21-22 Ekim’de Uludağ Üniversitesi’nde yedincisi düzenlenen uluslararası ilişkiler konferansının bu yılki konusu “Uluslararası Sistemde Yeni Düzen Arayışları” idi. Benim de “Energy Geopolitics as ‘War of Position’: Iran Case” başlıklı bir bildiri sunduğum konferansta birçok farklı görüş ve temada bildiriler sunuldu. İlgi ile dinlediğim bu bildirilerden bir tanesi de Marmara Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan arkadaşım Tuncer Beyribey’e ait idi. Bildirinin başlığı “ ‘Yeni’ Savaşlar ve Uluslararası İlişkiler Teorileri: Devletin Ötesine Geçmek” idi.
Konu ile ilgili post modern çözümlemelere katılmasam da, sunumdan oldukça yararlandım ve görüşlerin kesinlikle tartışılması gerektiği konusunda bir intiba edindim. Bu çerçevede, bu ayki yazımı “yeni savaş” kavramı ve post-modern çözümlemeleri hakkında yazmaya karar verdim. Konferans kitabının 31 Aralık’a kadar yayınlanması bekleniyor. Kitabın online baskısı olursa, uluslararası ilişkilerde yeni düzen arayışları hakkında sunulan onlarca bildirinin tam metnine ulaşabilirsiniz.
“Yeni savaş”lar ve post-modern çözümlemesi
Mary Kaldor’un New and Old Wars: Organised Violence in Global Era adlı kitabında da belirtildiği üzere, 4. Nesil Savaş olarak da adlandırılan bu savaş türünün neden “yeni” olarak adlandırıldığına odaklanarak başlayabiliriz. Öncelikle, “yeni savaş” olarak adlandırılan bu savaş türünde, savaşın aktörü değişmiş durumda olarak nitelendirilmekte. Başka bir ifade ile, eskiden savaşan aktörlerin her ikisi de devlet olduğu halde; yeni savaşta aktörlerden en az birisi devlet-dışı aktör yani genellikle, ideolojik olarak “terörist örgüt” şeklinde adlandırılabilen yapılar.
Geleneksel ve yeni savaşlar arasındaki ikinci önemli fark ise, savaşın zamanı ve mekanında yaşanan değişim. Buna göre, geleneksel savaşlarda, savaşın balangıç ve bitiş zamanını belirlemek görece kolaydı. Savaşlar, çoğunlukla taraflar arasında imzalanan ateşkes ve barış anlaşmaları ile sonlanmaktaydı. Öte yandan artık, savaşların başlangıç ve bitiş tarihinin belirlenmesi zorlaşırken, barış anlaşmasından ziyade “çözüm süreci”nden bahsedilmekte.
Benzer şekilde, savaş alanını yaşam alanından ayıracak “cephe” uygulaması günümüz savaşlarında bulunmamakta. Bu sebeple savaş alanı ile sivil alan içiçe bulunuyor.
Üzerinde durulması gereken üçüncü önemli nokta savaşların irrasyonelleşmesi. Burada kast edilen, savaşların amaçları itibari ile rasyonelliğin az etki ettiği “kimlik” kavramı üzerine inşa edilmesi. Kimlik başka bir ifade ile din-mezhep-etnisite-ulus gibi fenomenler, yeni savaşlar döneminde savaşlara, duygusallığın şekillendirdiği ve nesnel veriler üzerinden ölçülmesi olanaksız bir çerçeve sunmakta.
Yeni ve geleneksel savaşlar arasındaki son önemli fark ise, aslında savaşan tarafların yapısı ile yakından ilgili. Savaşan taraflardan en az bir tanesi devlet dışı aktör olduğu için, uluslararası hukuk kurallarını tanımayan, bu sebeple de haklı savaş ya da meşru savaş kavramlarının dışında savaşan aktörler. Bu ise, savaşların daha cani, vahşi bir katliama dönüşmesine neden olabilmekte.
