29 Mayıs sabahına muhalif kanadın “öldük”, “bittik” ve “buraya kadar” temalı serzenişleri ile uyandık. İktidarın galibiyetinin kolayca kabul edildiği ve seçim sonuçlarının yalnızca sayısal değil aynı zamanda bir zihinsel yenilgi olduğunu da düşünmeye başladık. Cumhuriyet devriminin birikimine bu toplumun ihtiyacı olmadığına, kökü 12 Eylül öncesine dayanan ve devrim karşıtlığı üzerine kurulan mevcut düzenin değişmeyeceğine dair şiddetli bir umut kaybı yaşamaya başladık. Öte yandan iktidar merkezli kurduğumuz bu umutsuzluğu kendi içimize de çevirerek ana muhalefet partisine ve onun liderine indirgediğimiz bir öfkeyle perçinledik. Sorun da zaten tam olarak buralarda başladı…
Bir ülkenin devrimci bir kültüre ya da kurumlara sahip olması elbette kıymetlidir. Ancak yalnızca devleti merkeze alan ve bu sebeple de yalnızca resmi kurumlara görev yükleyen bir yaklaşımın devrimci bir tarihi ve kültürü sürdürebilmesi pek mümkün görünmemektedir. Türkiye’de parlamenter demokrasinin Batılı standartlarda kurulmak istenmesi açısından ve Avrupa demokrasilerinin seviyesine yükselebilmek için ne denli önemli bir adım olduğunu tartışmaya açmak elbette anlamsız. Ancak devrimci ve demokratik bir kültürün köklü bir biçimde yerleşebilmesi için resmi kurumlara güven merkezli bir yaklaşımın ötesine geçmek mecburiyetindeyiz.
Ülkede yaşanan tüm politik olumsuzlukların sorumluluğunu bir partiye ve onun liderine yöneltmek belirli noktalarda bir anlam ifade edebilir. Ancak özellikle de 12 Eylül sonrası başlayan de-Kemalizasyon sürecinin tek müsebbibi olarak mevcut ana muhalefet partisini tek başına sorumlu tutmak bir eksikliği de beraberinde getiriyor. Tam bu noktada şu soruyu düşünmemiz gerekiyor: “Bizler %48 olarak oy kullanma dışında Türkiye siyasetine nasıl bir katkıda bulunabiliriz?” Başka bir ifadeyle milyonlarla ifade edebileceğimiz ve muhalif partilere oy veren bir çoğunluğun oy kullanma dışında bir hükmü bulunmaması Türkiye’deki politik krizin ve gerilemenin sebeplerinden bir diğeridir. Oy kullanma dışında Türkiye’yi anlamaya ve dönüştürmeye çalışan faaliyetlerin berisinde kalmak ve yüzlerce yıllık alışkanlıkların köklü bir şekilde değişimine tanıklık etmek için yalnızca seçim sonuçlarını beklemek ortaya bir irade koymak değil iradeyi seçim süreçlerine ve siyasi partilere devretmek anlamına gelmektedir.
Araya hemen bir not düşeyim: Bu satırlarda ifade edilmeye çalışılan fikirler bir parti liderinin avukatlığına soyunmak ya da siyasi partileri ve parlamentoyu tamamen by-pass eden bir yaklaşım geliştirmek değildir. Hiçbir kurum, kuruluş ya da kişi eleştiriden muaf değildir. Yalnızca seçim sandığına indirgenmiş bir demokratikleşme beklentisinin 2023 itibariyle neden başarılı olamadığına ve bu şekilde ilerlediği takdirde neden hüsranla sonuçlanacağına dair bir fikir yürütme çabasıdır.
Konuya geri döndüğümüzde siyasi parti yöneticilerinin iradesine bırakılmış bir politik mücadele tablosu görüyoruz ve yine bu tabloda ana muhalefet partisini baz aldığımızda milyonla ifade edilen üye rakamlarına rağmen kitlelerin daha geniş katılımına imkan vermeyen bir takım bürokratik engeller mekanizmasıyla karşılaşıyoruz. Bu yazının başlığında neden “tükenmişliğin anlamsızlığı” gibi bir ifade kullandığımın nedenlerini tam bu noktada kısa açıklayacağım. Bu kitlesel tükenmişlik hissine kapılan ve parti üyesi olan dostlar gönül verdikleri ve üyesi oldukları siyasi partinin gerçek anlamda demokratikleşmesi ve daha geniş bir siyasal karar alma mekanizmasına sahip olması için ne kadar çaba sarfettiler? Şüphesiz bu meseleyi benden önce düşünen, çaba sarf eden büyüklerimiz ve dostlarımız elbette olmuştur. Ancak görülüyor ki henüz istenen sonuca ulaşılamamıştır. Bu nedenle üzerine hala düşünülmesi gerekmektedir.
