçılar çıkıyordu, geçmiştekilerden farklı. Fazıl Say, Mor ve Ötesi, Duman, Kaan Tangöze, Kardeş Türküler, Boğaziçi Caz Korosu, Yasemin Mori ve nicesi yeni bir soluk getirdi ayaklanmaya çalışan yüreklere. Nitelikli kültür ürünleri yeniden yer buldu kendisine. Belki de yeni bir sınıf gücünün farkına varıyordu: Nitelikli işgücü ve onların en niteliklileri Beyaz Yakalılar ve diplomalı işsizler. Sosyal medya, elden ele gezen bir bayrak, seslerin iç içe geçtiği bir megafon gibi dalgalandı, direniş günlerinde. Gezi’de yönetici ve emekçi aynı siperde buluştu. Ancak, durun! Değişim bununla kalmadı. Hiç beklenmedik yerlerde, hiç beklenmedik sesler birleşti direnişçilerle. Topkapı Müzesi’nin eski müdürü, Prof. Dr. İlber Ortaylı direnen gençliğin idolü haline geldi. İstanbul Baro Başkanı Ümit Kocasakal adliyede yepyeni direniş yöntemlerini hayata geçirdi. Gençlik ilginç bir birlikteliğin peşinde ilerledi. Bu kez değişim rüzgarı bir karışım oldu, kasıp kavurdu. Değişimi değiştirmeye çalışanların katkılarına karşın her geçen gün daha da başkalaşan, anonimleşen bir hal aldı değişim. Anonim mi? Evet, Anonymous da katıldı değişime. Devletlerin sırları, üstü kapalı faaliyetleri uluslararası bir hack grubunun marifetiyle ortalığa saçıldı: Çırılçıplak kaldı devletler, anadan üryan. Guy Fawkes maskeleri ile birleşti anonim kimlikler. Oysa, ilginç değil mi? Bir Hollywood ürünüydü V for Vandetta, fakat yine de ilham mı verdi, gazımızı mı aldı? Yoksa, her ikisi birden mi? Planla, müdahale birbirine girince, bazen, hesaplanamaz şeyler olur. Olan buydu galiba. Örneğin, Tibet’te Yedi Yıl diyen Brad Pitt, nasıl oldu da Dövüş Kulübü’nün Tyler Durden’ı haline geldi. Amaç neydi? Gülünçleştirmek mi isyancıları? Öyle mi oldu? Yoksa, aynı film, yıllar sonra Mr. Robot’a ilham kaynağı olup genç dehalara yeni bir kariyer mi sundu? Benzer şekilde, Keanu Reeves’in başrolünü oynadığı Matrix ne oldu da bu kadar protest bir yol çizdi, arayışta olanlara. Think Tanklerin çizdiği felaket senaryolarından alması gereken önlemleri almayanlar sağ olsun, bazılarımız bu senaryoları sistemi yıkma planları olarak ele aldı. Türkiye’de de farklı değil, Red Hack (Kızıl Korsanlar) ateş hırsızı olup çaldılar bizim hakkımızda bize dair olanı, onlardan, bizim adımıza gasp edenlerden bizim olanı. Siyasal aktörler, öyle kenarda köşedekiler değil, fena korktular olan bitenden. Julian Assange’ın sızdırdıkları nedeniyle eve kapattılar dünyanın en tehlikeli adamını. Sonra… Sonra, Edward Snowden’ın kaçırdıklarıyla korkulan oldu. ABD fena sıkıştı. İşin daha da kötüsü, Snowden yaşıyor ve Rusya’nın himayesinde tek kutupluluk hırsıyla yanıp tutuşan jandarmanın tabutuna çivilerini çakmakla meşgul. Kalbinden, tam kalbinden atıyor tehlikenin çanları Diyebilirsiniz ki sistemin kıyısında, köşesinde, sistemi tehdit eden bu tür değişimler o kadar da sıradışı değil. Aslında, bu kadarı çok da sıradışı. İnsanı kuşkulandıran da bu. Bu