Hayır, çevrecilik homojen bir fikir bütünlüğüne karşılık gelmez. Nasıl ki dünyanın siyasi, iktisadi ve toplumsal krizlerine farklı farklı çözümler üretiliyor, benzer bir biçimde ekolojik krize karşı da farklı çözümler üretildiği kabulüyle başlamak gerekir.
Öte yandan oldukça ilginç bir biçimde çevreciliğin yekpare bir düşünme biçimi olarak algılandığına tanıklık ediyoruz. Çevrecilik belirli ülkelerde faaliyet gösteren “Yeşiller Partisi” ve Greenpeace’den ibaretmiş gibi görmek belki de kolayımıza geliyor. Greta Thunberg’in dünya kamuoyuna öfkeli seslenişi de yine çok popüler ve güncel bir örnek olarak çevrecilik meselesini yeniden gündeme taşıyor. Ancak burada durup olan bitene yeniden bir bakmakta fayda var.
Uluslararası ilişkiler teorilerinde ve ekonomi politik teorilerinde “inşacı” yaklaşımın dört analiz aracından biri olan “sorunsallaştırma”yı bu noktada devreye sokmak gerekir. Zira bu yaklaşıma göre mevcut sorunlar temelinde çok daha doğru sorular sormaya meselenin kökenlerine inmeye ihtiyaç bulunmaktadır. Soruları eğer doğru bir yerden soramazsak içinde “çevrecilik” gördüğümüz her aktörün faaliyetini diğerlerinden farksızlaştırma eğilimi içine girebiliriz.
Rachel Carson’ın ekolojik tartışmalarda milat kabul edilen Sessiz Bahar kitabının ardından 1970’li yıllardan itibaren ekolojik tartışmalarda ciddi bir yükselişe geçildiği görülmektedir. Ancak bu tartışmaların odak noktası doğanın yıkımı olmasına rağmen iki önemli soru bu tartışmaların zenginleşmesi ile sonuçlanacaktır: Bunlardan ilki doğayı kimin yıktığıyla ikincisi de soruna dair çözüm önerileriyle ilgilenmektedir.
Doğanın yıkımı, iklim krizi, hava kirliliği vb. ana başlıkların tespit edilmesi bugüne geldiğimiz zaman hiç de güç değil. Burada güç olan ve bu tartışmaları derinleştiren ana problem buradaki faili arama ile başlıyor. Sorumluyu ya da sorumluları aramaya başladığımız andan itibaren ekolojik tartışmaya farklı yerlerden dâhil olmaya başlıyoruz. Burada ilk olarak aktörleri mi yoksa sistemin kendisini mi ele alacağımıza karar vermemiz gerekir. Başka bir ifadeyle ekolojik krizde esas olan sorun mevcut işleyişteki ufak tefek hatalarda mıdır yoksa işleyişin kendisinde midir?
Eğer daha da geriye gidip ekolojik bir krizin olmadığını, insanlığın gelişimi için doğanın yıkımının kaçınılmaz olduğunu ve dolayısıyla da bunun bir sorun teşkil etmediğini düşünüyorsanız bu bölümde konuşulacak herhangi bir şey bulunmamaktadır. Eğer bu krizin varlığını kabul ediyorsak bunun sebebini nerede aramamız gerektiğine de karar vermemiz gerekir.
Ana akım kriz tartışmaları “yeşil reformlar” üzerinden şekillenmektedir. Faili genelde bireylerin yanlış tüketiminde arayan neoliberal düzenin ihtiyaçlarına uygun olarak dizayn edilen bu fikir bireylerin kirlettiği çevreyi şirketlerin “yeşil teknolojileri” düzeltebileceğini iddia etmektedir. Reklamlara bakıldığı zaman da doğanın sınırsız ve kontrolsüz tüketimi üzerine kurulan ve “kâr” amacından en ufak bir sapma göstermeyen sermayenin “her arzın kendi talebini yaratacağı” öngörüsü ile büyüttüğü üretimin kendisi bir sorun değilmiş gibi “geri dönüşüm” ve “suyu az kullanın!” gibi vurguların sıklıkla kullanılması hem krizin boyutlarını küçültüyor hem de faili bireyde arayarak temeldeki soruna ulaşmamızı engelliyor.