Öte yandan siyasi partilerin dışına çıktığımızda Türkiye’de “sivil toplum” kavramının devrim karşıtı bir tutumla lekelenmesine paralel olarak bu kavrama dönük özcü reddiyemiz nedeniyle sağlıklı bir sivilleşme noktasında da gerekli adımları atabilmiş değiliz. Toplumun kendi öz kaynakları ile kuracağı baskı grupları aracılığıyla siyasete yön verme fikri bugün itibariyle kaybedilmiş bir mevzi noktasına gerilemiştir. Ecevit CHP’sinin “halk gönüllüleri”, “köy-koop” vb. projeleri gündemden tamamen çıkmış ve ülkenin yoksul emekçi ve köylü kesimleri ile irtibat kuracak, çözüm üretecek planlar tamamen rafa kaldırılmıştır. İktidarın hem elindeki devlet gücü ve hem de cemaatler aracılığı ile sahadaki gücünün yarattığı zayıflık hissi muhalefetin çok daha âtıl bir duruma gelmesinde de etkendir. Muhalif kesimlerin kapalı salon toplantılarına ve belirli gün ve haftalara indirgenmiş açık hava buluşmalarına sıkışan, sadece kendine yakın kişilerle temas ettiği geçici birlikteliklere sığdırılmaya çalışılan etkinliklerin verimi de hala sorgulanmayı beklemektedir.
Kemalistlerin uzun yıllar önce kaybettiği kültürel hegemonyayı yeniden kazanabilmek için herhangi bir çaba sarfettiğine tanıklık ediyor muyuz? Üzülerek söylüyorum ki hayır. Ben dahil olmak üzere akademisyenlerin kendi kişisel kariyerlerine odaklı çalışmalarının dışına çıkamayan görüntüsü, baskı maliyetleri ve satış rakamları gerekçe gösterilerek entelektüel bir yayıncılık fikrine dair neredeyse hiçbir güncel çalışma olmaması, Türkiye’deki siyasal tartışmaların neredeyse hiçbirine Kemalist/Atatürkçü aydınların dahil olmaması, dahil olmamanın ötesinde mikrofon bile uzatılmaması yine bu güç kaybını tetiklemektedir. Yaşanan tüm bu sorunları “iktidar baskısı” ile açıklama tercihi ise bizi çok daha konformist bir noktaya geriletecek ve değişime dair inancı geri dönülmemek üzere ortadan kaldıracaktır.
Belki de her birimizin kabahati iktidar çevresinin gücüne ya da muhalefetin -kesinlikle güçlü bir biçimde eleştirilmesi gerekir- güçsüzlüğüne bağlamanın ötesine geçerek toplumun kendi kaynakları ile nelerin yapılabileceğini yeniden kurgulamak zorunda olduğumuz bir sürecin içine giriyoruz. Bu ülkenin kurucu iradesinin tarihsel ve politik mirasını yalnızca oy kullanarak sahipleneceğimiz bir süreçte yaşamadığımız için her türlü demokratik katılım imkanını örgütlü bir biçimde tartışacak ve uygulamaya sokacak yeni bir diyaloğun başlaması gerektiği kanaatindeyim. Yoksa yalnızca seçim sonuçlarına bakarak yaşadığımız ve kendi adıma çok da anlamlı bulmadığım bir “tükenmişlik sendromunu” yaşamaya devam edeceğiz. “Ne yapsak olmuyor!” diyebilmek için topyekün bir şekilde pek çok demokratik muhalefet yönteminin denenmiş ve sonuç alınamamış olması gerekirdi.
Seçimlere katılımın yüksek olmasını kendi lehimize çok yanlış yorumladık. Halbuki seçimlere katılımın yüksekliği siyasete katılımın yüksekliği anlamına gelmemektedir. Çoğumuz kabul edelim ya da etmeyelim kendi özel hayatlarımızın gidişatına odaklı bir tercih kullanıyoruz. Politik gündeme sahip olan etkinliklere katılım gösteriyor olmamız ya da muhalif basın-yayın organlarını hararetli bir şekilde takip etmemiz ve ülke gerçeklerine dair karamsar tablolara maruz kalıyor olmamız ülkenin durumu açısından tek başına bir şey ifade etmiyor. Bu toplumun ve bu ülkenin gerçeklerinin farkında olma durumunun yalnızca bir başlangıç olduğunu kabul edip, her bir bireyin imkanlarına ve yeteneklerine göre sivil alanı yeni bir yaklaşımla örgütleyebilmeyi tartışmak zorundayız. Bugün içinde bulunduğumuz durumdan da anlıyoruz ki sahip olduğumuz alışkanlıklar mevcut sorunları çözmeye yeterli cevapları üretemiyor.
Bu ülke hiçbir zaman Mayıs 1919’daki kadar kötü durumda olmadı. Mustafa Kemal’in elindeki her imkansızlığı fırsata çevirebildiği bir heyecanı görmezden gelmemeli, O’nun vazgeçmediği bir mücadelede bu kadar erkenden kaybetmemeliyiz. Aynı yöntemlerle farklı sonuçlar bekleyen ataleti üzerimizden atıp yeni bir yol çizmekten endişe etmemeliyiz. Düşünecek, sorgulayacak, yeni baştan inşa edecek çok fazla başlık mevcut. Yeter ki isimleri merkeze alan mesih arayışlarından vazgeçip ilkelere, planlara ve programlara geri dönelim ve kimin yapacağından ziyade neyin yapılması gerektiğine karar vermeye çalışalım…