Kimi üniversitelerde fen-edebiyat fakültesinin bünyesindeki bölümlere “temel bilimler” denmektedir. “Temel Bilimler” ifadesindeki “temel” sıfatının bir anlamı olsa gerek. Bu bölümlerin içeriğindeki programların bilimlere temel oluşturduğu açık. Bilimlerin temeli deyince de akla ilk başta fizik, kimya, biyoloji gibi bilimler gelmektedir. Oysa, bu bilimlerin de hem tarihsel hem de maddi açıdan temelleri bulunmaktadır: felsefe ve matematik. Kültürümüzde felsefenin öneminin “bana felsefe yapma” türünden laflarla anlaşılacağı üzere pek olmadığı açık. Ya matematiğin önemi? Kültürümüzün İslami öğeleri, İslam’ın altın çağının matematikçilerini, geometrinin eşsiz kullanımlarıyla inşa edilmiş camileri; Osmanlı tarihinin Ali Kuşçu gibi Mimar Sinan gibi üstadlarını; Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz doğum sürecinde yarattığı Cahit Arf dehalarını hatırlatmalı bizlere. Oysa, matematiğin günlük lügatımızdaki yeri, bakkal hesapları, üniversite giriş sınavlarındaki sıfır çekme oranları, iddia kuponlarındaki oranların hesaplanması türünden pratiklerle örülüdür. Bir de “bizim çocuğa matematik öğretmeni lazım”, “matematiğim çok kötü, ne yapacağım”, “mühendis olmak istiyorum ama matematiğim çok kötü”, “matematik ne işe yarar ki?”, “sayısal zekam yok galiba” türünden sözlerin yaygınlığı… Diğer bir kullanımsa, her yıl atanmayı bekleyen matematik öğretmenlerinin dramları.
İdeolojiler ve partiler üstü (veya altı) tek bir gerçek konumu olan belki de tek dal matematiktir. Tüm siyasal eğilimler matematiğin önemi konusunda çoğu kez hem fikirdir. Matematik öyle bir alandır ki önemi kimse tarafından yadsınmasa da matematiğe emek vermemek konusunda neredeyse bir mutabakat vardır. Zekayla doğrudan ilişkilendirilen belki de tek dal matematiktir. Sanılır ki matematik öğrenmek için doğuştan bir engel vardır. Bu engeli aşamayan genlerin matematiği öğrenme şansı yoktur. Oysa, zeka testine başvurmaksızın tıp, mühendislik ve benzeri alanlarda bir şeylerin öğrenilebileceğine inanç pek yaygındır. Tıptaki tek engel kana dayanabilmektir, yaygın inanca göre. Mühendislik için çok çalışmak yeterlidir. Konu matematiğe gelince, sanki gizli bir el engellemektedir öğrenciyi.
Tıp eğitimi 6 yıldır. Ancak matematiğe ayrılan süre ilkokul ikinci sınıftan lise sona kadar sürmektedir. Üniversite sınavının birinci aşaması olan YGS’de matematik sorularının çoğunluğu ortaokul düzeyi matematiğiyle çözülebilmektedir. Fakat harcanan bunca yıla karşın matematik alanındaki başarısızlıkta rakip tanımıyoruz. Adeta başarısızlığımız bir başarı haline gelmiş durumda. Bu denli başarısız olabilmek için özel bir çaba sarf edilmesi gerekiyor gibi geliyor insana. Başarısızlığa işaret edebilecek olguların başında en son yapılan LYS sonucunda 1.4 milyon adaydan 43 bininin sıfır çekmesidir. Dahası, 40 matematik sorusu arasından net ortalaması 5.2 nettir. Bu bir ortalama olduğundan büyük bir kitlenin bu netin altında yaptığı açıktır.
Eğiticilerin-öğreticilerin durumu
Matematik öğretmenleri çoğunlukla matematik öğretmenliği bölümlerinden mezunlar arasından seçiliyor. Ülkemizdeki matematik gelişimi ise çoğunlukla matematik bölümlerinin başarısına (akademik başarısına ve bu bölümlere giren öğrencilerin iyi olmasına) bağlı. LYS puanına göre matematik bölümleri sıralandığında İstanbul Üniversitesi 13. sırada yer almaktadır. Nazi zulmünden kaçan Yahudi bilim insanlarına kucaklarını açıp bir zamanların bilimde Türkiye’nin önünü açan bu üniversite, Einstein’ın dostu Hans Reichenbach gibi dehaları bünyesinde barındırıyordu. Günümüzde bu üniversitenin matematik bölümü kazanabilmek için sınav sorularının yarısını yapması yeterli oluyor. Bir tıp fakültesi öğrencisi üniversite öğretim hayatı süresince tek bir matematik dersi alması gerekmiyorken, matematik bölümü öğrencisi çok ağır matematik dersleri içeren bir programı tamamlamakla yükümlü. Ancak ortaöğretimde aldığı temel bu programın önkoşullarını sağlamakta çok yetersiz. İlkokul ikinci sınıftan lise son sınıfa kadarki 11 yıllık sürede bu temel sağlanamıyorsa, bu konu üzerine ciddiyetle eğilmek lazım. Sorun nerede? Öğretmenlerin alanları konusundaki yeterliliği, pedagojik formasyonları, ailelerin ve kurumların öğrenciye ve eğitime yaklaşımları soruna en çok etki eden parametreler. Tüm bunları belirleyen etmenler arasında ise kültür, öğretmenlerin ve öğrencilerin sosyoekonomik durumları, devletin teşvik ettiği ve dayattığı eğitim politikaları da bulunuyor. Bunların arasında ise en yavaş değişen kültür olduğundan, sorunun çözümünde son başvurulması gereken veya doğrudan müdahale edilip sonuç alınamayan parametre yine kültürdür.
