Filistin meselesinin bizzat kendisinin dünya ölçeğinde siyasal bir turnusol kâğıdı olduğunu ifade etmeye şüphe yok. Ancak bu yazı, Filistin meselesine değil bu mesele üzerine bizim nasıl davrandığımıza dair bir yorum yapmaya çalışacak.
Daha ilk günden itibaren İsrail ile Hamas arasında yaşanan çatışmaların katliam boyutuna dönüşmesi hepimizin bu meseleye kaçınılmaz olarak çok daha duygusal bir noktadan yaklaşmasını beraberinde getirdi. Buna bağlı olarak 1-2 gün içinde İsrail ve Filistin arasında keskin taraflar tutmak suretiyle yine kolaylıkla ikiye bölünmeyi başardık. Bakın burada “ikiye bölünmek” derken yalnızca ulusal alanı değil bizzat Kemalistlerin kendi arasında da bir bölünmeden bahsetmeye çalışıyorum. Siyasal İslamın Hamas sevdası ve Filistin davasını Arafat sonrası dönemde sahiplenmiş görüntüsü elbette tartışmaya oldukça kapalı bir dar alan protestosunun önüne geçmiyor. Ancak tam bu noktada hiçbir açıdan rasyonel olmayan bir yorumun ortaya çıktığını görüyoruz. Hamas’ın siyasal İslamı temsil ediyor olması ve üzerine hiç tartışılmadığı için Filistin halkını da aynı potada eriten düşüncesiz indirgemecilik kısa sürede İsrail’i sanki siyasal İslamla mücadele eder gibi göstererek olan biteni haklılaştırmaya çalışan bir yere evrildi. Bizzat Kemalistlerin ve/veya ulusalcı-milliyetçi eksende Türkiye-Azerbaycan-İsrail bayraklarının sosyal medyada hızlı bir biçimde paylaşıldığına tanıklık ettik. Öte yandan bu yetmiyormuş gibi “Filistin bizi sırtımızdan vurdu”, “Onlar da Yahudilere toprak sattı” ile başlayıp ölümü bir çeşit hak gören korkunç bir vicdan yoksunluğuna tanıklık ettik.
Bugünün Kemalizm yorumlarında Batı ile kurulan ilişkilerin daha doğrusu Batıcılığın derecesini tutturamayan ve buram buram oryantalizm kokan, siyasal İslamcılığı merkeze koyarak tüm Ortadoğu halklarını toptan bir “gericiliğe” mahkum bırakan ilginç çıkışlara tanıklık ediyoruz. Dilimizden düşürmediğimiz “emperyalizmle mücadele” türküsünü anglo-sakson bir realizme kurban ederken politik olarak nerede durduğumuzu tam olarak kestiremiyor olabiliriz. İsrail’in bölgedeki işgalci pozisyonunu meşrulaştıracak kadar ileri giden bu görüşlerin Atatürk’ün hangi dış politika yaklaşımı ile açıklanması gerektiği halen belirsizliğini korumaktadır.
Öte yandan Filistin meselesinde “anti-emperyalist” bayrağı yükseltirken yapılan soyutlama da Filistin’i politik olarak yekpare bir aktör gibi görmemize neden oluyor. Sosyalist kanat bu konuda daha açıklayıcı bir tutum sergiliyor ancak Filistin devletini ve Filistin halkını nasıl savunmamız gerektiği konusunda bizler hala soru işaretlerine sahibiz. Anti-siyonist ve sol bir tutum alırken Hamas’ın pozisyonunu es geçen bir kolaycılığı gözlemlemek mümkün. İşgal ve sıcak savaş elbette bazı hususları derinlikli konuşmayı engelliyor olabilir ancak sağlıklı bir tez üretebilmek için bu detayları gözden kaçırmamak gereklidir. FKÖ ve El-Fetih gibi Filistinli Arapların devrimci geçmişine yapılan vurgu yerinde olmakla birlikte 2023 yılı itibariyle bundan geriye neyin kaldığını da tespit etmek zorundayız. Ayrıca İsrail ile Hamas arasındaki ilişkiye dair pragmatik bir amnezi yaşamanın ne denli anlamsız olduğunu da görmemiz gerekir. Hamas’ın Arafat’a karşı İsrail’in elini kolaylaştıran bir aktör olarak siyaset sahnesine çıktığı gerçeğini terk etmezsek tablonun netliğini kaybetmesine de müsaade etmemiş oluruz. Öte yandan Filistinli Arapların yanında dururken İsrail’in anti-siyonist solundaki çıkışları da dikkate almak mecburiyetindeyiz. Eğer sol bir nostaljizm yapacaksak 1919-1948 yılları arasında faaliyet gösteren ve Yahudilerle Arapların birlikte mücadele ettiği Filistin Komünist Partisi’nin tarihine de selam durmak gerekir.
Dış politikadaki gelişmeleri iç siyasette yorumlamaya çalışırken ulusal alandaki seküler hassasiyetler üzerinden Filistin meselesini okumaya çalışmak başından itibaren vakit kaybıdır. Hastayı yanlış ilaçlarla tedavi edemezsiniz. Buradaki en büyük sorun halkları değil devleti daha doğrusu iktidarları merkeze alarak halkları iktidar karşısında edilgen bırakan katı realizmin yarattığı toptancı yaklaşımın sakatlığıdır. Dilimizden çıkmasa dahi çoğumuz meseleyi maalesef kimlik dinamikleri üzerine okuduğumuz için bunu bir Arap-Yahudi mücadelesi olarak görme eğilimimiz daha yüksek. Kemalistlere sirayet eden “Dünyayı Yahudiler yönetiyor” komploculuğu ile radikal İslamcı iktidarlara bakarak Batı’nın müdahalesini ehven-i şer gören iki uç görüş çoğu zaman bir arada yaşamaya çalışıyor. Bunun sonucunda da devletin tasarrufları yüzünden halkları mahkum eden ve bizi sürekli “Araplar” ve “Yahudiler” diye konuşmaya zorlayan kimlik siyaseti ve meselede hangi tarafın haklı olduğuna cevap arayan tuhaf bir inatçılık Filistin meselesindeki gri tonların yok olmasını, her iki taraftaki sorunların aynı anda görmezden gelinmesini ve iki toplum arasındaki ortaklıkların, bölgedeki barış ihtimallerinin, küresel bir dayanışma ağının nasıl örgütlenmesini gerektiğinin düşünülmesini de başından itibaren engellemiş oluyor.
Halkları kaderine terk edecek kadar, onları önemsiz birer rakama indirecek kadar duyarsız ve aşırı devlet merkezli bir yaklaşımın bugüne kadar hiçbir şey açıklamadığı ve olanın yalnızca masum sivillere olduğu bir süreçte Filistin halkının uğradığı zulme ses çıkarırken düşmanı kimliklerde değil, iktidarlarda aramamız gerektiğini hiçbir zaman unutmamak zorundayız. İnsanların ve toplumların yaşam haklarını savunmak için herhangi bir kimlik tespitine ihtiyaç duymayacak seviyede evrenselleşen bir aydınlanmacı tutumun Mustafa Kemal’in barış vizyonu ile daha yakın bir noktada durduğuna şüphe olmamalıdır.