Kıbrıs’ta Aklıselim Hırpalanırken

Tarihin her döneminde göçler ve sorunlar adası olmuş Kıbrıs’ta sular yine durulmuyor. Her daim şu ya da bu şekilde istikrarsızlığın ve güven ortamından uzak bir sosyal hayatın -şüphesiz ekonomik hayatın da- hüküm sürdüğü adanın özellikle kuzeyinde bu sefer bir pankart krizi patlak verdi. Kıbrıs Türkleri için son derece önemli bir gün olan ve İngilizlerin tarafgir yaklaşımlarını protesto etmek için 58 yıl önce yine aynı Lefkoşa sokaklarında toplanıp gösteriler yaptıkları ve 8 masum Kıbrıs Türkünün de İngiliz askerleri tarafından öldürüldüğü günün 53. yıldönümü olan 28 Ocak 2011 günü düzenlenen ve başta sol tandanslı eski iktidar partisi CTP-BG ve ÖRP ile TDP tarafından desteklenen, merkez sağ çizgideki Serdar Denktaş’ın ve partisi DP’nin de katıldığı «Toplumsal Varoluş” isimli miting Türkiye ile KKTC arasında uzun süredir devam eden gerginliği gizlenemeyecek ve çok da şık olmayan ölçüleriyle ortaya çıkardı. Pankartla başlayan ve özellikle KKTC’de toplumun neredeyse hiçbir kesimi tarafından tasvip edilmeyen, Türkiye’de iktidardaki siyasi erkin başı tarafından aşağılayıcı ve devlet üslubuna pek de uymayan bir öfkeyle tepki gösterilen olay gerek Türkiye’nin ve KKTC’nin iç siyaseti, gerekse uluslararası boyutu anlamında pek çok farklı noktadan irdelenmesi gereken bir atölye çalışmasıdır esasında. 15-30 bin arasında katılımcının bulunduğu söylenen mitingdeki o pankart, adanın ve özellikle de KKTC’nin siyasi alandaki yerini de bütün açıklığıyla ortaya çıkarmış durumdadır. Mitingi düzenleyenler tarafından nüfusun neredeyse 1/5’i olarak değerlendirilen katılımcılar böylece Türkiye oranlamasında 15 milyon civarındadır ki bu rakam Kahire’de Tahrir Meydanı’nı dolduranların da 100 katı civarındadır.
Kıbrıs’ın iç işlerine Müdahale
Özellikle 1974 sonrasında başlayan ve günümüze kadar Akdeniz’in her iki yakasındaki farklı iktidarlar döneminde de devam ettirilen KKTC’nin içişlerine karışma ve dayatmacı bir politika izleme alışkanlığı Kıbrıs Türkleri tarafından hiçbir zaman kabul görmemiş ve halk iradesine saygısızlık olarak adlandırılmıştır. Bu gerilimin son halkası adada son derece sevilen ve saygı duyulan büyükelçinin hiç de şık olmayan bir üslupla görevden alınarak Kıbrıs Türkleri hakkında sarf ettiği yakışıksız ifadeler gazetelere de yansıyan maiyetindeki TC Yardım Heyeti Başkanı’nın bu makama getirilmesidir. Öte yandan bu durum Cumhuriyet Meclisi’nde temsil edilen bütün siyasi partiler tarafından büyük bir olgunlukla karşılanmasına ve Türkiye’nin iç işi ve takdiri olarak değerlendirilmesine rağmen bir yandan da adada dayatmacı bir yaklaşım ve ilişkileri gerginleştirecek bir girişim olarak kabul görmüştür.
Öte yandan KKTC’ye baktığımızda karşımıza çıkan ilk görüntü toplam altı üniversite ile neredeyse ABD’den sonra metrekareye en çok okumuş yazmış insan düşen ülke olduğudur. İstihdam imkânının ekonomik doygunluk ve nüfusun 1/3’ünün memur olması nedeniyle sıfır olduğu ülkede üniversite mezunugençlerin hemen hemen tamamı ya doktora eğitimi yapmakta, ya da en azından bir yüksek lisans derecesine sahip olmaktadır. Bu kadar yüksek okuma yazma oranı ve eğitim standardı olan ülkede itfaiye teşkilatından sivil savunmaya, polis örgütünden din işlerine kadar devletin neredeyse bütün kurum ve kuruluşları Türkiye tarafından idare edilmekte ve buradan gönderilen yöneticiler tarafından idare edilmektedir. Kâğıt üzerinde de olsa sadece Türkiye tarafından tanınan KKTC’nin uluslararası ambargo ve izolasyonlarla iyice dibe vuran ekonomik hayatı, özellikle 1980’li yıllarda Özal hükümetleri tarafından ortaya atılan yanlış ekonomik politikalarla iyice felç olurken bu durum küçük ölçekli sanayi tesislerinin kapanmasına, merdiven altı dikiş atölyelerinin iflas etmesine, Asil Nadir gibi Kıbrıs’a yatırım yapan bir işadamının başta Balkanlar, Ortadoğu ve Türkiye olmak üzere bütün pazarın ihtiyacını karşılayan narenciye işleme tesisi Cyprex’in elden çıkmasına ve KKTC’nin tam anlamıyla bir memur devleti olmasına neden olmuştur. Bugün gelinen noktada adaya tepeden tırnağa yaklaşımı ekonomik değil, politik kaygıları ve beklentileri olan Türkiye’nin yönlendirmesi, desteği ve oluruyla bu hale gelen KKTC’nin ekonomik olarak artık bu hantal yapıyı kaldıramamasının belki de en son sorumlusu Kıbrıs Türkleri olacaktır.
