Eric Hobsbawm’ın “Aşırılıklar Çağı” adını verdiği süreç sanki tüm hızıyla devam ediyor gibi… Soğukkanlılığı ve rasyonel bakış açısını yitirmiş, duygularıyla konuşmaktan memnun öfkeli kitlelerin siyaseti yönlendirmeye çalıştığı bir çağda yaşıyoruz. Farklı kesimlerin birbirini anlamaktan giderek uzaklaştığı, düşmanların varlığından dolaylı olarak memnun ve yalnızca kendi yankı odalarında görüş bildiren kanaat önderlerinin hezeyanlarından oluşan çevrelerin yönettiği tuhaf bir çağ…
Böyle bir zeminde yalnızca bugünü değil tarihi de konuşmanın ne denli zor bir durum olduğu üzerine tartışmak epey anlamsız. Bizi bu noktada esas ilgilendiren kısım ise yukardaki genel çerçeveye Türkiye’nin de dahil olması ve bu bağlamda Türkiye’deki tarih tartışmalarının da benzer bir eksende devam ediyor olmasıdır. Cumhuriyetin 100. yılına geldiğimiz süreçte asırlık bir muhasebe yapabilmenin imkanları henüz tam olarak inşa edilebilmiş değildir. Zira özellikle de 12 Eylül sonrası sürecin tırmandırdığı post-Kemalist hezeyanlarla birlikte ülkenin yakın dönem tarihinde iki ana yarık oluştuğunu söyleyebiliriz. Bunlardan biri geçmişin bakiyesini kendi politik meşruiyeti için sırtına yüklenmiş, Kemalizmin tarihsel ve siyasi bakiyesi üzerinde hegemonya sahibi olduğunu düşünen ve Atatürk’ü “kimselere bırakmayan” tutumdur. Bu tutumun kökenlerinde sınırları belli olmayan bir aidiyet hissinin Atatürk imgesi karşısında kitleleri ve bireyleri edilgenleştiren, Milli Mücadele dönemi anlatılarını seküler menkıbelere çeviren ve 23-38 arasını her anlamıyla düşünmeye kapatan rijit bir sekterlik bulunmaktadır. “Ulusalcılık” kavramının 2000’li yıllarla birlikte Kemalizme ikame edildiği süreçte bu tutumun çok daha katı bir hal aldığını görüyoruz. Kemalizme iktidar kanadından gelen öfkeyi gerekçe olarak gösterip onu olduğu yerde sabit bırakan ve kimsenin müdahale etmesine izin vermeyen aşırı korumacı bu tavır haklı gerekçelere sahip olmakla birlikte Kemalizmin bugününe dair konuşma fırsatını, “devrimci dönüşüm” imkanlarını da herkesin elinden almaktadır.
Bu tutumun tarih çalışmalarına yansıması ise benzer bir şekilde tarihte “kusursuzluk” arayan ve yalnızca post-Kemalist kanattan gelen saldırılara karşı yüzeysel bir savunmada kalan yaklaşımların güçlenmesidir. Bu tarihçiliğin iki yönü olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ilki “İnkılap tarihçiliği” başlığı altında Milli Mücadele döneminin belgeliğini arşivden alıp üzerinde hiçbir işlem yapmadan bize aktaran yeni dönem vakanüvizmdir. Elbette çeşitli isimleri ve kurumları tenzih ederek konuşmak gerekir. Ancak Cumhuriyet tarihçiliğinin ekseriyetinde benzer bir problem yaşandığını görüyoruz. Bu meseleyi merak edenler lisansüstü tezlerden yayınlanan makalelere kadar rahatlıkla bu taramayı yapabilirler. İkinci yönü ise popüler tarihçilik temelinde içinde ciddi ticari kaygılar da barındıran, özellikle de “iftiralara cevap” başlığı altında özetlenebilecek, olumsuz iddia sahiplerinin çoğunun akademik bir terbiye içinden gelmediği ve hiçbir bilimsel temeli olmayan zırvalara cevap yetiştirmeye çalışan çeşitli metinlerin ortaya çıkmasıdır. Yine başka bir yönden “kusursuzluk” mesajı veren popüler metinler maalesef yine akademik bir tutumdan ziyade okuyucuların duygularına daha fazla dokunan çalışmalardır. Bunların da bir kısmı sanki daha önce hiçbir şey yazılmamış gibi yazmaktan imtina etmeyen ve konu ile ilgili oldukça güçlü bir literatür olmasına rağmen pek bu taraflara dokunmayan (kasten ya da bilgisizlikten) metinlerdir. Bu tarz metinlerin ekseriyetinde yine yalnızca vakaya odaklandıklarını, sosyal bilimlerin diğer disiplinlerinden yararlanmadıkları için dar bir alanda ve oldukça az malzeme ile çok makro yorumlar yapmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Madalyonun öbür yüzünde ise post-Kemalist metinlerin son 20 yıldaki yükselişine tanıklık ettik. Memleketin yaşadığı tüm sorunların kökeninde Kemalizm arayan bu anlatı her ne kadar son birkaç yıldır eski gücünde olmasa da 20 yıllık süreçte özellikle de genç nesiller üzerinde yarattığı tahribatın etkisi oldukça güçlüdür. Burada da sonuca bakarak başlangıçtaki niyeti okumaya hevesli ve Tek Parti dönemindeki siyasi krizleri kurucu iradenin düşüncesindeki sakatlığa bağlayan özcü bir reddiye ile karşı karşıya kalıyoruz. Sadece “milliyetçilik” odaklı bir karşı-hamaset niteliği taşıyan bu metinler Kemalist akademinin çöktüğü bir dönemde gerek üniversite kürsülerinde gerekse entelektüel hayatın geri kalanında sahip oldukları kültürel hegemonya aracılığı ile (hatta iktidarın bu anlatının güçlenmesi için verdiği destek sayesinde de) kendisini “tabu kırıcı” ve “tek gerçek” gibi göstermekten çekinmemiştir. Bize bugüne kadar anlatılan “resmi ideoloji” kökenli tarihin tamamının bir yalandan ibaret olduğunu ve asıl gerçekliği post-Kemalist metinlerde aramamız gerektiğini salık veren bu görüş de yine başka bir radikal tutumu temsil etmektedir.
