Ben de Koşmaktayım O Devin Ardından


Hasan Âli Yücel´in Anısına

Dedemle tanışamadan o bu diyarlardan gitmiş. Ama ne gariptir onu hep hissetmiş onu tanıdıkça daha bir zenginleştiğimi fark etmişimdir. Hiç beklemediğim bir zamanda, bıraktığı izler, eserler karşıma dikilivermiştir. Bazen aile arasında anlatılan anılarda, bazen onun yaptıklarını öğrendiğimde, bazen de yazdıklarını okuduğumda bu izleri sürmüşümdür. İlk aklıma gelen anı Ankara’daki ev, Sıhhiye’de oldukça loş bir evdi. Kitapları hatırlıyorum. Hayretle bütün duvarları kaplayan kitaplıklarda bulunan kitapları nasıl okuduğunu merak edişimi. Sonra Dragos’daki ev. Babaannemin güler yüzü ve dedemle paylaştıkları oda, cibinlikle bezenmiş kocaman bir yatak. Bu kocaman yatakta babaannemin bizleri koynuna alıp hikâyeler anlatmasını… Sonra dedemin gardırobu, kravatları giysileri daha bir sürü şey. Ne kadar şık bir adammış diye içimden geçirirdim. Sonra babamın bizleri götürdüğü Köy Enstitülerin Kuruluş gecelerinde dedemin anılmasını izlediğim konuşmaları. İlkokuldan itibaren şiirlerini, yazılarını okuyamaya başlayınca dedemle daha bir sıkı fıkı olduk. Öğretmenlerin Hasan Âli Yücel’in torunu diye beni göstermelerini, onun eserlerini sormalarını hatırlıyorum. Ne yalan söyleyeyim biraz utanırdım sınıfın ortasında.
O devrin en güzel Maarif Bakanı, düşünürü, şairi, eğitimcisi; tüm bunların içinde o bir baba ve dede idi. Yaşamındaki olaylar, bazen şiire, bazen de yazılara dönüşüyordu. Doğduğumda bana yazdığı yazı benim için çok önemliydi. Babam da kervana yeni katılanları ve kervandan ayrılan çok sevdiği insanları şiirle selamlamıştır. İkisinde de ölüm ve doğum bu iki zıt olay şiirlerinde ve düşüncelerinde hep var olmuştur. Size dedemin yazdığı bu mektubun bir kısmını aktarmak istiyorum.
Dördüncü Büyükbabalık
«Oğlum Can’ın üç kelimelik telgrafı geldiği zaman onun anası ve benim anam, üçümüz beraberdik. Ben dördüncü büyükbabalığımı yaşıyordum.
Oğlum kızının adını «Güzel « koymuş. İyi etmiş. Çünkü iyi, hiçbir zaman çirkin olmaz. Bir kız çocuğu daha olur da ona «İyi” adını verirse ruhum şâd olur. Yeni doğan, oğlan olsaymış «Tonguç” koyacakmış.”Güzel’e ad alma, sanmam ki, bencillik duygusundan gelmiş olsun. Kirpiye yavrusunun pamuk gibi yumuşak gelişi, ne kendini beğenmişlik, ne de yanlış bir görüştür. Sevgi iyi dilekler doğurur. Yeni doğana bütün hayatı için olması istenileni ada vermek; Adem’den beri adettir. Onun için isimler, gökten iner, derler. Yerden bitenle gökten inen, o yeni varlıkta birleşerek hayat yoluna başlar.
Şimdi yok olduğum dakikalardan birindeyim. Oysa onun varlığında uzayıp gidiyorum. Ebedilik, galiba, böyle bir şey; varken yok olmaktansa yokken var olmak daha iyi. Ucunda ölüm duran bir yolu tepip dururken onu unutturan her şey tatlı bir sarhoşluk, zevkli bir kendinden geçiş oluyor. Kısa zaman sonra göğsünden yiyeceği kurşunu düşünmeksizin elleri parça, parça bağrı kan, zaptına uğraştığı tepeye tırmanan bir kahraman, bu insan…..Ben tepeye yaklaşıyorum; o henüz tepenin eteklerinde….”
Bu mektubu yazdıktan 7 ay sonra gözlerini yumdu. Bu sözleri kaleme alan dedemle tanışmadan bu dünyadan göçüp gitti. Ama bu güzel insanın yaptıkları, yaşamı beni derinden etkilemesi hala sürmekte. Nedeni Türkiye’nin yaşanır bir yer olması için eğitimde, bilimde, kültürde yaptıklarıdır. Peki benim yaşamımı bir dede olarak nasıl etkilemiştir. Bunun için size yaşamımdan bazı kesitleri anlatayım.
Mesleğim ve Köy Enstitüleri ile Tanışmam
Mesleğim hem biyoloji hem de mühendislik karışımı bir meslek. Denizcilik Meslek Lisesinin ilk bölümü olan Balık Üretme Bölümünde okurken balık havuzlarının ve binanın bir kısmını biz öğrenciler yapmıştık. Mesleğimim ilk yıllarında balıklar üzerinde yaptığım çalışma için gittiğim bir köyde köylüler, balık çiftliklerinin hocası, profesörü ile konuşmamı salık vermişlerdi. Hocanın köy enstitülü olduğunu öğrenince bir yandan çiftlik ile ilgili bilgileri alırken bir yandan da köy enstitülerine girişinden itibaren öğrenciliğini, öğretmenliğini ve şimdi yaptıklarını anlatmıştı.
