Bir Öğrencinin Gözünden Türkiye´de Mühendislik Eğitimi

Bilim kavramı Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından “Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi.”, “Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.”, “Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.” şeklinde tanımlanmaktadır. (1) Fakat tanımından ziyade bilime neden ihtiyaç duyulduğu ve bu ihtiyacın nasıl olduğunu anlamanın daha büyük bir anlam ifade ettiğini düşünmemek olanaksız. Doğa olaylarını(Fiziksel, Kimyasal, Sosyolojik, Psikolojik…) bilmek insanın en büyük ihtiyacı olmuştur tarih boyunca. İnsanlar bu olayları bilmenin yanı sıra, meydana gelen olaylar sonucu oluşan olanakları kullanmayı, riskleri ise ortadan kaldırmayı kendine görev edinmiştir.(2) İşte mühendislerin görevi bu çerçevede ele alınabilir.. Mühendisin TDK’deki tanımı ise şöyle: « İnsanların her türlü ihtiyacını karşılamaya dayalı yol, köprü, bina gibi bayındırlık; tarım, beslenme gibi gıda; fizik, kimya, biyoloji, elektrik, elektronik gibi fen; uçak, otomobil, motor, iş makineleri gibi teknik ve sosyal alanlarda uzmanlaşmış, belli bir eğitim görmüş kimse.” (3)
Fikrimce tanımdan ve yukardaki açıklamalardan şu sonucu çıkarabiliriz; doğal bir olay olur, bilim adamı merak eder araştırır, mühendis bu doğa olaylarını ve araştırılan gerçekleri model alarak insan hayatını kolaylaştıracak yapılar oluşturur. Tarihin ilk uygarlıklarından günümüze, bilim ve mühendislik birlikte çalışarak toplumun ihtiyaçlarını çok büyük bir oranda karşılamayı başarmıştır. Geçmişe yönelik birçok ihtiyacın karşılanmış olmasına rağmen günümüzde teknolojinin ilerlemesi ve dünyanın değişmesi nedeniyle ihtiyaçlar bitmemiş, aksine artmıştır. Dolaysıyla bilim ve mühendislik bir yandan ihtiyaçları gideren, bir yandan da yeni ihtiyaçların doğmasına neden olan bir kısır döngü halinde birbirini beslemektedir. Bilime ve mühendisliğe olan bu ihtiyacın hiç bitmeyecek olması, bu alanlarla ilgilenecek insanlar olan ihtiyacı da arttırmaktadır. Bu insanların ihtiyacı olan şeyse salt yeteneğin yanı sıra kalifiye bir eğitimdir. Bu noktada, esas sorun bu eğitimin nasıl olması gerektiğidir.
Türkiye’de bir mühendis adayının ilköğretimden üniversite öğrenimine kadar ne tarz bir eğitim sürecinden geçtiğini kendi serüvenimi örnek göstererek anlatacağım. Ben ve dönemdaşlarım ilköğretim 1. sınıftan itibaren teste dayalı bir sınav sistemi içinde olduk, yeteneklerimiz göz önüne alınmadan aynı sınavlara tabi tutulduk. Araştırmaktan ziyade testte çıkacak sorulara cevap verecek kadar yeterli bilgiyi ezberledik durduk dolaysıyla merak etmeyi, düşünmeyi öğrenmedik. Ben mühendis bir babanın kızı olarak, mühendislerin düşünce yapısına alışık olarak büyümüş olmama rağmen üniversiteye geldiğimde teste dayalı eğitimden çıkıp, araştırıp öğrenmeye dayalı eğitime girince bir bocalama yaşadım. Üniversite öncesi eğitimin vahim sonucu öğrenci üniversiteye geldiğinde zararlarını hissediliyor öğrencilerin bocalamalarına neden oluyor. Peki ya mühendislik fakültesinde öğrencilerin, insanların ihtiyaçlarını giderebilecek birer mühendis olması için gerekli ve yeterli bilgi, doğru yöntemlerle aktarılıyor mu?