Kıbrıs’ta açmaza giren sorunlar
Ülkenin sosyo-ekonomik yapısındaki perişanlık, bugüne kadar bununla ilgili olarak radikal ve rasyonel tedbirlerin alınmaması, özellikle Annan Planı döneminde büyük vaatlerle iktidara gelen ve büyük umut bağlanan Sayın Mehmet Ali Talat ve o dönemki partisi CTP’nin elinden bir şey gelmemesinin ardından iktidar koltuğuna geçen UBP’nin de ekonomik rasyonalizasyonla halkın tepkisi arasında sıkışıp kalmış durumu sıkıntıyı daha da arttırmış, halkın umutsuzluğunu perçinlemiş, ekonomik özgürlük mü yoksa hürriyet mi ikilemi kafalarda soru işaretleri yaratmıştır. Maliye Bakanı Ersin Tatar tarafından KKTC’nin IMF’si olarak isimlendirilen Türkiye’nin yanlış politik hamleleri sonrasında taksi şoförlerinden öğretmenlere, hayvancılardan çiftçilere kadar toplumun farklı katmanlarının zaman zaman Cumhuriyet Meclisi’ni basmaya kadar vardırdıkları eylemlerin temelinde ekonomik yapının çarpıklığı, istikrarsızlık, hayat pahalılığı, gündelik siyasetle idare edilmeye çalışılan devlet düzeni yanında bağımsız bir devlet olamamanın ve neredeyse Türkiye’nin 82. vilayeti gibi görülmenin getirdiği stres ve psikolojik baskı da vardır. Yapısal reformlardan uzak, çerçevesi belirlenmiş ve acı da olsa sıkı sıkıya uygulanan bir istihdam stratejisinden bihaber, tasarruf kavramının pek dillendirilmediği, ayrıca mali disiplin kaygısı taşımayan hantal devlet yapısıyla artık hareket güçlüğü çeken KKTC’de UBP hükümetinin imzaladığı ve arkasında olduğunu belirttiği son ekonomik protokolle maaşı 3 bin liranın üzerinde olan emeklilerden vergi kesilmeye başlanması, adada 13. maaş uygulamasına son verilecek olması ve Kıbrıs Türk Havayolları gibi bir devlet kuruluşunun da siyasi çürümeye kurban giderek batması insanları kazanılmış haklarından vazgeçmeye ve o güne kadar alışık oldukları ekonomik rahattan uzaklaştırmaya yönelik olarak değerlendirilmiş ve kabul edilemez bulunmuştur. Esasında, o gün açılan malum pankart dışında ülkenin yerle yeksan olmuş ekonomisini, Türkiye’ye ‘tam bağımlılığını’ ve sosyoekonomik yapısını eleştirenler ve orada dile getirilenler konusunda hiç kimsenin itirazı bulunmamaktadır ve toplum adada bu bağlamda asgari müşterekte buluşmuş durumdadır.
Ülkede 37 yıldır çözümlenemeyen susuzluk sorunu (2014 itibarıyla Anamur-KKTC denizaltı su hattının tamamlanması beklenmektedir.), Teknecik elektrik santrali vasıtasıyla elektrik üretilmeye çalışılması ve Rumların insafına kalan altyapı, Türkiye’ye sadece 70 kilometre mesafedeki ülkede fiyatların anormalliği, yaşam standardının yüksekliği göz önüne alınmadan KKTC’nin Güney Kıbrıs yerine Türkiye ile mukayese edilmesi yanlışlığı sonrasında Başbakan Sayın İrsen Küçük’e alenen maaşının sorulması, ülke cumhurbaşkanı, başbakanı veya bakanlarının Ankara ziyaretlerinde adeta azarlanır gibi tavırlarla karşılanması, adaya gelen siyasilerin tehditkâr talimatlar vermesi, bugün gelinen noktada KKTC’ye sömürge valisi atar gibi yapılan hiç beklenmedik büyükelçi değişikliği doğaldır ki tepkileri de beraberinde getirmiştir. Öte yandan, adanın kuzeyinin tam anlamıyla bir fuhuş batağına saplanmış olması, Lefkoşa-Güzelyurt yolu dışında bugün Değirmenlik civarındaki dağlık bölgede de karanlık yapılanmaların ortaya çıkması, Kıbrıs Türklerine ekonomik anlamda hiçbir katkısı olmayan kumar sektörü ve tamamı Türk (Kıbrıs Türkleri değil) işadamlarına turizm amaçlı olarak verilen kredilerle ortaya çıkan turizm sektöründe de gelen turistlerin güneşi neredeyse havalimanından ayrılırken veya dönüşlerinde görebilmeleri ve bunun dibe vurmuş ekonomiye katkısının sıfır seviyelerinde bulunması, inanılmayacak şekilde bugün KKTC nüfusunun hala bilinmemesi ve adada kaçaklar (kaçak işçiler, yasadışı kişilikler, göçmenler, pasaportsuz gelerek adada kalan diğerleri, vb.) da dâhil olmak üzere yaşayanların sayısının Kıbrıs Türklerinden kat be kat fazla olduğunun bilinmesi de gerilimi tırmandıran faktörler arasındadır.
