Çevresel Kirlenme ve Sağlığımız (2)

Çevremizde bulunması olası kirleticiler pestisitlerle sınırlı değildir; büyük oranda istem ve bilinç dışında (bazı durumlarda teknik ve bilimsel yetersizlik çevreye kimyasal sızıntısının farkedilmemesine neden olabilmektedir) insanların endüstride, temzlikte, ısınmada vb. kullandığı her türlü kimyasal madde çevreye yayılabilmektedir. Böyle bir durumda olayı kontrol altına almak ve zararlı etkileri önlemekle yükümlü bir görevli olduğunuzu düşünün; yapmanız gereken öncelikleri belirlemek, yapılması gerekenleri eldeki imkânlara göre bu önceliğe göre sıraya koyarak en riskli durumu en önce durdurmaya çalışmanızdır doğal olarak. Gerçekte de çevresel kirlilik sorunu uluslararası boyutta bu şekilde ele alınmaktadır; insan sağlığı ve çevrenin genel olarak kalıcı organik kirletici (POP; persistent organic pollutant) olarak adlandırılan bu kimyasallardan korunması amacıyla Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), KOK’lara ilişkin olarak Stockholm Sözleşmesi’ni hazırlamıştır. Toksisite potansiyelinin yüksekliği ve çevrede kalıcılığına göre kirleticiler için bir öncelik sırası belirlenmiş ve 2001 yılında «kirli düzine” (dirty dosen) adıyla en önemli 12 madde tanımlanmıştır. Bunlardan sekizi pestisit, ikisi endüstriyel kimyasal ve diğer ikisi de istem dışı oluşan endüstriyel yan ürünlerdir. 2009 yılında yüksek toksisite potansiyelleri nedeniyle bunlara 9 farklı madde daha eklenmiştir. Kalıcı organik kirleticiler konusundaki Stockholm Sözleşmesi, Mayıs 2001’de kabul edilmiş ve sonrasında Türkiye dahil 172 ülke tarafından imzalamıştır. 17 Mayıs 2004’te sözleşme ile toplam 21 kirletici maddenin üretimi, kullanımı, ithali ve emisyonlarının yasaklanması, atık ve stoklarının yönetimi ile 2025 yılına kadar ortadan kaldırılmaları, taraf olan ülkelerin yükümlülükleri arasında kabul edilmiştir.

OCP’ler Türkiye’de 1982’de DDT ile başlayarak en son 2009 yılında endosülfan olmak üzere tamamen yasaklanmışlardır. Ancak ülkemizde ve dünyada sorun, yasaklanma öncesi kullanılan bu maddelerin çevrede canlı ve cansız ortamlardaki kalıcılıkları nedeniyle sürmekte ve hem çevre, hem de insan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri devam etmektedir. ABD’de ülkemize kıyasla 10 yıl daha erken yasaklamasına karşın örneğin DDT insanlardan alınan kan ya da doku yağ örneklerinde halen saptanabilmektedir. İnsan ya da hayvanda yağ dokusunda biriken kirleticiler nispeten etkisizleşmiş anlamına gelmektedir. Çünkü yağ dokuda kan dolaşımı hemen hemen sıfıra yakın olduğundan kirletici burada uzun süre kalır. Ancak, örneğin diyette olduğu gibi hızlı kilo verilmesi durumunda birden yüksek miktarda kirletici serbest kalarak kan dolaşımı yoluyla diğer organlara ulaşabilir ve ani toksisiteye neden olabilir. Uzun mesafeler boyunca göç eden kuşlar arasındaki ani ölümlerin, bu efor sırasında ani kilo kaybı nedeniyle yağ dokudaki kirleticilerin kan dolaşımına birden girmesi nedeniyle olduğu düşünülmektedir.

Kalıcı organik kirleticiler konusunda ülkemiz açısından önemli olan ve araştırılması gereken konu, su, kara ve havada söz konusu kirliliğin boyutlarıdır. Ülkemiz bu açıdan şanslı sayılabilecek durumdadır, üniversitelerimiz tarafından ülkenin hemen her yerinde bu tür analizler yapılmakta ve sonuçlar uluslararası geçerliliği olan bilimsel dergilerde yayınlanarak bilim dünyasının dikkatine sunulmaktadır. Bu yayınlarla durumun ortaya konmasının, merakın giderilmesinin çok ötesindeki işlevi, ülkemiz ve çevresel kirlilikle ilgili yapılabilecek olan ve gerçekte de yapılan bir takım lehte ve aleyhte spekülasyonların önüne geçilmesidir. Bunun bir örneği 2000’li yılların başlarında Ege Denizinde yer alan Yunan adalarında su kuşlarının yumurtalarında yapılan kirletici analizlerinde kirliliğin olası nedeni olarak Türkiye kıyılarından Ege Denizi’ne dökülen Büyük Menderes Nehri’nin gösterilmesidir. Söz konusu bilimsel yayında kaynak olarak Türkiye’de bir vakıf tarafından yayınlanan yıllık gösterilmektedir. Yıllığın incelenmesi sonucunda gerçekten de B. Menderes Nehri’nin yüksek oranda kirletici içerdiği söylenmekte, ancak bu iddia için herhangi bir bilimsel kaynak gösterilmemektedir. Aynı nehirde son yıllarda yapılan ve sonuçları uluslararası bilimsel dergilerde yayınlanmak üzere olan bir çalışmada B. Menderes’te bu kirleticilerin miktarının çok az olduğu ve iddiaların geçerli olmadığı gösterilmiştir.

Ülkemizde yapılan benzer çalışmalarda çevresel kirleticilerin nispeten düşük miktarda bulunması, ABD ve Batı Avrupa ülkelerine göre ülkemizin daha geç endüstrileşmesi ve dolayısla söz konusu kimyasalların nispeten az miktarda ve kısa süreyle kullanılmış olmasıdır.

Sonuç olarak her konuda olması gerektiği gibi, çevresel kirlilik konusunda da güvenilir bilimsel verilere dayalı yorumlar ve analizler yapılmalıdır. Ancak bu şekilde doğru ve güvenilir sonuçlara ulaşılabilir ve hem çevre, hem de ona sıkı sıkıya bağlı olarak insan sağlığının korunması sağlanabilir.

Bunları da sevebilirsiniz