Beni çok etkileyen, büyük saygı duyduğum hocam Doç. Dr. Ahmet Koltuksuz bir konuşmasında şöyle belirtmişti: « Bir mühendisin alanıyla ilgili bir problemi çözebilme yetisine sahip olması için matematik, fizik gibi temel bilimlere hâkim olması gerekir, çünkü problemlerin çözümü teorinin uygulamaya dökülmesiyle mümkündür.” Mesleki eğitim hayatım boyunca karşıma çıkan problemlerde gördüğüm üzere hocamın çok haklı olduğunu düşünmemek olanaksız. Mühendislik öğrencisinin temel bilimlere hakim olması hayati önemdedir. Ancak çoğu üniversitede mühendislik öğrencilerine analiz, doğrusal cebir gibi temel dersleri Matematik bölümü hocaları, fizik derslerini fizik bölümü hocaları, istatistik derslerini ise istatistik bölümü hocaları vermektedir. Dolaysıyla verdikleri dersler öğrencinin ihtiyacı olan şey olmasına rağmen bu derslerde sadece teorik bilgi verilip bunlar mühendislikle ilişkilendirilmediği için somut faydası görülemiyor. Yani daha açık bir dille söyleyecek olursak, örneğin mühendislik öğrencisine Fen-Edebiyat Fakültesi hocası tarafından verilen teorik analiz dersi öğrencinin analiz ve mühendislik arasında bağ kurması amacını yerine getirmiyor.
Dikkat çekilebilecek başka bir konu ise mühendislik fakültelerimizde teori ve pratik derslerinin ağırlıklarıdır. Mühendislik tamamen pratiğe dayalı bir meslek olmasına rağmen ülkemizdeki çoğu mühendislik fakültesinde pratiğe gereken önem verilmiyor. Ders programlarında teori derslerinin pratiğe oranı 3/2 olarak gözükse de ders değerlendirmesinde pratiğin teoriye göre çok gerilerde kaldığını görüyoruz. Bu da yine aynı lise eğitimindeki gibi, öğrencilerin araştırmaktansa ezberlemeye yönelmesi gibi üniversitede iş yapmayı öğrenmektense dersten geçmek için teoriyi ezberlemeye itiyor. Böylece iş yapmayı bilmeyen fakat teorik birikime sahip mühendisler piyasaya çıkmış oluyor. Gerçi, ülkemizde gerçek anlamda mühendislik açısından bir üretim olup olmadığı da tartışmalı bir konudur, ama acaba üretim olmadığı için mi pratiğe dayalı eğitim yapılmıyor yoksa pratiğe dayalı eğitim yapılmadığı için mi üretim yapılamıyor bilinmez(!) ve başlı başına bir tartışma konusudur.
Bir öğrenci olarak beni en çok endişelendiren konu ise akademisyen olmayı seçen örencilerin (bu durum elbette sadece mühendislik için değil bütün bölümler için geçerli) ne seçtiklerini tam olarak bilmemeleri ya da istemeden seçmeleridir. Akademisyenlerin görev tanımı içerisinde araştırma yapmak, gözlem ve deneyler yapmak, bilimsel çalışmalarda bulunmak,bilgi birikimini ve yaptığı çalışmaları öğrencileriyle paylaşmak bulunur. Fakat ne yazık ki ülkemizde akademisyen olmayı seçen birçok kişi bu işi yalnızca bir meslek olarak görüyor. Yani para kazanılacak bir kapı sadece! Hatta unvan kavgası da buna bir kanıt oluşturuyor, örneğin Amerika’da bir araştırma görevlisi doktorasını aldıktan sonra ünvanı önemsemiyorken, ülkemizde bu tıpkı devlet dairelerindeki memurların terfi etmesi durumuna gelmiştir. Akademisyenlerimiz «terfi etmek” için motor hızında akademik makale yayınlıyorlar. Oysaki fikrimce, akademisyenlik, bilim adamı olmak, bir meslek değil bir yaşam tarzı olarak görülmelidir. Bilgi üretmek ürettiklerini aktarmak yalnızca para kazanmak için yapılamaz, para kazanmaktan çok daha ulvi bir iştir. İşte ancak bu düşünce yapısına sahip insanların yetiştirdiği öğrenciler yukarda bahsettiğim kalifiye eğitimi almış olurlar.
Tabi ki ülkemizdeki mühendislik eğitimi baştan aşağı yanlış değil. Fakat iyi yanlarımızdan bahsedip övünmektense, eksikliklerimizi dile getirip bunları onarmanın bizi daha iyiye götüreceğine inanıyorum. Sözlerimi Charles Darwin’in bir sözüyle bitirmek isterim : «Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. ‘Tavuk Toplum’, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan alınan yumurtalarının farkında bile olmaz.”
Kaynaklar
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.510993d2b0e377.95308848
http://www.acikders.org.tr/pluginfile.php/321/mod_resource/content/0/odevler/Bilim_Nedir.pdf
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.510999bd65dc50.82004933

