Holistik Bilimin Kökleri, Tarihi ve Mahiyeti (II)

Bu ad ile başladığım yazı üçlemesinin önceki ilkinde, monografik konuları holistik bakış bağlamında yeterli ve tatmin edici düzeyde inceleyerek açıklığa kavuşturabilecek yöntemin mantık temelinde sistematik yaklaşımla nasıl olması gerektiğini irdelemiştim.
Bu ikincisindeyse holistik bilim sözcesindeki holistik (bütünsel) sözcüğünün kökü sayılabilecek «bütün” kavramının bu bağlamdaki anlamının anlaşılabilmesi açısından evrimine tarihi akış içinde kısaca bakmak istiyorum.
Kökü Eski Yunanca’da bütün anlamındaki «holon”dan gelen holizm (bütünsellik; holistizm diye de kullanılabilir) sözcüğü, düşünce tarihinde ilk kez J. C. Smuts tarafından 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinin hemen başında bilim ve felsefe alanları için terim olarak benimsenerek kullanılmış bir kavramdır.
Buna karşılık, idealistik (düşünselci) bir bakış açısından, ‘tamlığı imleyen bütün olan bir şey’ anlamı ile çok daha eskilerde, ilk kez Demokrit ve Empedokles tarafından parça-bütün ilişkisi bağlamında ele alınmıştır.
Eski Yunanlı Demokrit, bölünemez bir bütün diye tanımladığı ‘maddenin özü olan şey olarak atom’ fikrini ilk ileri süren kişidir. Empedokles ise toprak, su, hava ve ateşten ibaret dört maddesel arkenin beşinci bir eleman olan manevi «mutlak sevgi” vasıtası ile her zaman beraberce homojen (bağdaşık) nesnel bir bütün olarak belirmekte olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca, doğaldır ki, antik felsefe geleneğinde o zamanlar her halükarda kullanılagelen diyalektik düşüncenin bir gereği olarak da Empedokles, sevginin karşıtı nefreti bütünsel varlığı parçalayıcı, ayrıştırıcı bir ilke mahiyeti ile nitelemekten geri durmamıştır. Hatta Empedokles, belirtilen nesne oluşumunun, yani somut varlıkların basit olarak ortaya çıkışının diyalektik akışın bir gereğiymiş gibi bu iki karşıt etkinin eşitlenmiş haldeki karışımından başka bir şey olmadığı iddiasında da bulunmuştur..
Antik felsefenin ardından «bütün” kavramı klasik, Ortaçağcı ve modern felsefenin pek çok düşünürünce parça-bütün ilişkisi bağlamı ile idealistik görüngeden ele alınmaya devam ederek 19. Yüzyıla dek gelmiştir.
Ancak bütünün materyalist bakıştan felsefi kavramlaştırmalara dayanak olması Marksist felsefe tarafından sağlanmıştır. Öte yandan, Yeniçağ felsefesinde, parça-bütün ilişkisinin idealist bakıştan ele alınması ise ilkin mekanizm, sonrada vitalizm akımı ile olmuştur.
Holizm teriminin 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren felsefede ve bilimlerde etkin temellendirici bir kavram niteliği ile kullanılmaya başlanması bilimde ortaya çıkmış olan paradigmal dönüşümün bir sonucu olduğunu vurgulamak isterim.
Bilindiği gibi, A.Einstein’nin makro kozmosu göreselci ve N. Bohr’un mikro kozmosu olasılıkçı yaklaşım ile ele almaları doğa bilimindeki paradigma değişikliğinin iki ana kaynağı olmuştur. İlkinden mekan ve zamanın bir bütün olarak aynı şey, ikincisindense makrokozmik durumların mikrokozmik durumların tümleşikleşmesi (kümülatif toplamı) olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bu bağlamda kullanılan bütün ve toplam sözcüklerinin her ikisi de «bütünsellik” kavramının farklı durumlardaki temsilcileri olduğu kolayca görülmektedir. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde doğa bilimlerini temsilen fizikte ortaya çıkan bu paradigmal değişiklik kısa sürede diğer entelektüel (anlıksal) alanlara da sirayet edince bu durum diyalektik akışın bir gereği olarak da ‘Yeni Düşünce’ hareketine yol açmıştır. Ancak ardı ardına gelen iki dünya savaşı ve devamından gelen çift kutuplu bloklaşma ‘Yeni Düşünce’den kaynaklanarak belirebilecek olan ‘Yeni Bilim’ için uygun bir ortamın oluşmasına maalesef izin vermemiştir.
Bu nedenle oluşum, kalıtını 21. Yüzyıl’a aktaran bir gelişme olarak kalmış bulunmaktadır
Bu durumda, şimdi bildik bilimden bugünlerin ‘Yeni Bilimi’ne geçişte değişimin ana kaynağı olacak olan paradigmal özün ne olduğunun ortaya konulması ile işe başlamak gerekmektedir.
Bu ise ilk aşamada benim paradigmal öz olarak gördüğüm bütünsellik (veya zıt kutbu parçasallık) anlayışının bilimsel yapı içinde nasıl ve ne şekilde yerleşikleşmekte olduğunu anlamakla başlar. Ben burada işte bunu irdelemek istedim.
Ayrıca ele aldığım bu bağlamda önerdiğim Taslam’ın (modelin) rasyonel temelde geçerli bir doğruluğa sahip olduğunu iddia etmemin yersiz bir görüş olmadığına inanıyorum.
Özetle belirtmem gerekirse; parçasallık ve bütünsellik kavramlarının seküler-entelektüel camiada birer anlayış olarak zaman içinde ardışık aralıklarla evrensel olarak yerleşikleşerek birbirlerine üstünlük sağlamaları felsefede temel ve bilimlerde ise paradigmal dönüşümlere yol açan özsel kaynak etmenler olarak süreçleri başlatıcı karakterde olduğunu söylemek yerinde bir saptama olacaktır.