Hoca köy enstitüsünden mezun olduktan sonra nasıl okulsuz köylere okul, buğdayı olup da öğütülecek değirmenleri olmayan köylülere değirmeni, yani eğitimi sadece okul sıralarında değil köy kahvelerinde de yaptığını anlatmıştı. Şimdi ise emekli idi. Emekliliği sırasında ise yıllardan beri köyün ortasından akan (acı su) dereyi, çoraklaştırdığı topraklarda havuzlar yaparak deniz balığı yetiştirmeye başlamıştı. Şimdi ise böyle tam 60 tane çiftlik var. Bu çiftliklerin çevreyi etkilememesi gerekiyor. Devletteki çalışanlar ceza sistemini önerirken hoca onlara eğitimi öneriyordu. Eğitimin hayata geçmesini, gündelik hayata dokunmasını istiyordu. Bu öğretmenlere sadece Milas’ın Savran köyünde değil, Türkiye’nin diğer köylerinde de rastlamak mümkündü. Şimdi sayıları öylesine azaldı ki….
Genel politik planda baktığımızda köy enstitüleriyle, köy içinden kalkınma ana fikrinden hareket ederek bir büyük handikabı atlatmamız mümkün olacaktı. Böylece köylüler ezildikçe şehre kaçmayacaklardı. Köyden şehre göç durulacaktı. Köyler sahipsiz kalmayacaktı. Tarım alanları, tohumlarına, akarsularına sahip bilinçli köyler, köy kooperatifleri olacaktı. Çünkü köyde nalbandıyla, balıkçısıyla, ebesiyle, tarımıyla, sulamasıyla öğretmenin başkanlığında kurulacak olan kalkınma projesinin esaslarından biri de köyü kendi içinde kalkındırma tasarımı idi. Bu tasarım gerçekleşmiş olsaydı o zaman köyden akım bu kadar felaket haline gelmeyecekti.
Hasan Âli Yücel ve Kültür Reformları
Hasan Âli Yücel sade köy enstitüleri ile değil kültür alanında da yaptıklarıyla da saygı ile anılacaktır. Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra Milli Eğitim Bakanlığına getirildiğinde Cumhuriyet’in ilkelerini yurda yaymak konusunda fikri temellerin bir kısmı atılmıştı.
Eğitim ve Kültür reformları bir bütünlük içinde alınmıştır. Yayıncılıktan, dil konusu, güzel sanatlar ve tercüme konuları, kurulan kurumlar paralel halde çalışmıştır. Hasan Âli Yücel Cumhuriyet’in sivil kanadında yer almış bir aydın olarak ikinci 10 yılda önemli görevler üstlenmişti.
Yurt çapında bu çalışmalar yapılırken, dünya savaşı bütün hızıyla sürmekteydi. Türkiye’nin ikinci dünya savaşından çıktıktan sonra yer aldığı saflar değişir. Hükümet olan CHP’nin sol kanadı tasfiye edilir ve Yücel de istifa eder. Köy Enstitüleri kapatılır, kurmaya çalıştığı birçok eserin yok edilmeye başlandığına şahit olur.
Türkiye politikasının dışladığı Hasan Âli Yücel
Hasan Âli Yücel hayatının geri kalan kısmında yazmaya ve üretmeye devam eder. Gazete yazarlıklarından sonra İş Bankası Kültür Yayınları Kurulu danışmanlığı görevi önerilir. Bu işi severek yapar. Şirketin yönetim kurulu üyesi Ferit Basmacı anılarını şöyle anlatır; «Gerçekte bütün iş Yücel’in üzerindeydi. Sorar soruştururdu. Yazar yazdırırdı. Bütün kitapları baştan sona kadar okur düzeltmeleri bile kendisi yapardı. Kültür Yayınlarının her şeyi idi. Hasan Âli Yücel şakacı bir insandı. Haftanın iki, üç akşamı çalışma odama gelir, beni lafa tutardı. Bu memlekete hizmet etmek istiyorsan yalnızca kendin çalışmamakla kalmayacak başkalarının çalışmalarını da engelleyeceksin” diyerek şaka yapardı.
Hasan Âli Yücel hepsinden önce bilgisini sanatını yaratıcılığını yaşamına geçirmiş; bununla da kalmamış birçok insanın yaşamını daha bir yaşanası bir dünyaya çevirmeyi denemişti. Türkiye’nin kendine gelebilmesi, cumhuriyeti oturtabilmesi en önemlisi demokrasinin oluşturulabilmesi için eğitimde reformların yapılmasına inanıyordu. Hasan Âli Yücel’in yazdıkları, yaptıkları, düşünceleri, Türkiye’de o dönemde, anlaşılmak istenmemiştir. Bu durum hâla geçerliliğini korumaktadır.
Can Yücel onun ardından şunları yazmıştır. «Ölüm elbette bir kayıptır. Ama kazancı da vardır. Hasan Âli’nin ölümünün kazancı ise, gitgide kalpsizleşen bu toplumda hala kalbi olup da kalbin durmasından ölen insanların bulunduğunu göstermesidir”.

