Muhalif Partizanlık Üzerine

AKP iktidarının toplum üzerinde yarattığı travma ve buna bağlı olarak muhalif ittifaklara duyulan ilginin artışı elbette kaçınılmaz bir sonuç. Ancak, çeşitli partilere gönül vermiş bireylerin vitrindeki isimlere dönük geliştirdikleri kurtarıcı rolü siyasal gelişmelerin aklıselim bir biçimde değerlendirilmesini imkânsız kılıyor. 14 Mayıs seçimlerine dönük olarak ortaya çıkan heyecanı tartışmaya açmak anlamlı olmayacaktır. Buna karşılık muhalif seçmenin beklentilerindeki aşırılığın siyasi parti ve liderlerin kapasitesiyle ne denli uyumlu olduğunu da düşünmek gerekir.

Eğer seçimlerde muhalefetin beklentilerini karşılayan bir tablo ortaya çıkarsa bunu biz kaybettiğimiz her değerin geri kazanılması ve tartışmasız bir “devrim” (!) olarak mı okumak zorundayız? Yoksa muhtemel bir değişimi idealize ettiğimiz bir Türkiye’ye doğru atılacak kritik bir adım olarak mı görmeliyiz?

Türkiye’nin son 20 yıllık travması elbette değişime dair çok daha heyecanlı, sabırsız hatta tahammülsüz bir iklimin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Buna itiraz etmek zor olsa dahi iktidar koltuğunu hedefleyen her parti ya da her özneye karşı koşulsuz bir kabullenme duygusunun ne denli doğru olduğu da oldukça şüphelidir. Özellikle de Atatürk’ü ve Türk Devrimi’ni merkeze alan bir siyasal pozisyondan hareket edildiğinde başta ana muhalefet partisi olmak üzere diğer partilerden hangi ölçüde beklenti içine girilmesi gerektiğini de yeniden düşünmek mecburiyetindeyiz.

“Şimdi sırası mı?” diye sormak yerine seçim sonrası sürecin muhtemel senaryolarını bugünden kurarak pozisyon almak, oy verme davranışını bağlı olduğumuz ilkesel duruştan ziyade basit matematiksel hesaplar üzerine kurmak çok daha anlamlı olacaktır. Zira Türkiye’de mevcut bir yönetim değişikliğinin Atatürk’ün kurduğu ve idealize ettiği cumhuriyeti 15 Mayıs sabahı önümüze koyacağını iddia etmek gerçeklerden epey uzak görünüyor.

Muhalif kanatta açık ara avantajlı olan Millet İttifakı’nın ideolojik saiklerle değerlendirilmesinin anlamsızlığını temel hareket noktası olarak kabul edersek ve AKP iktidarına karşı en güçlü olan bloğun Kemalizmi savunma ve reddetme eğilimlerini aynı anda içinde barındırdığını da gözden kaçırmazsak tablonun biraz daha netleşeceğini tahmin ediyorum. Bu sebeple 14 Mayıs seçimlerinde oy verme davranışının temel belirleyicisinin ilkesel değil sayısal nedenler olduğunu tespit etmek gerekir.

Öte yandan gerek sokaklarda gerekse sosyal medyada “muhalif” kimliğin diğer her türlü kriteri gölgede bıraktığı bir partizanlıkla karşı karşıyayız. Partilere ve kişilere hacminden oldukça fazla, hatta kimi zaman oldukça karşıt, değer yüklemesi yapılması ülkedeki durumu sağlıklı bir biçimde analiz etmeyi oldukça zorlaştırıyor. Ağızdan çıkan her söze ve atılan her adıma “kurtuluş” gerekçesiyle biat etmek muhtemel bir AKP sonrası dönem için oldukça endişe vericidir. Eğer bugün AKP iktidarının varlığını gerekçe göstererek kendi siyasal pratiğinin her basamağını meşrulaştırmaktan çekinmeyen bir liderlik anlayışına sessiz kalınacaksa yarın bir iktidar değişikliği olduğunda ortaya çıkan sarhoşluğun yeni bir biat kültürü ile sonuçlanması da kaçınılmaz olacaktır.

Kemalist aydınlanma eğer “sorgulamayan cahildir, sorgulatmayan zalim” sözünü düstur edinmemizi sağlıyorsa, koşullar her ne olursa olsun eleştirel aklı kaybetmeden bu sancılı süreçten çıkmak mecburiyetindeyiz. İttifak içinde kendisine yer bulamayan irili ufaklı diğer partilerin sempatizanları içinde aynı hususun geçerli olduğunu ifade etmemiz gerekiyor.

İfrat-tefrit ikilemine sıkışmış bir siyasal kültürün muhalif ittifakı “kurtarıcı” ya da “yok edici” olarak tanımlaması şaşırtıcı olmamakla beraber siyasal çelişkilerin tek bir merkeze ait olmadığını da yeniden hatırlatmak gerekebilir. Başkasının hatası üzerinde inşa ettikleri kusursuzlukla konuşan siyasetçilerin ve seçmenlerin kendi çelişkilerini örtbas etmesinin bu ülkenin geleceğine hiçbir fayda sağlamayacağı da ortadadır.

İktidar değişiklikleri elbette kritiktir, ancak nihai çözüm değildir. Zira şikayetlerin çoğu dönemsel değil yapısaldır. Aynı hataların bir başka parti tarafından yapılması içimize sinmeyecekse siyasal alanın yapısal sorunları ile mücadele edebilmek için kurumları ya da kişileri fetiş haline getirmeden, aklımızı yeni iktidarlara devretmeden, seküler Mesihler beklemeden halk inisiyatifi ile yeni dönemin siyasetine doğrudan dahil olmak mecburiyetindeyiz. Çareyi siyasetçilerin suretlerinde değil, atılacak adımların niteliğinde aramak zorunda olduğumuz için başkasının elinde bir sihirli değnek olmadığının bilinciyle bu sürece anlam kazandırmamız gerekir.

Yalnızca isimleri merkeze alan ve onları kurtarıcı olarak gören bir heyecanın ülkenin geleceğine pek bir katkısı olmadığını üzülerek söylemek zorundayım. Mevcut seçim süreci dahil olmak üzere tüm bu gelişmeleri birer sonuç olarak değil devam eden bir yolun kritik aşamaları olarak görmek daha anlamlı olacaktır.

Bunları da sevebilirsiniz