Bu ad ile başladığım yazı üçlemesinin önceki ilkinde, monografik konuları holistik bakış bağlamında yeterli ve tatmin edici düzeyde inceleyerek açıklığa kavuşturabilecek yöntemin mantık temelinde sistematik yaklaşımla nasıl olması gerektiğini irdelemiştim.

Bu ikincisindeyse holistik bilim sözcesindeki holistik (bütünsel) sözcüğünün kökü sayılabilecek «bütün” kavramının bu bağlamdaki anlamının anlaşılabilmesi açısından evrimine tarihi akış içinde kısaca bakmak istiyorum.

Kökü Eski Yunanca’da bütün anlamındaki «holon”dan gelen holizm (bütünsellik; holistizm diye de kullanılabilir) sözcüğü, düşünce tarihinde ilk kez J. C. Smuts tarafından 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinin hemen başında bilim ve felsefe alanları için terim olarak benimsenerek kullanılmış bir kavramdır.

Buna karşılık, idealistik (düşünselci) bir bakış açısından, ‘tamlığı imleyen bütün olan bir şey’ anlamı ile çok daha eskilerde, ilk kez Demokrit ve Empedokles tarafından parça-bütün ilişkisi bağlamında ele alınmıştır.

Eski Yunanlı Demokrit, bölünemez bir bütün diye tanımladığı ‘maddenin özü olan şey olarak atom’ fikrini ilk ileri süren kişidir. Empedokles ise toprak, su, hava ve ateşten ibaret dört maddesel arkenin beşinci bir eleman olan manevi «mutlak sevgi” vasıtası ile her zaman beraberce homojen (bağdaşık) nesnel bir bütün olarak belirmekte olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca, doğaldır ki, antik felsefe geleneğinde o zamanlar her halükarda kullanılagelen diyalektik düşüncenin bir gereği olarak da Empedokles, sevginin karşıtı nefreti bütünsel varlığı parçalayıcı, ayrıştırıcı bir ilke mahiyeti ile nitelemekten geri durmamıştır. Hatta Empedokles, belirtilen nesne oluşumunun, yani somut varlıkların basit olarak ortaya çıkışının diyalektik akışın bir gereğiymiş gibi bu iki karşıt etkinin eşitlenmiş haldeki karışımından başka bir şey olmadığı iddiasında da bulunmuştur..