Görüldüğü üzere bu konuda iki farklı radikal uç arasına sıkışmış ancak hala üzerine ciddi şekilde düşünülmeyi bekleyen bir kuruluş süreci olduğunu görüyoruz. Ancak akademik bir araştırma niyeti ile tarihi politik tutumun güçlendirilmesi için araçsallaştıran tavır arasındaki gerilim, hatta her seferinde ikicinin galip gelmesi bizi maalesef aklıselim bir biçimde bu meseleyi düşünmemizi engelliyor. Bu yüzden bu dönemde ne olup ne bittiğini konuşmadan önce nasıl bakılması ve yaklaşılması gerektiğine dair bir fikre sahip olmamız gerekir. Zira her alanda olduğu gibi bu konuda da öncelikle bir yönteme sahip olmamız gerekir. Tarih, herhangi bir sosyal özneyi haklılaştırmak ya da meşruiyetini ortadan kaldırmak için yazılamaz. Bu konuda ortaya konacak yargı oldukça risklidir. Özellikle de hiçbir muhatabı hayatta değilse…
Bizim elimizde çok ciddi örnekler mevcut. Bunların da elbet hiçbiri kusursuz değildir. Zaten bilimde kusursuzluk aramanın başlı başına bir sorun olduğunu düşündüğümüz zaman okuduğumuz metinlere daha farklı gözlerle bakmaya başlıyoruz. Çoğumuzun siyasi konularda konforlu alanlar aradığı ve bazı tarih kitaplarındaki test edilmemiş sınırlı galibiyetler ile kendisine net bir pozisyon talep ettiğini tahmin ediyoruz. Ancak akademik tarihçilik bu konforlu alanlara müsaade eden bir tutuma sahip değildir. Zira tarih tartışmaları bitmiş tartışmalar değildir. Bitmemiş olması herhangi bir karaktere sahip olmadığı anlamına gelmez elbet. Ancak üzerine çok fazla çalışılmış ve sadece günlere sığan bazı mikro vakalar haricinde geniş süreçleri incelemek, anlamaya çalışmak ve her detayına hakim olmak mümkün değildir. En fazla eldeki veriler ışığında asgari ölçekte bir resim çizebilir ve çeşitli hipotezler ortaya atılabilir.
Bu yöntem sorununun ötesinde yukarda da ifade edildiği gibi oldukça önemli örnekler mevcut. Türkiye’de entelektüel yaşamın en dinamik olduğu 1960-1980 döneminin ruhu bu meselede oldukça önemli metinlerin ortaya çıkmasını sağladı. Yalnızca vakayı değil ülkenin kuruluş sürecindeki dış politik gelişmeleri, iktisadi gelişmeleri ve bakabildiği kadar halkın yaşamını da dikkate almaya çalışan pek çok çalışma kaleme alındı. Fakat maalesef biz bu isimleri ve bu metinleri de unuttuk. Hatırlıyor gibi görünsek de okumuş gibi görünsek de bu metinlere uzaklığımız her halimizden belli oluyor.
Tarık Zafer Tunaya, Niyazi Berkes, Doğan Avcıoğlu gibi meseleyi çok daha etraflıca incelemeye çalışan bilim insanlarının yanı sıra edebiyatçı-gazeteci kimliği ile bildiğimiz Oktay Akbal, İlhan Selçuk ve Ceyhun Atuf Kansu’nun o kısacık yazılarındaki nefis analizler takdire şayandır. Öte yandan Taner Timur, Korkut Boratav ve Bülent Tanör gibi Kemalizmle oldukça dengeli bir ilişki kurmaya çalışan ve gri tonları atlamayan yazarların metinleri de hala önemli ve kıymetlidir. Bugünün popüler tarihçiliği bizim Milli Mücadele ve Tek Parti dönemini anlamamız için maalesef bir veri sunmuyor.
Cumhuriyetin 100. yılında bu ülkenin gerçek bir muhasebesini yapabilmek mecburiyetindeyiz. Bunu yaparken de mümkün olduğu kadar önyargılardan kaçınmalı ve kimseye cevap yetiştirme endişesi taşımamalıyız. Eksik ya da sorunlu gördüğümüz konuları es geçmemeli, bunların Kemalizmin ya da Mustafa Kemal’in değerini azaltacağından korkmamalıyız. Zira ne Mustafa Kemal ne de Kemalizm yersiz övgülerle değer kazanacak kadar değersizdir. Ne de onun karşısına dikilen çevrelerin metinleri ile itibar kaybına uğrayacaktır. Eğer endişelerimizi giderebilir, her öveni Kemalist her eleştireni Atatürk düşmanı gibi görmekten vazgeçebilirsek, siyasi sözcülerden ziyade daha aklıselim kişilerin metinlerinden yola çıkarak kendimize bir yol çizmeye çalışırsak sanıyorum O’nu anlamak ve anmak çok daha büyük bir anlam kazanacaktır.