Konferansta, bu “yeni” tür savaşların James der Derian’ın “ağ savaşları” kavramı ile de açıklanabileceği belirtilmişti. Ağ savaşları, bağlantısallık (inter-connectivity) üzerine kurulu ve küresel medya ile yakından ilişkili savaşlar olarak görülmekte. Bu çerçevede, özellikle savaşan devlet dışı aktörler, iletişim hatları üzerinden örgütlenmekte ve zamanı ve mekanı delip geçecek dayanışma hatları inşa etmekteler. Bunların yanısıra, devlet dışı aktörler, savaşları birer küresel ekonomik faaliyete dönüştürmekte. Bu, bir yandan, savaşların ucuzlamasının bir sonucu iken; diğer yandan asimetrik yöntemlerle savaşmayı kolaylaştırmakta. Devlet dışı aktörler, silah, uyuşturucu, insan kaçakçılığı yaparak kendi öz kaynaklarını da oluşturuyor. Bu açıdan bakıldığında, bu devlet-dışı aktörler, savaş üzerinden devlet tekeline atfedilen özelliklere sahip oluyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, devlet-dışı aktörler, devletin vergi ve savaş tekelini sarsıyor. Buna göre, yeni savaş, devletin sahip olduğu iddia edilen egemenliğini (“egemenlik miti”nin) sarsmakta, özellikle Realist kuramlar tarafından “hiyerarşik” olarak belirtilen devlet içi siyaset alanının anarşikleşmesine neden olmakta ve devlet temelli uluslarası alanın da dağılmasına neden olmakta.
Savaşların devlet-dışı aktörleri mi devlet olmayan tarafları mı?
Yukarıda özetlenmeye çalışılan, yeni savaş kavramı ve post-modern çözümlemesi, ilk bakışta pek çok kişide, günümüz savaşlarını çok iyi çözümlediği izlenimi uyandırabilecekse de, içerisinde çok önemli sorunlar taşıdığı ve bu sorunların, kişiyi uluslararası ilişkilerin çözümlenmesinde çok tehlikeli ve gerçeklikten kopuk bir noktaya ulaştırabileceği belirtilmeli. Bunların başında, yukarıdaki çözümlemenin “yalnızca görünenin” genelleştirilemeyecek ve aslında gerçeklikten uzak bir çözümleme olması ve çözümlemelerde tarihsel bakışın eksikliği gelmektedir.
Öncelikle, bugün devlet olmayan aktörlerin, uluslararası etkinliğinin elbette geçmişe görece çok daha fazla olduğunu belirterek başlayalım. Ancak burada kavramsal bir kargaşa olduğunu da belirtelim. İngilizcesi “non-state actors” olaran terim, Türkçe’ye aslında anlam kaymasına neden olacak şekilde “devlet-dışı aktör” olarak çevrilmiştir. Ancak kanımca, doğru çeviri “devlet olmayan aktör” olmalıdır. Çünkü günümüzde “devlet-dışı aktör” olarak belirtilen aktörler, uluslararası terör örgütleri, uluslarası örgütler, çok uluslu şirketler vb., evet birer “devlet” değillerdir. Ancak bu, devlet-dışı oldukları anlamına gelmez. Nitekim, örneğin terörist örgütlerin ortaya çıkışlarında ve uluslararası alanda etkin oluşunda bir ya da bir kaç devletin mevcudiyetini ve/veya doğrudan dahlini kim inkar edebilir? İşte bu gerçeklik, bizleri “yeni savaşların en az bir tarafının devlet-dışı aktör olması” çözümlemesini bir açıdan yanlışlamamızı gerektirir.
Bu konudaki ikinci önemli açı ise, bu “aktörler” e aktörlük sıfatı atfetmekle ilgilidir. Bu elbette, devlet olmayan “taraflar”ın savaşa dahil olduğu gerçeğini değiştirmez. Ancak, bu tarafların savaşa dahli, onların savaşan “bağımsız” ve yalnızca kendi motivasyonları ile hareket eden “gerçek” birer “aktör” olduğu anlamına gelmez. Bunlar, çoğu zaman belirli tip devletlerin maşası olarak kullanılan birer araç olmanın ötesine geçemeyecek, aktör görünümlü, kontrolleri bir devletin kontrolünden çok daha zor olan ve çoğu zaman çok başlı çeteler, ölüm makinalarıdır. Bu, çağımızda savaşların nedenleri, süreçleri ve sonuçları itibariyle çok daha karmaşık ve tespit edilmesi, çözümlenmesi çok daha zor bir yapı olduğu anlamına gelir.
Somutlaştıracak olursak, Suriye iç savaşı olarak literatüre sokulmaya çalışılan krizin aktörleri sizce Suriye devleti ve Suriye halkı mıdır? Hayır elbette. Peki, Suriye devleti ve El Nusra, Özgür Suriye Ordusu, IŞİD gibi cihatçı örgütler midir? Yoksa, Suriye devleti ve onu bitirmek bölmek isteyen ABD, bazı AB ülkeleri, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan mıdır? Ya da Rusya, İran, Lübnan Hizbullahı, Suriye devleti ve cihadçı örgütler, ABD, AB, Türkiye, Katar Suudi Arabistan mıdır? En gerçekçi açıklama kuşkusuz son seçenektir. Ancak burada yeni olan bir şey olduğu doğrudur. Suriye ve cihadçılar dışındaki taraflar, çoğunlukla savaşa doğrudan girmektense daha dolaylı bir yolla dahil olmaktadır. Bunun nedeni ise daha ileride açıklayacağımız uluslararası hukukta aranmalıdır.