Dedemle tanışamadan o bu diyarlardan gitmiş. Ama ne gariptir onu hep hissetmiş onu tanıdıkça daha bir zenginleştiğimi fark etmişimdir. Hiç beklemediğim bir zamanda, bıraktığı izler, eserler karşıma dikilivermiştir. Bazen aile arasında anlatılan anılarda, bazen onun yaptıklarını öğrendiğimde, bazen de yazdıklarını okuduğumda bu izleri sürmüşümdür. İlk aklıma gelen anı Ankara’daki ev, Sıhhiye’de oldukça loş bir evdi. Kitapları hatırlıyorum. Hayretle bütün duvarları kaplayan kitaplıklarda bulunan kitapları nasıl okuduğunu merak edişimi. Sonra Dragos’daki ev. Babaannemin güler yüzü ve dedemle paylaştıkları oda, cibinlikle bezenmiş kocaman bir yatak. Bu kocaman yatakta babaannemin bizleri koynuna alıp hikâyeler anlatmasını… Sonra dedemin gardırobu, kravatları giysileri daha bir sürü şey. Ne kadar şık bir adammış diye içimden geçirirdim. Sonra babamın bizleri götürdüğü Köy Enstitülerin Kuruluş gecelerinde dedemin anılmasını izlediğim konuşmaları. İlkokuldan itibaren şiirlerini, yazılarını okuyamaya başlayınca dedemle daha bir sıkı fıkı olduk. Öğretmenlerin Hasan Âli Yücel’in torunu diye beni göstermelerini, onun eserlerini sormalarını hatırlıyorum. Ne yalan söyleyeyim biraz utanırdım sınıfın ortasında.

O devrin en güzel Maarif Bakanı, düşünürü, şairi, eğitimcisi; tüm bunların içinde o bir baba ve dede idi. Yaşamındaki olaylar, bazen şiire, bazen de yazılara dönüşüyordu. Doğduğumda bana yazdığı yazı benim için çok önemliydi. Babam da kervana yeni katılanları ve kervandan ayrılan çok sevdiği insanları şiirle selamlamıştır. İkisinde de ölüm ve doğum bu iki zıt olay şiirlerinde ve düşüncelerinde hep var olmuştur. Size dedemin yazdığı bu mektubun bir kısmını aktarmak istiyorum.

