Sağ Popülizmin Bölücüğüne Karşı Türkiye’de “Müşterekler” Siyasetini Aramak

Soğuk Savaş döneminin ideolojik yıkım sürecinde farklılıklara değil ortaklıklara vurgu yapan yeni kavramın ortaya çıktığına tanıklık edilmiştir. “Müşterekler” (Commons) olarak geliştirilen bu kavram anti-kapitalist bir temel üzerine inşa edilmiş ve mevcut düzene alternatif yeni bir arayış olarak ortaya çıkmıştır. Kavramla bizi tanıştıran iki önemli çeviri metin bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi Metis Yayınları tarafından yayınlanan Jay Walljasper’in Müştereklerimiz: Paylaştığımız Her Şey başlıklı metni, diğeri de İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından yayınlanan Pierre Dardot ve Christian Laval’ın Müşterek: 21. Yüzyılda Devrim Üzerine Deneme başlıklı önemli çalışmasıdır. Her iki metnin de ortak vurgusu küresel siyaset ve ekonomide azınlıkların iktidarına alternatif olarak katılımcı bir ekonomi ve katılımcı bir demokrasi anlayışının yerleşmesidir.

“Bu metinlerin Türkiye açısından önemi nedir?” diye soracak olursak bu soruya başta seçim süreci olmak üzere Türkiye’nin özellikle de son yirmi yılına damga vuran keskin toplumsal yarılmaların ülkeyi nasıl bir uçuruma doğru sürüklediğini düşünerek cevap vermemiz gerekecektir.

Öfkenin ve umutsuzluğun hâkim olduğu Yeni Türkiye’nin sorunlarını çözebilmek için tüm iyi niyetiyle kafa yoran herkes en az yöneticiler kadar yönetilenlere de yüzünü çevirmek mecburiyetindedir. Kitleleri kolayca arkasına alabilen hamaset siyasetinin yarattığı bölünmenin inşa ettiği “düşman” imgesi, arkasında köklü bir arka planı olmamasına rağmen “ezeli” bir hüviyete kavuşmaktadır. Türkiye toplumunun farklı kesimlerinin birbirine olan öfkesinin doğuştan geldiğine inanmaya başlamak ise her kesimin birbirine karşı özcü bir eleştiri yöneltmesini de beraberinde getirmektedir. Özcü eleştirilerin sağ popülizm döneminde hızlanması ve güç kazanması tesadüf olmadığı gibi açtığı yaraların kapanması da bugünden yarına beklenmeyecek noktaya gelmiştir.

Uluslararası alanda ulusal sınırlara, ulusal alanda da ekseriyetle kimlik temelli sınırlarla ortaya çıkan yapan ayrımlar dünya halklarının benzer sorunlar yaşamalarına ve benzer baskılara maruz kalmalarına rağmen birbirlerine karşı oldukça yabancı hatta kayıtsız kalmalarına neden olmaktadır. Türkiye özelinde de ulusal düzlemde iktisadi kriz, bölgelerarası eşitsizlik, yüksek enflasyon, emek sömürüsü, metropollerde barınma sorunu vb. milyonlarca insanı yatay olarak kesen çeşitli sorunlar olmasına rağmen benzer baskılara maruz kalan kitlelerin yüzeysel bir kimlik siyaseti temelinde düşmanlaştırılmasına tanıklık edilmektedir. Eleştiri ve tartışma adı altında yürütülen hamasi ağız dalaşlarının ne denli yıkıcı sonuçlara sebep olduğu da son seçim sürecinde yakından görülmektedir.

Osmanlı’nın son döneminde memleketi kurtarma arayışları gündeme geldiğinden her kafadan farklı ses çıksa da herkesin tek derdi memleketi düzlüğe çıkarmaktı. Bu arayıştaki her bir ideoloji toplumun çimentosunun ne olduğuna verilen farklı yanıtları olarak tezahür etmiştir. Osmanlılıktan ulus-devletin “Türk” tanıma evrilen bu çimento arayışı özellikle son yirmi yılda epey güç kaybetmiştir. Türkiye toplumunu bir arada tutan ya da tutması gereken şeyin ne olduğunu aramak artık bir amaç olmaktan çıkmış, “özgürleşme” söylemleri farklılıkların bir arada yaşadığı bir çoğulculukla değil her kimliğin arasına kalın duvarlar çekilerek düzinelerce yankı odasının inşa edilmesi ile sonuçlanmıştır. Herkesin tek başına haklı olmaya çalıştığı kimlik temelli atomizasyon diyalog yollarını da tıkamış, ülkedeki her bir kimlik yalnızca kendisini mağdur hissetmekte bir sakınca görmemiştir.