Zamansız Mekansız Savaşlar
Günümüzde kuşkusuz, savaşların başlangıç ve bitiş zamanları belirsizleşmiştir. Bu ise kabaca, savaşan tarafların güçleri ve olanakları ile savaşın görece düşük yoğunluklu ve uzun soluklu olması ile ilgilidir. Bu noktada, devlet olmayan tarafların savaştaki mevcudiyeti önem kazanmaktadır. Söz gelimi, İsrail-Filistin sorunun başlangıç zamanını yaklaşık olarak belirleyebileceksek de, elbette bitişinden bahsedemez yalnızca çözüm sürecinden bahsedebiliriz. Sorun çözülmekten de çok uzaktır. Neden basittir. İsrail savaşın eyleme (acting) kapasitesi oldukca yüksek, basbaya “devlet” olan ancak uluslararası hukuku umursamayan buna rağmen somut bir zarar görmeyen yegane aktörü iken; Filistin, devlet olarak “tanınırlığı” olmayan, Filistin Kurtuluş Ordusu, El Fetih, Hamas ve bunlara zaman zaman İslam dünyasından gelen üstü kapalı destekle mücadele etmeyen çalışan “eyleme” kapasitesi düşük tarafıdır. Konjonktürel olarak araçları güçlendiğinde İsrail’e karşı gayri nizami savaş uygulamakta, yetmediğinde ise mücadele “intifada”lara kalmaktadır.
Üzerinde durulması gereken diğer önemli nokta ise, yeni savaşlarda askeri ve sivil alanın iç içe geçmesidir. Evet bu, günümüzde reddedilemeyecek bir gerçektir. Ancak, pek de yeni bir fenomen sayılmaz. Tarihi, antik döneme kadar geri götürebilen “topyekün savaş” kavramının en önemli özelliklerinden birisi de savaşta askeri ve sivil alan ayrımının olmamasıdır. Yakın tarihimizde ise birinci ve ikinci dünya savaşları topyekün savaşlara verilen en önemli örneklerdendir. Özellikle 20. yy’da askeri havacılığın gelişmesi ve çağımızda artık bombalardan, insansız hava araçlarına kadar hava kuvvetleri ağırlı savaşların yapılması askeri sivil alan ayrımlarını giderek belirsizleştirme, bir bakıma savaşı daha kitlesel ölüm güdümlü hale getirmektedir.
Kimlik için savaş mı, savaş için kimlik mi?
Geçmişten beri savaşlar, bizim bugün “kimlik unsuru” olarak nitelendirdiğimiz unsurlar ile yakından ilişkili olmuştur. Haçlı Seferleri (Hristiyan-Müslüman kimlikleri üzerinden), 30 yıl Savaşları, 7 Yıl Savaşları (Hristiyan mezhepleri üzerinden), Osmanlı’nın Batı akınları (cihad) üzerinden yapılmıştır. Çok daha yakın döneme bakacak olursak, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkış sebebi, ilk okulda senelerce Avusturya veliahtının Sırp bir kişi tarafından vurulması olarak anlatılmıştır. Yeni Savaş yaklaşımı ise, Medeniyetler Çatışması tezlerinin yankısı gibi kimliğin geçmiştekinin aksine artık araç değil amaç olduğunu iddia etmektedir. Kuşkusuz bu, uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde oldukça tartışılan bir konudur. Kimlik unsurlarının günümüzde önemli birer savaş konusu olduğu da gerçektir. Ancak yeni savaşların amaçlarının kimlik unsuruna indirgenmesi, aslında günümüz savaşlarını daha da karmaşık kılan üst katmanların görmezden gelinmesini doğurmaktadır.
Kabaca örnekleyecek olursak, eğer Suriye krizindeki taraflarını, bir yanda Rusya, İran, Lübnan Hizbullahı ve Suriye devleti, diğer yandan cihadçı örgütler, ABD, AB, Türkiye, Katar Suudi Arabistan vb. olarak ele alırsak kimlik açısından oldukça saçma bir durum ortaya çıkar. Tek tek bakalım, Ortodoks Slav Rusya; Şii Müslüman Fars İran; Şii Müslüman Arap Hizbullah; Nusayri Müslüman ama Seküler Arap Suriye bir yanda; diğer yanda Protestan Seküler ABD; AB; Sünni Müslüman, sözde seküler Türkiye, Sünni Müslüman Arap Katar ve Vahhabi Müslüman Arap Suudi Arabistan.