Bilim kavramı Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından “Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi.”, “Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.”, “Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.” şeklinde tanımlanmaktadır. (1) Fakat tanımından ziyade bilime neden ihtiyaç duyulduğu ve bu ihtiyacın nasıl olduğunu anlamanın daha büyük bir anlam ifade ettiğini düşünmemek olanaksız. Doğa olaylarını(Fiziksel, Kimyasal, Sosyolojik, Psikolojik…) bilmek insanın en büyük ihtiyacı olmuştur tarih boyunca. İnsanlar bu olayları bilmenin yanı sıra, meydana gelen olaylar sonucu oluşan olanakları kullanmayı, riskleri ise ortadan kaldırmayı kendine görev edinmiştir.(2) İşte mühendislerin görevi bu çerçevede ele alınabilir.. Mühendisin TDK’deki tanımı ise şöyle: « İnsanların her türlü ihtiyacını karşılamaya dayalı yol, köprü, bina gibi bayındırlık; tarım, beslenme gibi gıda; fizik, kimya, biyoloji, elektrik, elektronik gibi fen; uçak, otomobil, motor, iş makineleri gibi teknik ve sosyal alanlarda uzmanlaşmış, belli bir eğitim görmüş kimse.” (3)

Fikrimce tanımdan ve yukardaki açıklamalardan şu sonucu çıkarabiliriz; doğal bir olay olur, bilim adamı merak eder araştırır, mühendis bu doğa olaylarını ve araştırılan gerçekleri model alarak insan hayatını kolaylaştıracak yapılar oluşturur. Tarihin ilk uygarlıklarından günümüze, bilim ve mühendislik birlikte çalışarak toplumun ihtiyaçlarını çok büyük bir oranda karşılamayı başarmıştır. Geçmişe yönelik birçok ihtiyacın karşılanmış olmasına rağmen günümüzde teknolojinin ilerlemesi ve dünyanın değişmesi nedeniyle ihtiyaçlar bitmemiş, aksine artmıştır. Dolaysıyla bilim ve mühendislik bir yandan ihtiyaçları gideren, bir yandan da yeni ihtiyaçların doğmasına neden olan bir kısır döngü halinde birbirini beslemektedir. Bilime ve mühendisliğe olan bu ihtiyacın hiç bitmeyecek olması, bu alanlarla ilgilenecek insanlar olan ihtiyacı da arttırmaktadır. Bu insanların ihtiyacı olan şeyse salt yeteneğin yanı sıra kalifiye bir eğitimdir. Bu noktada, esas sorun bu eğitimin nasıl olması gerektiğidir.

Türkiye’de bir mühendis adayının ilköğretimden üniversite öğrenimine kadar ne tarz bir eğitim sürecinden geçtiğini kendi serüvenimi örnek göstererek anlatacağım. Ben ve dönemdaşlarım ilköğretim 1. sınıftan itibaren teste dayalı bir sınav sistemi içinde olduk, yeteneklerimiz göz önüne alınmadan aynı sınavlara tabi tutulduk. Araştırmaktan ziyade testte çıkacak sorulara cevap verecek kadar yeterli bilgiyi ezberledik durduk dolaysıyla merak etmeyi, düşünmeyi öğrenmedik. Ben mühendis bir babanın kızı olarak, mühendislerin düşünce yapısına alışık olarak büyümüş olmama rağmen üniversiteye geldiğimde teste dayalı eğitimden çıkıp, araştırıp öğrenmeye dayalı eğitime girince bir bocalama yaşadım. Üniversite öncesi eğitimin vahim sonucu öğrenci üniversiteye geldiğinde zararlarını hissediliyor öğrencilerin bocalamalarına neden oluyor. Peki ya mühendislik fakültesinde öğrencilerin, insanların ihtiyaçlarını giderebilecek birer mühendis olması için gerekli ve yeterli bilgi, doğru yöntemlerle aktarılıyor mu?