Kıbrıs’ı doğru algılıyor muyuz?
Türkiye’den bakıldığında küçük bir ilçe büyüklüğünde görülen ve adanın asli unsuru olduğu unutularak son derece yanlış algılamalarla küçümsenen KKTC’de anayasal yapı ve özellikle sendikacılık faaliyetlerinin Türkiye’dekinden çok daha farklı, esnek ve özgürlükçü bir tabana dayanması, Kıbrıs Türklerinin sosyal hayat ve düşünce yapılarının Batı tarzı bir eksende bulunması, siyasi yapıda devletin varlık sebebinin öncelikle insanları ön plana çıkarması ve koruma altına alması, miting ve gösterilerin yerleşik demokrasilerin yaşandığı ülkelerdekilerden farksız bir tarzda sergilenmesi, ayrıca belki de Türkiye için de hoş bir örnek olacak şekilde siyasilerin yaklaşımında ortaya koydukları son derece uzlaşmacı ve hoşgörülü yaklaşım (TDP Genel Başkanı Mehmet Çakıcı’nın ifadesiyle sert tartışmalardan sonra Meclis’ten çorbacıya birlikte gidilmesi) Türkiye’de çok da kolay anlaşılır paradigmalar gibi görünmemektedir.
1958-1974 sürecinde yaşanan acılardan, çadır kentlerden ve göçmen köylerinden sonra askeri zaferini siyasi yapıyla taçlandıran ve 15 Kasım 1983’ten bu yana bağımsız bir devlet olarak yaşamaya gayret eden KKTC’nin ayakta kalabilmesi için ekonomik yapısının da güçlenmesi gerekmektedir ve bu yoğunlaştırılan müzakere sürecinden Kıbrıs Rumlarıyla olan ikili ilişkilere ve adadaki egemenlik haklarına kadar pek çok hususta olmazsa olmaz şart olarak bilinmelidir. 13 Şubat 2011 tarihinde Cumhuriyet Meclisi’nde temsil edilen siyasi partilerin tamamının genel başkanları tarafından Ankara’da dile getirildiği üzere gerilimin asgariye indirilmesi, her iki tarafta akil adamlar vasıtasıyla sağduyunun hâkim olması, KKTC’nin kendi ayakları üzerinde sağlam durabilmesi için destek olunması, Serdar Denktaş’ın ifadesiyle balık tutmasını bilen insanların denizden küstürülmemesi, Türkiye ve KKTC dışında herkesin siyasi çıkarına uygun düştüğü belirtilen bu kavga ortamından bir an önce çıkılması gerekmektedir. Bu konunun Türkiye’de siyasi seçim malzemesi haline getirilmesi ve Haziran 2011 seçimlerine kadar milliyetçi söylemlerle oya tahvil edilecek şekilde uzatılması ne kadar tehlikeli ve yanlışsa, adada suni gerilim ortamları yaratarak Kıbrıs Türklerini Annan Planı’ndan daha kötü yeni bir plana zorlamak da bir o kadar risklidir. Akdeniz’de Rumların başta Mısır ve İsrail olmak üzere birçok ülkeyle Münhasır Egemen Bölge antlaşmaları imzalayarak Türkiye ve KKTC’yi köşeye sıkıştırmaya çalıştığı, aynı bölgede ve Ortadoğu coğrafyasında durulmayan suların yeni çatışmalara gebe olduğu, İsrail’in Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarıyla yeni işbirliği antlaşmaları yaptığı ve son olarak Nicholas Sarkozy’nin Club Med olarak adlandırılan Akdeniz İçin Birlik Projesi’ni yeniden ısıtmaya başladığı süreçte aklıselimin hâkim olması için herkesin elini taşın altına sokması gerekmektedir.