Dördüncü Büyükbabalık

«Oğlum Can’ın üç kelimelik telgrafı geldiği zaman onun anası ve benim anam, üçümüz beraberdik. Ben dördüncü büyükbabalığımı yaşıyordum.

Oğlum kızının adını «Güzel « koymuş. İyi etmiş. Çünkü iyi, hiçbir zaman çirkin olmaz. Bir kız çocuğu daha olur da ona «İyi” adını verirse ruhum şâd olur. Yeni doğan, oğlan olsaymış «Tonguç” koyacakmış.”Güzel’e ad alma, sanmam ki, bencillik duygusundan gelmiş olsun. Kirpiye yavrusunun pamuk gibi yumuşak gelişi, ne kendini beğenmişlik, ne de yanlış bir görüştür. Sevgi iyi dilekler doğurur. Yeni doğana bütün hayatı için olması istenileni ada vermek; Adem’den beri adettir. Onun için isimler, gökten iner, derler. Yerden bitenle gökten inen, o yeni varlıkta birleşerek hayat yoluna başlar.

Şimdi yok olduğum dakikalardan birindeyim. Oysa onun varlığında uzayıp gidiyorum. Ebedilik, galiba, böyle bir şey; varken yok olmaktansa yokken var olmak daha iyi. Ucunda ölüm duran bir yolu tepip dururken onu unutturan her şey tatlı bir sarhoşluk, zevkli bir kendinden geçiş oluyor. Kısa zaman sonra göğsünden yiyeceği kurşunu düşünmeksizin elleri parça, parça bağrı kan, zaptına uğraştığı tepeye tırmanan bir kahraman, bu insan…..Ben tepeye yaklaşıyorum; o henüz tepenin eteklerinde….”

Bu mektubu yazdıktan 7 ay sonra gözlerini yumdu. Bu sözleri kaleme alan dedemle tanışmadan bu dünyadan göçüp gitti. Ama bu güzel insanın yaptıkları, yaşamı beni derinden etkilemesi hala sürmekte. Nedeni Türkiye’nin yaşanır bir yer olması için eğitimde, bilimde, kültürde yaptıklarıdır. Peki benim yaşamımı bir dede olarak nasıl etkilemiştir. Bunun için size yaşamımdan bazı kesitleri anlatayım.

Mesleğim ve Köy Enstitüleri ile Tanışmam

Mesleğim hem biyoloji hem de mühendislik karışımı bir meslek. Denizcilik Meslek Lisesinin ilk bölümü olan Balık Üretme Bölümünde okurken balık havuzlarının ve binanın bir kısmını biz öğrenciler yapmıştık. Mesleğimim ilk yıllarında balıklar üzerinde yaptığım çalışma için gittiğim bir köyde köylüler, balık çiftliklerinin hocası, profesörü ile konuşmamı salık vermişlerdi. Hocanın köy enstitülü olduğunu öğrenince bir yandan çiftlik ile ilgili bilgileri alırken bir yandan da köy enstitülerine girişinden itibaren öğrenciliğini, öğretmenliğini ve şimdi yaptıklarını anlatmıştı.

Hoca köy enstitüsünden mezun olduktan sonra nasıl okulsuz köylere okul, buğdayı olup da öğütülecek değirmenleri olmayan köylülere değirmeni, yani eğitimi sadece okul sıralarında değil köy kahvelerinde de yaptığını anlatmıştı. Şimdi ise emekli idi. Emekliliği sırasında ise yıllardan beri köyün ortasından akan (acı su) dereyi, çoraklaştırdığı topraklarda havuzlar yaparak deniz balığı yetiştirmeye başlamıştı. Şimdi ise böyle tam 60 tane çiftlik var. Bu çiftliklerin çevreyi etkilememesi gerekiyor. Devletteki çalışanlar ceza sistemini önerirken hoca onlara eğitimi öneriyordu. Eğitimin hayata geçmesini, gündelik hayata dokunmasını istiyordu. Bu öğretmenlere sadece Milas’ın Savran köyünde değil, Türkiye’nin diğer köylerinde de rastlamak mümkündü. Şimdi sayıları öylesine azaldı ki….