kadar sıradışı bir şey yaşamamıza neden olan nedir acaba? Marylin Monroe’nun çağı en zenginin yükselişte olduğu bir iklime sahipti. Kızların can dostu mücevherlerdi. Gönüllerde taht kurmuştu, sarışın bomba, orası kesin. Ancak, beklenmedik şeyler oldu pop kültürde. Sokaklardan fırladı Zaz! Yeniden, samimi, içten ve gerçek aşkı arıyordu, hem de öyle sözden ibaret bir arayış değildi. Sokaktaydı, açlıktan da değil üstelik. Bizde Baba Zula, Adamlar vb. daha birçokları plak şirketlerinin kollarında değil, halkın içinden, üstelik yükselişte olan yeni sınıfın içinden ve onların ilgisiyle sıyrıldılar. Bilime dönüş mü? Gerçek mi? Özgürlük mü? Bu defa gerçek mi? National Geographic dergisi, yakınlarda “The War on Science” başlıklı bir kapak yayımladı. Kapakta “İklim değişikliği olmuyor”, “Evrim hiç olmadı”, “Aya ayak basma bir kandırmacaydı”, “Aşılama otizme neden olabilir”, “GDO kötüdür” türünden ifadeleri ön plana çıkararak bilimin günümüzde itibarsızlaştırılmasını eleştirdi. Önceki 10 yıl içerisinde Michael Jacksonlarla, Harry Potter ve Dan Brownlarla, televizyon dizileriyle vampir hikayelerinin, komplo teorilerinin, mistik ögelerin yaygılaştırıldığı anımsanırsa küresel merkezlerde gözlenen “bilime dönüş”ün yeniliği daha da dikkat çekecektir. Bunlardan çok daha ama çok daha büyük bir şeyler oldu. 2000’lerin başından beri başımızı nereye çevirsek kulaklarımızın en ücra hücresine giren parçaların prodüktörlüğünü, aranjörlüğünü yapan Pharrell Williams yeni single’nı çıkardı. Öncekinin etkisi hala hissedilirken bomba etkisi yapan bu yeni single daha şimdiden sosyal medyada 30 milyonun üstünde görüntülenmiş. Pharrell Williams’ın etkisinin farkında mısınız, bilmem ama böyle giderse önceki tüm pop ikonlarının ötesinde bir etkiye kavuşacak sonunda. Williams, daha şimdiden en zengin ünlüler listesinde 9. Sırada yer alıyor, daha şimdiden 5 Grammy’ye sahip. Dahası, son 15 yılın pek çok popüler kültür ikonunun başarısında onun parmağı var. Kimler yok ki aralarında: Britney Spears, Gwen Stefani, Kanya West, Snoop Dogg, Charlie Wilson, Daddy Yankee, Jay-Z ve daha niceleri. Pharrell Williams, zamanın ruhunu o derece sağlam yakalamış ki Birleşmiş Milletlerin tanıdığı Uluslararası Mutluluk Günü aynı zamanda bir Pharrell Williams ve Happy günüydü: http://www.unfoundation.org/assets/pdf/international-day-1pager.pdf Pharrell Williams’ın yeni single’ı Freedom yine ortalığı kasıp kavuruyor. Ancak bu kez daha da cüretkar bir girişimde bulunmuş yeni ikon. Materyalizme açıktan referanslarda bulunan bir single olmuş Freedom. Bilimden uzak kalınmaya çalışılan yıllara inat bu kez bilimin en bilimci yaklaşımı baş tacı ediliyor gibi gözüküyor. İnsanla güneşin aynı şeyden yapıldığını, elektrikten, atomlardan ve enerjiden oluştuğumuzu açık açık belirten Williams, single’ında özgürlük çığlığı atıyor. Ağır işgücünün ve ofis çalışanlarının özgürlük istediğini imliyor yeni single’ın klibi. İmaj