Eğiticilerin-öğreticilerin yetiştirilmesinde en kritik aşamanın ortaöğretim olduğu bu olguların çözümlenmesinden görülecektir. Üniversiteye yerleştirilen adayların almaları gereken baraj puan olmadığından ve yerleştirme sıralamaya göre yapıldığından öğrenci niteliği düşse bile bu bölümler öğrenci almakta ve öğrencilerin yığılmasından çekinen üniversite yönetimleri olabildiğince çok öğrencinin sınıf geçmesini sağlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, başarısızlığın önüne geçip bir şeyleri gerçekten değiştirmek için üniversite çağı çok geç bir döneme denk gelmektedir. Ortaöğretimde bir niteliğin yakalanması için ise ya yaşadığımıza uygun bir kriz politikası uygulamaya konmalıdır ya da bu alanda çalışacak eğiticilerin-öğreticilerin niteliğinin şu veya bu şekilde artması sağlanmalıdır. Ne var ki bu ikinci adım da zor görünmektedir. Eğiticilerin-öğreticilerin yetiştirilmesi de değiştirilmek istenen sisteme bağlı olduğundan ortaya bir kısır döngü çıkmaktadır.
Devletten beklemeden adım atılması gerekiyor
Mesleki açıdan yetersiz öğretmenlerin eğitilmeleri için devletin herhangi bir adım atmaya yanaşmadığı açıktır. O halde ilericilerin, devrimcilerin, vatanseverlerin, en başta bu meslek grubundaki insanları örgütleyen sendikaların, halk için seferberlik başlatmaları geriye kalan tek seçenektir. Kolektif cehalet, bilgisizlik, hesapsızlık, niteliksizlik güruhun iktidarını beraberinde getirmektedir. Çözüm eğitimde! Doğru. Ancak eğitimin düzeltilmesi ve arzu edilen düzeye varılması için bu sorunla yüzleşen tüm kişilerin, en başta da öğretmenlerin bu sorunu çözebilmek için örgütlenmeleri ve örgütlülüklerini bu yönde de işletmeleri gerekmektedir.
Bu konuda, bambaşka bir yönden, başarılı örnekler yok değil. En başta Ali Nesin’in başını çektiği Nesin Matematik Köyü matematiğin sevdirilmesi ve genç kuşaklarda matematiği sevenlerin artmasıyla birlikte onların matematik yaparak matematiği öğrenmelerini sağlaması bakımından harikulade bir örnektir.
Dünyanın farklı ülkelerinde eğitimde yaratılan modeller de bu konuda örnek alınabilir. Bunların başında Finlandiya ve Japonya’daki eğitim-öğretim modelleri yatmaktadır. Bu modeller incelendiğinde görülecektir ki matematik sadece matematik değildir, eğitime bütünsel yaklaşılmadıkça karşımıza çıkan sorun tam anlamıyla çözülemeyecektir. Bütünsel çözümler büyük ölçüde devlet erkini gerekli kılsa da bu çözümlerin önünü açabilmek için meslek örgütlerinin, ailelerin atabileceği adımlar bulunmaktadır. Önümüzdeki yazımızda daha ayrıntılı olarak ele alacağımız bu iki model daha yakından incelendiğinde görülecektir ki nitelikli öğretmenlerin (veya nitel açıdan gelişmeye açık öğretmenlerin) işe alınmaları ve sonrasında bu niteliklerine uygun yaşama ortamları sağlandığında ve eğitim-öğretimde aile-öğrenci-eğitici-kurum öğelerinin konumları netleştirilip öğrencinin sorumluluk duygusunun ve kendini yetkinleştirme arzusunun geliştirilmesi sonucunda nitelikli bir düzeyi yakalamak olanaksız değildir. Öğrencinin ilerlemesi gereken yol, kimi zaman aileler tarafından öğrenci şu veya bu yolda sürüklenerek; kimi zamansa, öğretmen tarafından rehberlik edilmeden öğrencinin iteklenmesiyle; bazen de öğretmenin mutlak ilgisizliğiyle yürünmez hale gelince öğrencinin o yolda ilerlemesi güçleşiyor. Öğrencinin merak ve sorumluluk duygusunu keskinleştirip geliştirmeyen, bunu hedefleri arasına dahi koymayan bir eğitim anlayışının sorumsuz, ilgisiz ve kayıtsız bireyler üreteceği kolaylıklar öngörülebilir, ne yazık ki bu öngörü her gün doğrulanmaktadır.
Atatürk “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” demiştir. Sorumluluk birinci elden öğretmenlere yüklenmiştir. Öğretmen herhangi bir meslek erbabı değildir. Yaptığı görev kamu görevidir. Öğretmenlik sıfatını hak etmek için yalnızca müfredatı bitirmek yetmez. Öğrencinin kendini hazırlayamadığı bir dünyada tökezlemesinden bütünüyle olmasa da kendi payına sorumludur. Öğretmenlerimizi emir kulu değil de, Milli Eğitim Bakanlığı’nın logosunun dışına çıkamayan meşale taşıyıcıları olarak görmek istiyorsak onlarla dayanışmalı ve fakat onlara karşı dürüst olmalıyız. Bu sorunu ancak bu anlayışla çözmeye başlayabiliriz. Biz biraraya gelmezsek sıfırlarla yarattığımız bu enkazdan yeni ve sağlam bir bina inşa edemeyiz!