Modern Kölelik

Geçmişten günümüze bakıldığında, toplumlardaki sınıf yapısının oluşmasının altında yatan nedenin artan üretim miktarlarının olduğu görülmektedir. Önceleri kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar üreten ilkel toplumlar, zamanla tükettiklerinden fazla üretmeye başladıklarında, Karl Marx’ın artı değer kavramı olarak adlandırdığı olgunun oluşmasına neden olmuşlardır. Bu da zamanla toplum yapısının değişmesine ve günümüze kadar birçok evrimden geçmesine neden olmuştur. Emile Durkheim’a göre bu aşamalar ilkel toplum olarak adlandırabileceğimiz toplumlar olan klan veya boy aşaması, toprağa ilk olarak yerleşen, yerleşik yaşamı benimseyen aşiret veya kent aşaması, yerleşik yaşamdan sonra kendi içlerinde federe devletler kurmayı başaran derebeylik aşaması ve sonrasında kurulan imparatorluklar ve son olarak da ilerlemiş toplum olarak nitelendirebileceğimiz milli devletler aşamasıdır.

Bütün bu aşamaların kaynağında ve toplumsal sınıfların oluşmasında hiç şüphesiz önceleri azar azar, daha sonraları da hızla artan artı değer kavramı etkili olmuştur. Bu artı değer sonucunda; ürettiğinden çok daha fazlasını istemeye başlayan, doyumsuz bir iştaha sahip olan ve sahip oldukça daha fazlasını isteyen insan profili ortaya çıkmıştır. Bu da önceleri Eski Roma’da dölünden başka verecek hiçbir şeyi olmayan olarak tanımlanan, Karl Marx’la birlikte ise emeğinden başka verecek bir şeyi olmayan veya zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proleterya sınıfının ve proleteryanın emeğini harcadığı toprağın veya üretim aracının sahibi olduğu burjuva sınıfının ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Gelişen bu aşamalarla birlikte geçmişte ve günümüzde birileri proleterya olmaya birileri de burjuva olmaya devam etmiştir ve daha da devam edecektir. Eskiden hayvan veya herhangi bir nesne gibi pazarlarda satılan köleler yerlerini daha modern köleler olarak adlandırabileceğimiz kişilere bırakmışlardır.

İnsanlar şu an bile sadece karınlarını doyurabilecekleri ücretlerde çalışmaya mahkum edilmektedir. Üstelik dünyaya ve Türkiye’ye bakıldığında insanlar hayatlarından vazgeçecek kadar çaresiz bırakılmaktadır. Çok değil daha geçtiğimiz nisan ayında Dakka’daki kaçak binanın çökmesinin ardından, aylık maaşı ortalama 37 dolar olan 400 tekstil işçisi hayatını kaybetti, 900’ü halen kayıptı. Fabrika, Benetton, Mango ve C&A gibi markalara giysi üretiyordu.(1) Meydana gelen bu ölümler sonrasında anlaşılıyor ki insanlar aylık 37 dolar gibi karın tokluğu olarak bile nitelendirilemeyecek bir ücretle çalışmaya mahkum ediliyor.

Türkiye’deki durum ise bu tablo kadar kötü olmasa da yine de pek iç açıcı sayılmaz. İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre; Mayıs’da 114, Haziran’da 104, Temmuz’da 120, Ağustos’ta 140 işçi hayatını kaybetti. 2012 araştırmalarına göre ise Türkiye ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci dünyada da üçüncü sırada yer alıyordu. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) 2012 yılında 745 işçinin öldüğünü açıkladı. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi´ ise bu sayıyı 848 olarak açıklamıştı. Yani iki rapor arasında 103 işçi eksik.(2) Bu da gösteriyor ki SGK bile işçi ölümlerinde gerekli hassasiyeti göstermiyor. İşveren tarafından ise işçiler köle olarak görülmekte ve hayatları hiçe sayılabilmektedir. Özellikle can tehlikesi olan işyerlerinde yeterli özen gösterilmemekte ve gerekli tedbir alınmamaktadır.

Gelişen toplum aşamaları gibi zamanla işçiler de bilinçlenmeye başlamış ve örgütlenmeye gitmişlerdir. Türkiye’de 1960’lar işçi hareketinin direniş ve işgal gibi eylem türlerini çok yoğun olarak kullanmaya başladığı bir dönemdir. İlk kez Derby direnişinde gerçekleştirilen işgal eylemi 1968-70 yılları arasında neredeyse olağan eylem biçimi haline dönüşecektir. Dönem boyunca 71’i İstanbul’da olmak üzere 200’e yakın grev dışı eylem gerçekleşmiş; bunların bir bölümünü miting, yürüyüş gibi etkinlikler oluştururken, grev dışı eylemlerin asıl ağırlığını direniş ve işgal gibi eylemler oluşturmuştur. En önemli işçi eylemleri arasında yer alan Kavel (1963), Bozkurt Mensucat (1963), Berec (1964), Zonguldak (1965), Petrol Ofisi (1966), Kula Mensucat (1966), Singer (1969), Türk Demir Döküm (1969) eylemlerinde polis ve jandarma güçleri ile işçiler arasında oldukça büyük çatışmalar yaşanmıştır. Bu eylemler sırasında çok sayıda ölümler, yaralanmalar, gözaltı ve tutuklamalar olmuştur Aynı konuya 1970-80 dönemi açısından bakıldığında, özellikle 1978 sonrası işçi eylemlerinde pek çok kez güvenlik güçleriyle çatışmalar yaşandığı görülmektedir. Fabrika işgalleri ve özellikle de direnişler bu dönemde de işçi hareketinin en tipik eylem biçimleri arasındaydı. 1980’li yıllardan sonra gelişen işçi eylemleri ise çok büyük ölçüde barışçıldır. (3)

Günümüzde de işçi eylemleri sendikalar aracılığıyla yürütülmektedir. En son tanık olduğumuz, zamanın ruhuna uygun olarak yapılan Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonuna (DİSK) bağlı Sosyal-İş Sendikası tarafından 3 Ekim´de başlatılan, Türkiye´nin ilk AVM ve yapı market grevi olma özelliği taşıyan Leroy Merlin grevidir. (4) Leroy Merlin grevi, grevin 16. gününün sonunda kazanımla bitirildi. İşveren ve sendika temsilcilerinin, grevin 16. günü olan 18 Ekim´de gerçekleştirdikleri görüşmeler sonucunda anlaşma sağlanmasıyla grev sona erdi. Bu da ülkemizdeki ilk AVM grevi olma özelliğiyle kazanılan zaferle tarihe not düşülmüştür.

Bütün bunlara rağmen yine de tam olarak işçi hakları elde edilmiş ve yaşanan can kayıpları tam olarak önlenebilmiş değildir. Özellikle işçi hakları konusunda daha ciddi adımlar atılmalı ve can kayıpları konusunda gerekli hassasiyet gösterilmelidir. İşçiler işveren tarafından sadece üretim yapan makineler gibi görülmemeli onlarında yaşam standartları ön planda tutulmalıdır. Fakat insanoğlunun doyumsuz iştahı var olduğu müddetçe birileri modern bile olsa köle olmaya, birileri de onlardan daha fazlasını istemeye devam edecektir…


(1) Bianet-Ayça SÖYLEMEZ

(2) http://bianet.org/bianet/toplum/148973-sgk-103-is-cinayetini-gormedi

(3) http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/008-08.pdf

(4) http://www.kesk.org.tr/

Bunları da sevebilirsiniz