Özetle, Suriye krizindeki gibi savaşı yalnızca cihadçılar ve Suriye devleti arasında görme indirgemeciliği aynı savaşı kimlik eksenli bir çatışma olarak okumak hatasına düşürebilir. Kuşkusuz, bu örnekte ABD ve Rusya’nın Suriye krizine dahli kimlik konusunun çok ötesindedir. Esasen bu kriz çok açık bir emperyal savaş niteliği gösterse de en kötü ihtimalle reel politik olarak nitelendirilmelidir. Muhakkak Suriye krizindeki gibi olmak zorunda olmayan günümüz savaşlarında, bazı tarafların motivasyonları kimlik eksenli şekillense bile savaşların temel amaçlarının kimlik olduğunu söylemek ardındaki diğer saiklerin ortadan yok olmasına neden olmaktadır. Örneğin Ukrayna krizi, basit bir Ukrayna Rus milliyetçiliği üzerinden okunabilir mi? Avrupa Birliği-Rusya gerilimi, enerji sorunsalı bu savaşın neredeyse merkezinde konumlanmakta, kimlik sorunları krizi daha da içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Egemenlerin sınır aşan hukuku: uluslararası hukuk
Günümüz savaşlarının, devlet olmayan taraflarının uluslararası hukuku tanımadıkları ve tanımayacakları doğrudur. Ancak tam da bu, uluslararası hukukun temel nesnesi olan devletlerin, savaşlarını devlet olmayan aktörler üzerinden sürdürmesinin nedenidir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, disiplinde “büyük güç” olarak belirtilen devletler arasında herhangi bir sıcak savaş olmamıştır. 1945-90 arasında savaşlar genellikle orta büyüklükteki güçler arasında (Arap-İsrail savaşları) ya da büyük güçler ile onların etki kurmak istedikleri ülkeler üzerinde olmuştur (ABD-Vietnam Savaşı). İkinci Dünya Savaşı sonrası yapılan düzenlemeler dünyada Güvenlik Konseyi temelli bir egemenler hukuku oluşturmuş, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile de meydan iyice Batı’ya özellikle de ABD’ye kalmıştır. Bu egemenler hukuku, taraf olan devletleri, çoğunlukla egemenler yararına olacak şekilde sınırlamaktadır. Ancak özellikle 2000’lerden sonra iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesiyle ve sistemin çok kutupluluğa evrilmeye başlamasıyla uluslararası hukuk, çıkarlarını sınırlarının çok ötesinde aramaya kararlı devletlerin hepsini sınırlamaya başlamıştır. Bu durumlarda bu devletler ya Irak işgalinde olduğu gibi hukuku ihlal etmekte, ya da Suriye krizinde olduğu gibi hukuku ihlal etmesi sorun olmayacağı maşaları aracılığı ile, çıkarlarının peşinden gitmeye çalışmaktadır. Tabi bu maşalar çok başlı oldukları ve kontrol edilmeleri çok zor olduğu için, bazen istenmeyen sonuçlar ile de karşılaşılmaktadır.
Ağ savaşları hakkında
Evet günümüzde geçmiştekine göre iletişim ve dayanışma ağları oluşturmak ve küresel ekonomik faaliyetler içinde olmak çok daha kolaydır. Bunun temel sebebi, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesidir. Bu, olgu olarak çok yeni olarak gözükse de, savaş ve mücadelelerin teknolojilerin el verdiği en iyi şekilde kullanılması yeni bir fenomen değildir. İkinci Dünya Savaşı’nda, Hitler’in propagandalarında radyoların ve diğer medya unsurlarının nasıl etkin kullanıldığı hatırlanırsa, denmeye çalışılan şey anlaşılacaktır. Ancak günümüzde, teknolojik açıdan ulaşılan noktanın, ilişkisellik denilen olgu üzerindeki etkilerinin muazzam olduğu da kabul edilmelidir.