Genel politik planda baktığımızda köy enstitüleriyle, köy içinden kalkınma ana fikrinden hareket ederek bir büyük handikabı atlatmamız mümkün olacaktı. Böylece köylüler ezildikçe şehre kaçmayacaklardı. Köyden şehre göç durulacaktı. Köyler sahipsiz kalmayacaktı. Tarım alanları, tohumlarına, akarsularına sahip bilinçli köyler, köy kooperatifleri olacaktı. Çünkü köyde nalbandıyla, balıkçısıyla, ebesiyle, tarımıyla, sulamasıyla öğretmenin başkanlığında kurulacak olan kalkınma projesinin esaslarından biri de köyü kendi içinde kalkındırma tasarımı idi. Bu tasarım gerçekleşmiş olsaydı o zaman köyden akım bu kadar felaket haline gelmeyecekti.

Hasan Âli Yücel ve Kültür Reformları

Hasan Âli Yücel sade köy enstitüleri ile değil kültür alanında da yaptıklarıyla da saygı ile anılacaktır. Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra Milli Eğitim Bakanlığına getirildiğinde Cumhuriyet’in ilkelerini yurda yaymak konusunda fikri temellerin bir kısmı atılmıştı.

Eğitim ve Kültür reformları bir bütünlük içinde alınmıştır. Yayıncılıktan, dil konusu, güzel sanatlar ve tercüme konuları, kurulan kurumlar paralel halde çalışmıştır. Hasan Âli Yücel Cumhuriyet’in sivil kanadında yer almış bir aydın olarak ikinci 10 yılda önemli görevler üstlenmişti.

Yurt çapında bu çalışmalar yapılırken, dünya savaşı bütün hızıyla sürmekteydi. Türkiye’nin ikinci dünya savaşından çıktıktan sonra yer aldığı saflar değişir. Hükümet olan CHP’nin sol kanadı tasfiye edilir ve Yücel de istifa eder. Köy Enstitüleri kapatılır, kurmaya çalıştığı birçok eserin yok edilmeye başlandığına şahit olur.

Türkiye politikasının dışladığı Hasan Âli Yücel

Hasan Âli Yücel hayatının geri kalan kısmında yazmaya ve üretmeye devam eder. Gazete yazarlıklarından sonra İş Bankası Kültür Yayınları Kurulu danışmanlığı görevi önerilir. Bu işi severek yapar. Şirketin yönetim kurulu üyesi Ferit Basmacı anılarını şöyle anlatır; «Gerçekte bütün iş Yücel’in üzerindeydi. Sorar soruştururdu. Yazar yazdırırdı. Bütün kitapları baştan sona kadar okur düzeltmeleri bile kendisi yapardı. Kültür Yayınlarının her şeyi idi. Hasan Âli Yücel şakacı bir insandı. Haftanın iki, üç akşamı çalışma odama gelir, beni lafa tutardı. Bu memlekete hizmet etmek istiyorsan yalnızca kendin çalışmamakla kalmayacak başkalarının çalışmalarını da engelleyeceksin” diyerek şaka yapardı.

Hasan Âli Yücel hepsinden önce bilgisini sanatını yaratıcılığını yaşamına geçirmiş; bununla da kalmamış birçok insanın yaşamını daha bir yaşanası bir dünyaya çevirmeyi denemişti. Türkiye’nin kendine gelebilmesi, cumhuriyeti oturtabilmesi en önemlisi demokrasinin oluşturulabilmesi için eğitimde reformların yapılmasına inanıyordu. Hasan Âli Yücel’in yazdıkları, yaptıkları, düşünceleri, Türkiye’de o dönemde, anlaşılmak istenmemiştir. Bu durum hâla geçerliliğini korumaktadır.

Can Yücel onun ardından şunları yazmıştır. «Ölüm elbette bir kayıptır. Ama kazancı da vardır. Hasan Âli’nin ölümünün kazancı ise, gitgide kalpsizleşen bu toplumda hala kalbi olup da kalbin durmasından ölen insanların bulunduğunu göstermesidir”.

Bunları da sevebilirsiniz