Politik bir egosantrizme dönüşen bu yeni durum iktidarın elini daha da güçlendirmiştir. Zira iktidara yakın olan kesimlerin kendi yanında olmayan herkesi rahatlıkla kriminalize etmesi ve karşıt tüm fikirleri “teröre destek” olduğu iddiasıyla dinlemeden çöpe atması, sosyal medya üzerinden pompalanan sanal verilerle kendilerine yarattıkları alternatif gerçeklik içinde merkezden gelen her etkiye açık bir biçimde mobilize olmaları iktidar açısından sürekli diri duran bir kitlenin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Muhalif kanatta da benzer bir şekilde bu yarılmaya cevaz veren tavırları yaygın bir şekilde görmek mümkündür. Bir yandan iktidar taraftarlarına karşı köprülerin tamamen atıldığı bir tükenmişlik öte yandan iktidara karşı ortak bir çözüm aranırken “ama”ların ve “fakat”ların havalarda uçuştuğu yoğun bir endişe ile güçlü bir alternatif yaratmaktaki zorlanma haklı/haksız ayrımına gitmeden iktidar bloğundaki ortaklığın örgütlülük bağlamında geride kalınmasını da beraberinde getirmiştir.

Toplumun yalnızca büyük kriz dönemlerinde geçici olarak gösterdiği birlikteliğin sürekli hale gelmesi ve bu sürekliliğin de ulusal sınırların tümünü kuşatan bir program etrafında sağlanması çoğumuzun dilindedir. Bu iradenin ortaya konabilmesi ise ancak ve ancak bu toplumun müştereklerinin yatay bir zeminde tespiti ile mümkündür. “Müşterek” her farklı fikrin eklektik bir biçimde bir araya gelmesi ile oluşan ilkesiz bir birliktelik anlamına gelmemektedir. Çok büyük bir bölümünün açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir toplumun önceliklerine karar vererek başlayacak bir düşünme pratiğidir. Liderler ekseninde şekillenen klasik siyaset anlayışının yerine tabanın taleplerini daha fazla dikkate alan yeni ve gerçek anlamda demokratik bir siyaseti bir yerlerden başlatmak anlamına gelmektedir. Sağ popülizmin yoğun ötekileştirme faaliyetine ne olursa olsun direnebilmek ve bu toplumun bireylerine doğuştan ahlaki sorumluluklar yüklememek anlamına gelmektedir. Politik trollerin hegemonyasındaki sosyal medyanın sanal algılarını kırarak sokağa yeniden dönmek suni gündemlerden ziyade bu ülkenin vatandaşlarının gerçekten neye maruz kaldığını gözlemlemek ve buna göre birbirine düşman edilmiş kitlelerin aralarındaki ortaklıkları tespit edebilmek demektir.

“Müşterekler” söylemi pasif bir barışçıl tutuma denk gelmemektedir. Zira karşı durduğu şey mevcut iktidarlardan ziyade bizzat neoliberal düzenin kendisidir. Neoliberalizmin toplumsal yaşamın her yerinde yarattığı yıkıma karşılık bir düzen değişikliği talebidir. Yaşanan bazı sorunları yalnızca siyasilerin iradelerine teslim ederek sorunları kişiye bağlama kolaycılığından ziyade her alanda yaşanan yıkımın esas nedenlerini tespit edecek derinlikli bir okumaya ne kadar ihtiyacımız olduğu gerçeği ile her geçen gün yeniden yüzleşiyoruz. Kimlik temelli yakın tehdit algılarının yarattığı konsantrasyon bozukluğu iklim ve gıda güvenliği gibi “ertelenebilir” diye düşünülen çok önemli başlıkların sürekli olarak geride kalmasını sağlamaktadır. Ülkenin içinde bulunduğu iktisadi kriz ve büyük kitlelerin bundan etkilenme biçimlerini konuşurken iktidarın süreci bu noktaya taşımasını bir partinin tasarrufu mu yoksa mevcut sistemin böylesi bir tasarrufun önünü açıp açmadığını yeniden düşünmek ve birbirine düşman kitlelerin aynı sistem içine nasıl yoksullaştığını ve aynı baskıya nasıl maruz kaldıklarını da unutmamamız gerekir.

“Müşterekler” siyaseti de tıpı iklim ve gıda güvenliği meselesi gibi zamansız görünebilir ya da aklınızdaki öncelik sıralamasında bir yere oturmamış olabilir. Daha da ötesinde bu siyaset yalnızca bir temenniler demeti olarak da görülebilir. “Reel siyaset” adı altındaki alışkanlıklar elbette dikkate alınması gereken veriler sunmasına rağmen bunun yalnızca total bir erozyonu öteleyen gündelik çözümlerden öte bir şey üretemeyeceğine daha kaç örnek sonrasında ikna olmamız gerektiği konusunda epey şüpheliyim. Otoriter rejimin dayatması altında inşa edilen güç ilişkilerini “reel siyaset” gerekçesiyle içselleştirmenin düzeni yeniden üretmekten başka bir şey ile sonuçlanmayacağı artık aşikardır.

Ülkenin siyasal görüntüsü ne olursa olsun köklü bir değişim için konuşmaya devam etmek zorundayız…

Bunları da sevebilirsiniz