Savaşın post-modern yorumu ve egemenlik üzerine
Öncelikle belirtilmelidir ki, tarihsel bir bakış açısına sahip olmayan post-modern yaklaşımlar, “büyük anlatılar (mega narratives)” olarak niteledikleri, örneğin “vatan” “bağımsızlık” “egemenlik” gibi kavramları birer mit olarak görmektedirler ve kabaca bu “büyük anlatıları” yalnızca iktidar ilişkilerinin bir fonksiyonu şeklinde değerlendirmektedir. Post-modernizmin ne olduğu ve neye hizmet ettiğinin anlatılması ve eleştirilmesi başlı başına bir tartışma konusudur ve oldukça kapsamlıdır. Ancak örneğin, Zeus’un sinirlenince yer yüzüne şimşekler, yıldırımlar göndermesi mittir. Ama bugün ABD’ye giderken vize almak zorunda isek, egemenlik mit değildir. Benzer şekilde, pegasuslar ve unicornlar mittir ama Türkiye’de genel sağlık sigortası ödemeyenler ücretsiz sağlık hizmeti alamıyor ise egemenlik bir mit değildir. Ya da yılan saçlı Medusa mittir ama Suriyeli mülteciler Avrupa Birliği kapılarında sefil oluyorsa egemenlik mit değildir. Egemenliğin mit olduğu söyleminin ta kendisi mittir.
Öte yandan egemenlik, Vestfalya anlaşmasının olduğu zamanlardan bugüne biçim değiştirmiştir. Bu biçim değiştirme dünyanın her yerinde aynı şekilde yaşanmamıştır. Devletlerin egemenliği kabaca “küreselleşme” olarak adlandırılan süreçte ama özellikle neoliberal politikaların devletlere dayatılması sürecinde büyük ölçüde aşındırılmaya çalışılmıştır. ABD güdümlü Neoliberal politikalara ABD ve müteefiklerinin istediği ölçüde eklemlenmeyen devletler ise çeşitli kulplar takılarak düşmanlaştırılmıştır. Şer ekseni, haydut devlet ve başarısız devlet bu kulplardan bazılarıdır. Örneğin Somali, Darfur gibi “başarısız” addedilen devletlerin egemenlik sorunları olduğu doğrudur. Ancak, İran, Suriye hatta Rusya gibi neoliberal sisteme tam olarak eklemlenmemiş devletlerde “egemenlik” sorunu olması için yoğun bir uğraşı sürmektedir. Egemenliğin, bağımsızlığın bir mit olduğunun savunulması da bilinçli ya da bilinçsizce bu uğraşının entellektüel bir boyutudur.
Yeni savaş kuramı da bu resmin oldukça önemli bir yerinde konumlanmaktadır. Birkaç örnek verelim. Yeni Savaş olarak isimlendirilebilecek olan Bosna savaşı esasen, Yugoslavya’nın parçalanma sürecidir. Ya da, ABD, NATO, Türkiye destekli sözde devlet dışı aktör, Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) pek tabi terörist örgüt olarak nitelendirilebilir. Bu pek de yeni olmayan “yeni savaş” sürecinde Yugoslavya paramparça edilmiş, ayrılan parçalar “önemleri” ölçüsünde bir şekilde Atlantik sistemin unsurları haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu gerçeklik, savaş sırasında etnik motivasyonları olan katliamlar yaşanmadığı anlamına da gelmez. Benzer şekilde, yeni savaş olarak adlandırılabilecek olan Suriye krizi de aynı amaca hizmet etmektedir: Suriye’de egemen iktidarın ortadan kaldırılması, ülkenin parçalanması, daha kolay kontrol edilebilir yönetimler kurulması, Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi.
Dolayısıyla, “yeni savaşlar” bütün devletlerin egemenlik özelliklerinin aşınması sonucunu doğurmaz. Hatta yalnızca ve genel olarak sistemin baskın güçleri tarafından düşmanlaştırılan devletlerin, “egemenliklerinin aşındırılması çabası” olarak nitelendirilebilir. Çünkü, bu yeni savaş olarak tabir edilen çatışma türü, dünyanın başka yerlerinde başka devletlerin örneğin iç güvenlik yasaları, göçmen yasaları ile hem ülke sınırları içinde hem de yukarıda örneklendiği gibi sınırların çok ötesinde egemenliklerini güçlendirmektedir. Elbette, yeni savaşların devlet olmayan taraflarının zor kontrol edilebilir olması bunların zaman zaman yoldan çıkmasına ve bunları maşa olarak kullanan ülkelere de zarar vermeye başlamaktadır. ABD tarafından Sovyetler Birliğine karşı kurulan El Kaide neticede 11 Eylül’de ABD’yi vurmuştur. Ya da Türkiye tarafından acemice “kontrol edilmeye” çalışılan IŞİD, başkentin ortasında onlarca masum insanın aramızdan ayrılmasına neden olmuştur. Şüphesiz her oyunun riskleri vardır.