Beni çok etkileyen, büyük saygı duyduğum hocam Doç. Dr. Ahmet Koltuksuz bir konuşmasında şöyle belirtmişti: « Bir mühendisin alanıyla ilgili bir problemi çözebilme yetisine sahip olması için matematik, fizik gibi temel bilimlere hâkim olması gerekir, çünkü problemlerin çözümü teorinin uygulamaya dökülmesiyle mümkündür.” Mesleki eğitim hayatım boyunca karşıma çıkan problemlerde gördüğüm üzere hocamın çok haklı olduğunu düşünmemek olanaksız. Mühendislik öğrencisinin temel bilimlere hakim olması hayati önemdedir. Ancak çoğu üniversitede mühendislik öğrencilerine analiz, doğrusal cebir gibi temel dersleri Matematik bölümü hocaları, fizik derslerini fizik bölümü hocaları, istatistik derslerini ise istatistik bölümü hocaları vermektedir. Dolaysıyla verdikleri dersler öğrencinin ihtiyacı olan şey olmasına rağmen bu derslerde sadece teorik bilgi verilip bunlar mühendislikle ilişkilendirilmediği için somut faydası görülemiyor. Yani daha açık bir dille söyleyecek olursak, örneğin mühendislik öğrencisine Fen-Edebiyat Fakültesi hocası tarafından verilen teorik analiz dersi öğrencinin analiz ve mühendislik arasında bağ kurması amacını yerine getirmiyor.

Dikkat çekilebilecek başka bir konu ise mühendislik fakültelerimizde teori ve pratik derslerinin ağırlıklarıdır. Mühendislik tamamen pratiğe dayalı bir meslek olmasına rağmen ülkemizdeki çoğu mühendislik fakültesinde pratiğe gereken önem verilmiyor. Ders programlarında teori derslerinin pratiğe oranı 3/2 olarak gözükse de ders değerlendirmesinde pratiğin teoriye göre çok gerilerde kaldığını görüyoruz. Bu da yine aynı lise eğitimindeki gibi, öğrencilerin araştırmaktansa ezberlemeye yönelmesi gibi üniversitede iş yapmayı öğrenmektense dersten geçmek için teoriyi ezberlemeye itiyor. Böylece iş yapmayı bilmeyen fakat teorik birikime sahip mühendisler piyasaya çıkmış oluyor. Gerçi, ülkemizde gerçek anlamda mühendislik açısından bir üretim olup olmadığı da tartışmalı bir konudur, ama acaba üretim olmadığı için mi pratiğe dayalı eğitim yapılmıyor yoksa pratiğe dayalı eğitim yapılmadığı için mi üretim yapılamıyor bilinmez(!) ve başlı başına bir tartışma konusudur.

Bir öğrenci olarak beni en çok endişelendiren konu ise akademisyen olmayı seçen örencilerin (bu durum elbette sadece mühendislik için değil bütün bölümler için geçerli) ne seçtiklerini tam olarak bilmemeleri ya da istemeden seçmeleridir. Akademisyenlerin görev tanımı içerisinde araştırma yapmak, gözlem ve deneyler yapmak, bilimsel çalışmalarda bulunmak,bilgi birikimini ve yaptığı çalışmaları öğrencileriyle paylaşmak bulunur. Fakat ne yazık ki ülkemizde akademisyen olmayı seçen birçok kişi bu işi yalnızca bir meslek olarak görüyor. Yani para kazanılacak bir kapı sadece! Hatta unvan kavgası da buna bir kanıt oluşturuyor, örneğin Amerika’da bir araştırma görevlisi doktorasını aldıktan sonra ünvanı önemsemiyorken, ülkemizde bu tıpkı devlet dairelerindeki memurların terfi etmesi durumuna gelmiştir. Akademisyenlerimiz «terfi etmek” için motor hızında akademik makale yayınlıyorlar. Oysaki fikrimce, akademisyenlik, bilim adamı olmak, bir meslek değil bir yaşam tarzı olarak görülmelidir. Bilgi üretmek ürettiklerini aktarmak yalnızca para kazanmak için yapılamaz, para kazanmaktan çok daha ulvi bir iştir. İşte ancak bu düşünce yapısına sahip insanların yetiştirdiği öğrenciler yukarda bahsettiğim kalifiye eğitimi almış olurlar.

Tabi ki ülkemizdeki mühendislik eğitimi baştan aşağı yanlış değil. Fakat iyi yanlarımızdan bahsedip övünmektense, eksikliklerimizi dile getirip bunları onarmanın bizi daha iyiye götüreceğine inanıyorum. Sözlerimi Charles Darwin’in bir sözüyle bitirmek isterim : «Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. ‘Tavuk Toplum’, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan alınan yumurtalarının farkında bile olmaz.”


Kaynaklar

http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.510993d2b0e377.95308848

http://www.acikders.org.tr/pluginfile.php/321/mod_resource/content/0/odevler/Bilim_Nedir.pdf

http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.510999bd65dc50.82004933

Bunları da sevebilirsiniz