Bahar, insanlar için bir umut ve yaşam kaynağıdır. Canlanan doğa rengarenk çiçeklerle bezenerek insanlara ufuk açar. Arkasından yaz sıcakları ortalığı yakıp kavuracak, adım adım sonbahara doğru gidilecektir. Eylül ile birlikte yeşil sarıya dönüşmeye başlar. Sarı hüzün ve karamsarlıkla ağır ağır yaprak dökümü ile birlikte doğa kurumaya yüz tutar. Bu günler insanlar için umudun yitirilebileceği günlerdir. Sevinci içinde boğan baharın sonbahara dönüşümü sonsuza dek gitmez. Kış geçer, bahar yeniden gelir, umut ve neşe ile yaşam yeniden canlanır.
Bir ülkenin siyasi yaşamı da bazen böyle dönüşümlere uğrar. Bilginin gelişimi ve bu gelişimin teknolojiye dönüşümü, sosyolojik olarak toplumları ileri bir yaşam tarzına taşır. Böyle gelişimler toplumun bazı kesimleri tarafından algılanamaz. Kendi inanç ve buna bağlı olarak ahlak ve yaşam biçimi anlayışı, bu gelişmelerin karşısına dikilerek aymazlık içinde toplumu sonbahara dönüştürür. Çıkarları adına siyaset yapan bu tür şahıs ve guruplar. içinde bulundukları toplumun değer yargılarını ihtirasları adına kullanarak yaşamı o topluma zindan ederler. İşte bu nedenle, toplumların gelişimi bilgi gibi hep ileri doğru gitmez. Sonuç olarak, tarih aydınlık ve karanlığın savaşıdır diyebiliriz.
Zaman durdurulamaz bir akış içerisinde yoluna devam ederken, toplumlar devrim ve karşı devrimlerle yüz yüze gelirler. Hıristiyanlık ve batı toplumları karanlık içinde yaşarken, İslamiyet kendi içinde ve kendisine göre göreceli bir aydınlık çağ yaşıyordu. On ikinci yüzyılda başlayan batı aydınlanması bilimin gelişmesini sağlayarak karanlığa karşı savaş başlattı. Teknolojik gelişmeler batıda yaşanırken, aydınlanmadan bi-haher Osmanlı, bunlara «gavur icadı” diyerek kapılarını sıkı sıkı kapadı. Artık çöküş başlamıştı. Her geçen gün batı toplumları yeni keşifler edinirken, Osmanlı ve İslam toplumları din bağnazlığı içinde boğulmayı yeğlediler. Bu gidişin sonunun batak olduğunu göremeyen yöneticiler, iktidarlarını sürdürme adına, bir lokma ile bir hırkayı halka dayattılar. Gerçek cennetin öldükten sonra olduğunu insanların beyinlerine bir inanç olarak kazıyarak biat etmelerini sağladılar. Oysa ölüm yeni bir yaşam değil, bir sondur.
Tarih ilerliyor ve aydınlanma kazanıyordu… Çeşitli savaşlarla bitap düşen Osmanlı «hasta” olarak niteleniyor ve sınırları kendi içindeki etnik unsurlara dağıtılıyordu. Sonunda Anadolu’yu da parçalara ayırarak ortada küçük bir devlet bırakmak istediler ve ülkeyi dört bir yandan işgal ettiler. Buna karşı direnen Ulusal Kurtuluş Hareketi ve örgütçüsü Mustafa Kemal ülkenin üstüne çöken sonbaharı aşarak, o sonbaharı yepyeni bir bahara dönüştürdü. Bu bahar ülkeye geçmişe benzemeyen bir devlet ve yönetim anlayışı getirdi. Laik bir devlet olarak, halk kendi iradesi ile kendini yönetmeye başladı. Genç Cumhuriyet birkaç defa çağdaş batı demokrasilerinin çok partili sistemine geçmek için gayret gösterdiyse de, laik cumhuriyeti içlerine sindiremeyen, çıkarları zedelenen devrim karşıtları buna fırsat vermediler. Şeyhler, ağalar ile beyler özgür birey yetişmesini içlerine sindiremediklerinden, her yeniliğe dolayısı ile aydınlanmaya karşı durdular. Bu direniş bazen Ankara Meclis’de, bazen de Anadolu’da baş gösterdi. Cumhuriyet kendisine feodal Osmanlı yapısını tasfiye etmeyi amaç edinmişti. Bu amaç, ülkenin batısında kısmen gerçekleşse de, ne yazıktır ki, doğuda ve güney doğuda istenilen hedefe ulaşılamadı.
İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra basiretsiz ve uzağı göremeyen yönetim, emperyalizmin tuzağına düştü. Marshall Yardımı adı altında yapılacak yardımları alarak ülkenin yeni açmazlara sürüklenmesine neden oldu. O dönem uygulanan savaş ekonomisi, ülke çapında bir avuç zengin yaratırken, halkı yoksulluğa sürükledi. Zorunlu geçilen çok partili rejim 1950 de toprak ağalarının ve zenginlerin oluşturduğu eşraf partisi Demokrat Parti’yi iktidara taşıdı. Böylece Cumhuriyet’in devrimler dönemi bitti ve karşı devrim süreci başladı…
Bu süreç ülkeyi 27-Mayıs-1960 devrimiyle çağdaş bir Anayasa yapılmasına kadar götürdü. Ama hak ve özgürlükleri halkına çok gören yeni iktidarlar 12-Mart-1971 darbesi ile kazanılmış hakları kısıtladı. Bu da az gelmiş olacak ki, 12-Eylül-1980 darbesi ile ülke «sözde Atatürk” devrimcileri tarafından Atatürk ilke ve devrimleri denile denile içinden zor çıkılır bir bataklığa sürükledi. Giderek, iki bin yılı ekonomik krizi ile AKP gibi bir parti iktidara taşındı. Geçmişi belli bir şahsın önderliğinde olan bu parti, AB uyum yasaları adı altında demokratlaşma lafları ile etrafına liberal ve sol dönekleri de alarak ülkede yaprak dökümünü başlattı. Yani Cumhuriyet sonbahara dönüştürüldü. Ülke bir taraftan aile boyu yağmalanırken, yolsuzluk yasallaştırılıyor, devletin kurumları tek bir şahsın iradesine teslim ediliyordu…
Bugün, toplumun inançları siyasete meze yapılıyor, rejim faşizme doğru adım adım götürülüyor. Hukuk ilkelleşiyor, her demokratik istek sıkılan gazlarla boğuluyor, bunun az geldiği yerde, silahlar konuşuyor ! Ülkenin bir tarafı çözüm süreci adına görmezden gelinirken, yanı başımızdaki savaşın en gaddar İslam anlayışlı örgütü IŞİD, ülke içinde cirit atıyor.
Yine bugün, insanlarımızın sonbaharın hüznünün sarmalında nereye sürüklendiği belli değilken, ne yazık ki, buna dur diyebilecek güçler yan yana duracaklarına, karşı karşıya durmaktadırlar. İlk iş, siyasal çıkar ve ideoloji peşinde koşma yerine, raydan çıkarılmış Cumhuriyeti tekrar rayına oturtmak olmalıdır.
Böyle bir yönetim, cumhuriyete ve çağımıza yakışmıyor. Ülkenin aydınlık devrimci örgütleri ülkeye baharı yeniden getirmek için el ele yürümeyi düşünmeli ve aydınlığa doğru gitmek için sokakları ve alanları Gezi Direnişi gibi doldurmalıdır. Çağdaş bir cumhuriyet için bugün geç yarın erkendir.