Kimi zaman da uluslararası kamuoyunu etkileyebilmek için çevre kirliliğinde yalnızca bazı ülkelerin ön plana çıkarıldığını da görmekteyiz. Nükleer tehdit ve hava kirliliği meselelerinde sıklıkla göreceğimiz gibi başta Çin olmak üzere dünyadaki kirliliği Batı’nın mesafeli olduğu ülkelerin yarattığına dair olumsuz bir kanı da oluşturulmaktadır. Burada mesele ülkeleri savunmak ya da hamaset siyaseti üretmek değil, büyümeye odaklanmış her ekonominin bu kirlilikte bir payı olduğunu vurgulamak olmalıdır. Çin’deki kömür ile Hindistan ve Avustralya’daki kömürün dünyayı kirletme oranı birbirinden ne denli farklı? “Şer ekseni olarak bilinen Çin-İran-Pakistan ve K. Kore’deki nükleer faaliyet tehdit de ABD-G.Kore ve Hindistan’daki insani mi?
“Yeşil kapitalizm”, “ekolojizm” ve “sürdürebilirlik” kavramları üzerinden yürüyen bu tartışma reformist bir içeriğe sahip olmak birlikte sistemin aksayan yanlarının düzeltilmesi ile bu sorunların çözülebileceğine dair inancını korumaktadır. Ekranlardaki ve sosyal medyadaki ana akım çevreciliğin temelinde bu yaklaşımın olduğunu görmek gerekir. Hem uluslararası kamuoyuna dayatılan yüzeysel kampanyalar, hem devletlerin “yeşil teknoloji” konusundaki sınırlı taahhütleri ve bir miktar da göstermelik değişlikleri hem de artık sayısı belli olmamasına rağmen hiçbir gözle görülür değişiklik sağlamayan “yeşil belge”ler küresel eksende bir “-mış gibi yapma” tezahürü olarak karşımıza çıkıyor.
Meselenin diğer boyutuna baktığımız zaman burada da düzen içi hatalardan tatmin olmayan ve sistemin kendisinde sorun arayan radikal tartışmalara yönelmemiz gerekir. Önceki yazılarda da değinildiği üzere Carson’dan itibaren hükümetlerin bu krizin yaratılmasındaki faaliyetlerini köklü bir biçimde tartışmaya açan radikal görüşlerin yükselişine tanıklık edilmiştir. Bu tartışmaların kökeninde siyasal vurgular güçlü olsa da temelde oldukça iktisadi bir noktadan yaklaşıldığını görmek mümkün olacaktır. İktisadi temelde ortaya çıkan bu tartışma dünyada ekonominin yönetilmesi tartışmasının da doğrudan içine girmektedir. Başka bir ifadeyle radikal görüşler açısından ekolojiyi konuşmak dünyanın genel gidişatını konuşmaktan bağımsız değildir.
Ekolojik krizin tanımlanması ve radikal bir eleştirinin geliştirilmesi sürecinde sosyalist ve anarşist akımların önemli bir etkiye sahip olduğunu ifade etmek gerekir. Aralarında kimin bu tartışmayı önce başlattığına dair bir gerilim devam ediyor olsa da burada bir tercih belirtmenin anlamı bulunmamaktadır. Zira burada önemli olan tartışmayı başlatanın kim olduğu değil içeriğinin hangi niteliklere sahip olduğudur. Ekolojik krize bu taraftan bakmaya başladığımız zaman sorunun fail ya da faillerini ararken bireylere veya “geçici kusur”lara değil doğrudan sistemin kendisine odaklanmak mecburiyetindeyiz.
