Ortadoğu Basınında Türkiye 2

ELIAS HARFOUSH
08 Ocak 2012

Türk Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Tahran’a ziyaretini Ankara’nın Arap ayaklanmalarına destek konusunda oynadığı ve de hala oynamayı arzuladığı rolüyle kıyasladığımızda nasıl bir yere oturtabiliriz?

Davutoğlu ülkesinin «sıfır sorun” dış politikasının yaratıcısıdır ki bu politika ülkesi ve en yakın komşuları, özellikle de Irak, Suriye ve İran için daha çok soruna yol açmıştır. Davutoğlu Tahran’ı ziyaret ediyor; ne var ki Tahran batının rolü ve çıkarlarının bir uzantısı ve uygulaması olarak gördüğü Türkiye’nin bölgedeki rolüne karşı olan bir grup ülkeye daha yeni başkanlık etmişti. Bunun sebebi Tahran’ın Arap baharı sonucu ortaya çıkan rejimlere destek olma özlemini bu «Neo-Osmanlıların” elinden almaya çalıştığı hissine kapılmış olmasıdır. İran’ın Devrim Muhafızlarından Kudüs Gücü’nün komutanı Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da ve Yemen’deki bu rejimleri «yeni İranlar” olarak tanımlamadı mı? Bunu söylerken elbette liderleri Seyit Ali Hamanei’nin daha önce Arap ayaklanmalarının İran devriminin 30 yıl gecikmeli bir taklidi olduğu söylemine bir gönderme yapıyordu.

O zaman Davutoğlu, Arap devrimlerine Ankara ve Tahran’ın liderlik etmesi konusunda ve de her iki başkentin bölgedeki rolüne ilişkin bu rekabete nasıl bir çözüm bulabilir? Bu ikisi arasında bir rekabet var: bir taraf Arap ayaklanmalarını tıpkı AKP’nin Türkiye’de yaptığı gibi, Arap İslamcı partilerin gücün dönüşümüne saygı gösteren ve temiz seçimlere değer veren çoğulcu bir demokrasi politikasına bağlı kalarak uygulamalarını modernleştirmesi olarak görüyor; diğer taraf ise Arap rejimlerinin düşüşünü «uluslar arası adaletsizliğe” karşı direnç politikasının bir zaferi olarak görüyor. İkinci tarafın inancı son dönemde Tunus, Kahire, Trablus ve Sana’da ortaya çıkan hükümetlerin yalnızca iç koşullarını düzeltmekle uğraştıkları gerçeğini saklasa da, bu batıya karşı direnç yönünde görüşe sahip analistlerin «doğru” bildiklerinde ısrar etmelerini engellemiyor. O da batı güneşinin etkisinin Arap dünyasında inişe doğru yol aldığıdır.

Davutoğlu bölgede «mezhep kaynaklı bir soğuk savaş” ya da daha belirgin olarak Suniler ve Şiiler arasındaki bir savaştan endişe duyduğunu söylüyor. «Sıfır sorun” politikasını her zamanki gibi ileri götürme metoduyla böyle bir savaşı söndürme işini İranlılarla birlikte paylaşmaya çalışıyor. Prensipte bu asil bir amaç. Ancak Türk dış işleri bakanının gözleri madem iyi görüyor etrafına iyi baksın ki bu savaşın gerçekte varoluşunun arkasındaki sebepleri net bir şekilde görsün (ve ne yazık ki artık savaş soğuk değil). Bu, sokaklarında kan dökülmeden önce sözde «ulusal birlik” için Amerika’nın ayrılmasını bekleyen Irak’ta da olabilirdi. Ya da Türklerle Katarlıların meyvesini vermeden bozulan bir antlaşmayı destekleme konusunda paya sahip oldukları Lübnan’da da olabilirdi. Ya da Suriye’de… İran burada rejim tarafından işlenen günlük cinayet eylemlerinin suçundan utanıyor. Öte yandan Türk başbakan ve dış işleri bakanı Suriye rejiminin ıslah olacağı konusundaki ümitlerini yitirdiklerini söylediler.

Bu bir kez daha bizi Davutoğlu’nun Tahran’a ziyaretiyle ne başarabileceği sorusuna getiriyor. Olup biten her şeyden sonra hala bu iki başkent arasında bir nüfuz bölüşümü var mı? Yoksa bu Türkiye’nin Araplar tarafından Ankara’nın Suriye krizinde oynadığı rol karşısında gösterilen ihtiyatlı tutumdan bıktığı mesajı mı? Yoksa Tahran ile bu krizden çıkış konusunda bir anlaşmaya varmanın her biri kendi tercihleri, çıkarları ve hedefleri olan 22 Arap ülkesiyle bir anlaşma yapmaktan daha faydalı ve gerçekçi olabileceğine inandığı mesajı mı?

(Elias Harfoush Dar al-Hayat’ın önde gelen köşe yazarlarındandır. Bu makale ilk olarak bu dergide 6 Ocak 2012’de yayınlanmıştır).

Çeviren: Alev Balcı

http://english.alarabiya.net/views/2012/01/08/187110.html

Bunları da sevebilirsiniz