Antik felsefenin ardından «bütün” kavramı klasik, Ortaçağcı ve modern felsefenin pek çok düşünürünce parça-bütün ilişkisi bağlamı ile idealistik görüngeden ele alınmaya devam ederek 19. Yüzyıla dek gelmiştir.

Ancak bütünün materyalist bakıştan felsefi kavramlaştırmalara dayanak olması Marksist felsefe tarafından sağlanmıştır. Öte yandan, Yeniçağ felsefesinde, parça-bütün ilişkisinin idealist bakıştan ele alınması ise ilkin mekanizm, sonrada vitalizm akımı ile olmuştur.

Holizm teriminin 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren felsefede ve bilimlerde etkin temellendirici bir kavram niteliği ile kullanılmaya başlanması bilimde ortaya çıkmış olan paradigmal dönüşümün bir sonucu olduğunu vurgulamak isterim.

Bilindiği gibi, A.Einstein’nin makro kozmosu göreselci ve N. Bohr’un mikro kozmosu olasılıkçı yaklaşım ile ele almaları doğa bilimindeki paradigma değişikliğinin iki ana kaynağı olmuştur. İlkinden mekan ve zamanın bir bütün olarak aynı şey, ikincisindense makrokozmik durumların mikrokozmik durumların tümleşikleşmesi (kümülatif toplamı) olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bu bağlamda kullanılan bütün ve toplam sözcüklerinin her ikisi de «bütünsellik” kavramının farklı durumlardaki temsilcileri olduğu kolayca görülmektedir. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde doğa bilimlerini temsilen fizikte ortaya çıkan bu paradigmal değişiklik kısa sürede diğer entelektüel (anlıksal) alanlara da sirayet edince bu durum diyalektik akışın bir gereği olarak da ‘Yeni Düşünce’ hareketine yol açmıştır. Ancak ardı ardına gelen iki dünya savaşı ve devamından gelen çift kutuplu bloklaşma ‘Yeni Düşünce’den kaynaklanarak belirebilecek olan ‘Yeni Bilim’ için uygun bir ortamın oluşmasına maalesef izin vermemiştir.

Bu nedenle oluşum, kalıtını 21. Yüzyıl’a aktaran bir gelişme olarak kalmış bulunmaktadır

Bu durumda, şimdi bildik bilimden bugünlerin ‘Yeni Bilimi’ne geçişte değişimin ana kaynağı olacak olan paradigmal özün ne olduğunun ortaya konulması ile işe başlamak gerekmektedir.

Bu ise ilk aşamada benim paradigmal öz olarak gördüğüm bütünsellik (veya zıt kutbu parçasallık) anlayışının bilimsel yapı içinde nasıl ve ne şekilde yerleşikleşmekte olduğunu anlamakla başlar. Ben burada işte bunu irdelemek istedim.

Ayrıca ele aldığım bu bağlamda önerdiğim Taslam’ın (modelin) rasyonel temelde geçerli bir doğruluğa sahip olduğunu iddia etmemin yersiz bir görüş olmadığına inanıyorum.

Özetle belirtmem gerekirse; parçasallık ve bütünsellik kavramlarının seküler-entelektüel camiada birer anlayış olarak zaman içinde ardışık aralıklarla evrensel olarak yerleşikleşerek birbirlerine üstünlük sağlamaları felsefede temel ve bilimlerde ise paradigmal dönüşümlere yol açan özsel kaynak etmenler olarak süreçleri başlatıcı karakterde olduğunu söylemek yerinde bir saptama olacaktır.

Bunları da sevebilirsiniz