çağını ayaklar altına alan imgelere yer veriliyor. Defilede mankenlerin bir hışımla başlarından söküp attıkları peruklar, maden ocaklarında ter döken emekçiler, gökdelenlerde çalışan nitelikli işgücü isyanın imgeleri haline geliyor. Terk edilmiş bir AVM’den bunları bizlere bildiren Pharrell ise boşluğa özgürlük çığlığını yayıyor. Tekstil işçileri, çocuk işçiler robotlaşmış ve bunalmış özgürlüğü arıyor, Hintli bilgelerle birlikte. Doğaya dönüş özlemiyle dayanışma ve insanın maddi tözü birleştiriliyor klipte. Bu kadarı da olmaz. Burada bir bit yeniği olmalı. En iyi ihtimalle gerileyen emperyalizm teslim olmaya… Yok, yok! Böyle açıklanacak gibi değil. Çok daha ilginç gelişmeler yaşanıyor. Belki de üçüncü dünyadaki ve eski mağlupların cephesindeki gelişmeler, kalkınma hamleleri nedeniyle onlarla üretim alanında aşık atamayan emperyalizm, onların iç çelişkilerini arttırmaya çalışıyordur. Kim bilir? Fakat, böyle bile olsa, tablo buna tam da sığmıyor. Zira, küresel merkezlerde sadece kültürel aykırılıklar gözlenmiyor. Çok daha ilginç gelişmeler yaşanıyor. Irak işgalinin İngiliz ortağı Tony Blair’in partisi İngiliz İşçi Partisi’nde anti-emperyalist yumruklar sıkılıyor. Ya da biz öyle sanıyoruz. Ama ya doğruysa? Ya Soner Yalçın’ın da yazdığı gibi Corbyn dediklerinde samimiyse… (http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/oysa-sakalim-da-var-936262/ ) Kimdir bu Corbyn ve Ne diyor? Bilindiği gibi İngiliz İşçi Partisi, iki partili yarışın dengeli ve başbaşa bir şekilde ilerlediği bir demokrasi geleneğine sahip İngiltere’nin en geniş tabanlı ve emperyalist politikalara belki de en çok dahil olmuş partisidir. Jeremy Corbyn işte bu partinin genel başkanlığına seçildi. Corbyn, özelleştirmelere karşı kamulaştırmayı savunuyor; kemer sıkma politikalarına karşı; gelir adaletsizliğine karşı hamleleri ve zenginlerin vergi yükünün arttırılmasını savunuyor; eski Başkanları Tony Blair’in Irak’ın işgali nedeniyle yargılanmasını istiyor; Ortadoğu’ya müdahaleye ve İran’ın yalnızlaştırılmasına karşı çıkıyor; mülteci krizinin sorumlularından biri olarak gördüğü ülkesinin kapılarının mülteciler için açılması gerektiğini savunuyor; Yunanistan’ın yardımına koşmayı öneriyor; seçilmesi durumunda kendisine karşı yapılması planlanan darbeye karşı halkı seferber ediyor; Thatcherizm’e (bizdeki Özalizm’in orijinali) son vermek gerektiğini belirtiyor; IŞİD’in arkasında emperyalistlerin bulunduğunu söylüyor! Kısacası, emperyalizme karşı, emperyalizmin merkezinden tavır alıyor. Ama bu nasıl mümkün? Ya ezberimizi bozmak lazım ya da yine fena aldatılıyoruz. Birincisinin olduğu kanaatindeyim ancak bozacağımız ezberin hangisi olduğuna emin değilim. Corbyn durumuna benzer diğer bir değişim de, şu sıralarda yaşanmakta olan ABD seçimlerinde gerçekleşiyor: Başkan adayı bağımsız senatör Bernie Sanders’ın yürüttüğü mücadele. Sanders, Irak’ın işgaline karşı çıkan senatörlerden. Dahası, dünyadaki