Doğanın yıkımı sürecinde kapitalizmin merkezi rolüne değinen radikal yaklaşımlar doğadaki canlı türlerinin yokoluş hızını tarihlendirdikleri zaman sanayi devriminin ardından hızın yükselmeye başladığına, dünya savaşları ve kalkınmacılık ile birlikte bu hızın giderek daha da yükseldiğine tanıklık etmişlerdir. Devletlerin kalkınması ve şirketlerin kâr temelinde büyüme ısrarı, halkın talebinden ziyade siyasi ve iktisadi iktidarların oligarşik talepleri olarak değerlendirilmektedir. Teknolojik gelişmelerin toplumsal refah ekseninden ziyade kâr odaklı bir hedefe sahip olması başta karbon salımı olmak üzere pek çok sorunu ardı ardına getirmektedir. Hava sıcaklığının yükselmesinde bu bağlamda tek sorun Çin’in kömürü değil bireysel tüketime odaklanan bir yoğun üretimin her aşamasındaki kirliliğin hızlı bir biçimde yükselmesidir. Özetle sorun kapitalizmin bizzat kendisindedir.
Kapitalizmi esas fail olarak görmeyle de sorun bitmiyor. Diğer adımda bu sorunun nasıl çözülmesi gerektiğine dair öneriler de işin başka bir boyutunu oluşturuyor. İşte bu noktada bir artık ekolojik krize radikal yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Ekolojik krize sosyalist ve anarşist yanıtların ortaya çıktığı bu mecra çok daha derinlikli tartışmaların devam ettiği bir alan olarak şekillenmektedir. Carson’dan beri yürütülen ve Murray Bookchin ile devam eden radikal tartışmalarda sosyalist ve anarşistlerin iki farklı eksenden bu süreci farklı yönlere ayırdığı görülecektir.
Çok uzun uzadıya açıklamalara bu yazı kapsamında değerlendirme sunmaya gerek bulunmayabilir ancak radikal ekolojinin kendi içindeki kırılmalar dahi farklı biçimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Joh Bellamy Foster, Michael Löwy, Jason Moore ve Ian Angus gibi ekolojik krize anti-kapitalist eksenden bakan ve çözümü sosyalist bir modelde arayan düşünürler bir yandayken öte yanda Murray Bookchin, Jason Hickel, Alex Prichard ve Dimitri Roussopoulos gibi anarşist düşünürler yalnızca kapitalizmi değil devleti de karşısına alan ve sosyalistlerden daha vurgulu bir biçimde “büyüme” kavramını reddeden bir görüşe sahiptir. Yine radikal ekoloji içinde insanı fazlasıyla geriye atan ve bu sebeple de anti-hümanist olarak gösterilen “derin ekoloji” ile özellikle de anarşizme çok daha yakın durduğunu iddia edebileceğimiz eko-feminist yoruma da değinmemek mümkün değildir.
Buraya kadar bahsedilen tüm bu yaklaşımlar, daha önce de ifade edildiği gibi, bizlerin dünyaya bakış açımızı şekillendiren temel kavramlar ve farklılıklar merkezinde bir çevre politikasına sahip olduğumuzu iddia etmek içindir. Mevcut ideolojilerin ekolojik yaklaşımlarından bağımsız ve ideolojiler üstü bir çevreci yaklaşımın varlığını iddia etmek bu bağlamda mesnetsizdir. Başka bir ifadeyle “Ben çevreciyim!” demek tek başına bir anlam ifade etmemektedir.
İnsanın doğa üzerindeki tahakkümüne bakışımız, insan-doğa-toplum üçgenindeki hiyerarşiye yaklaşımımız, ekolojik sorunlara karşı fail arayışımız ve buna dair çözüm önerilerimizin tamamı dünyadaki siyasal duruşumuz ile yakından ilgilidir. Bugün çevreci olarak görülen partilerin, sivil toplum örgütlerinin ve aktivistlerin tamamı belirli ideolojik yaklaşımların merkezinden çevreye dair bir politika üretmektedir.
Gün geçtikçe ve önlem alınmadıkça çok daha tehlikeli boyutlara ulaşmaya devam eden ekolojik krize dair günlük ya da dönemlik değil çok daha derinlikli ve kapsamlı bir düşünme ve üretim süreci içinde olmamız gerekmektedir. Bu da ancak mevcut olan siyasetin, reklamların ve kampanyaların ötesini tahayyül edebilmek ile mümkündür.