gelir adaletsizliğinin sorumlusu olarak kapitalizmi ve emperyalizmi görüyor, bu ifadeyi açıktan bu şekilde söylemese de. Zira, ABD’de kendisini tanımlayan Demokratik Sosyalist (ki bu ifade gerçekte Sosyal Demokrat anlamına gelmektedir) ifadesi bile ABD medyası için komünizmden kolay kolay ayırt edilecek bir tanımlama değil. Sosyalist olan herkesi Sovyet uşağı veya Stalinci olarak gören bu propaganda aygıtı ve onun saf insanları bu bağımsız senatör karşısında dumura uğramış durumda. Bernie Sanders’in kampanyası şimdiden (16 Ekim 2015 itibarıyla) 23 milyon doları bulmuş durumda. Sanders katıldığı bir programda yüksek fiyatların nedeni olarak piyasa koşullarını ve maliyetleri değil, şirketlerin tekelleşmeleri sonucunda fiyatları yükseltecek siyasal ve ekonomik güce sahip olmalarını sunuyor. Oligarşinin varlığını açık ve seçik olarak dile getirip Amerikanın çalışan insanlarının (ABD’de işçi sınıfı yerine Amerikanın Çalışan İnsanları anlamında “American Working People” ifadesi kullanılmaktadır, böylelikle anti-komünist filtrelerden geçip insanların kalplerine ulaşmak mümkün olabiliyor) çıkarlarıyla bu oligarşininkilerin çatıştığını söylemekte ve kendisinin çalışan kesimin safında olduğunu belirtmektedir. Bernie Sanders, geçmişte, gençliğinde Genç Sosyalist Birlik üyesi, sivil haklar eylemlerinin başını çeken şiddet karşıtı gençlik önderlerinden birisidir. Günümüzdeyse, kadın haklarından LGBT haklarına, ayrımcılığa ve ırkçılığa karşıtlıktan, iklim değişikliği bilincinin yaygınlaşmasını ve ekolojinin savunularak şirketlerin denetim altına alınmasına, genel sağlık hizmetinden finans reformuna dek pek çok konuyu kampanyasına alan ilerici bir siyasetçidir. ABD’nin savaş politikalarına, iç güvenlik araçlarının aşırı kullanılmasıyla halka karşı şiddet uygulanmasına ve halkın haber alma hakkının ötesine geçen gizli faaliyetlerin sürdürülmesine net bir biçimde karşı çıkmaktadır. Sanders’ın ABD siyasetinde bu konuma erişmiş olması bile açıklanması güç bir olaydır. O halde, açıklama araçlarımızda bir eksiklik, açıklayıcı yaklaşımlarımızda bir boşluk olduğu açıktır. Bu boşluklar maalesef komplo teorileriyle doldurulmaktadır. Assange, Snowden, Corbyn, Sanders ve daha niceleri açıklanmayı bekleyen bir anomali olmalarının ötesinde yeni bir paradigmanın kurulacağının habercisidirler. Uluslararası güç dengeleri bu denli değişirken bu tür bir paradigma değişiminin olmaması düşünülemezdi. Fakat ilericiler, anti-emperyalistler bu kadar da boş yakalanmamalıydılar. Bu kadar da boş yakalanmamalıydık. Putin’i, İran’ı, Corbyn’i, Sanders’ı beklemeliydik. Belki de zamanın akış hızı arttı ve ezberlere bu akıştan korkarak sarılıyoruz. Biraz da bilime güvenip ezberlerden kaçsak fena mı olur? Anahtar Sözcükler: Bernie Sanders, Jeremy Corbyn, Pharrell Williams, Julian Assange, Edward Snowden, Vladimir Putin, 90’lar, Küreselleşme, Çok Kutupluluk, Emperyalizm

Bunları da sevebilirsiniz