Yepyeni ve Büyük Bir Sorun: Evde Ne Yapacağız?

 

KORONA ARTIK ÖLÜM KORKUSUNDAN ÇOK CAN SIKINTISI NEDENİ!

 

EMEKÇİ GÜNDE KAÇ SAAT ÇALIŞABİLİR, KAÇ SAAT ÇALIŞMALI?

 

8 saatlik işgünü büyük mücadeleler sonucu elde edildi. Hala da her yerde geçerli değildir. Ama 8 saatlik çalışma çok önemlidir. Neden? İşçi sınıfı ortaya çıkmaya ve yaygınlaşmaya başladıktan sonrasında çalışma gününün kaç saat olduğu belirlenebilmiş değildi, ama her yerde günün yarısından fazlasını kapsadığı kesindi. Günde 16-18 saatlere varan sürelerle bir çalışma hayatı vardı. Bu yıpratıcı ve katlanılamaz çalışma ortamı, hangi şartlarda çalıştıkları yanında hangi şartlarda yaşadıkları sorunuyla birleşiyordu. Tarımda, madenlerde, büyük projelerde ve ilk “fabrika”larda sınır getirilmediği sürece sömürü insanı, hayatını, verimi hiçe sayıyordu. Ayrıca sanayi devrimi döneminde üretim yerlerinin çoğunda işçiler, işyerinin bir yerinde belirli bir süre uyuyor, sonra kaldırılıp tekrar çalışmaya koyuluyorlardı. Ve bu ömürleri boyunca böyle gidiyordu. Ömürleri neydi derseniz, yirmili yaşları geçen pek olmuyordu. Bu kötü şartlar yanında işçilerin çoğu 8-10 yaşından sonra çalıştırılmaya başlamıştı. Bırakın sağlıklı hayatın asgari şartlarını, sağlığın da asgari şartlarının sağlanmamış olduğunu herkes akla getirebilir.

 

Ücretler ise her zaman inanılmaz ölçüde düşüktü.

 

Bunun böyle devam edemeyeceği belliydi. “İsçiler” işe ve çalışmaya mecburdu, ancak bu şartlarda çalışma hayatına da razı olmayacakları ortadaydı. Böyle olmasına rağmen işçiler, 17. yüzyıldan başlayarak işlerini ellerinden aldığını düşündükleri makineleri tahrip etmişler, ortadan kaldırmaya çalışmışlardı.1 Daha neler yapmazlardı kim bilir? Ve o da oluyordu, yerine getirilmeyen talepler, insafla bağdaşmayan şartlar hep ayaklanmalara yol açıyordu.

 

Devlet 1802 yılında, bu şartların ilk ve en kötü şekillerde ortaya çıktığı İngiltere’de, çocuk çalıştırılması konusunu önlemeye çalıştı. 1836 yılında ise iş süreleri denetlenecek, uzun çalışma hayatına son verilecekti. Ne kadar sağlandı, fazla değil. Ama bunlar birer adımdı.

 

1840’larda 10 saatlik, 1860’larda da gene İngiltere’de 8 saatlik işgünü mücadelesi başladı. 1866’da I. Enternasyonal’in 1. Kongresi’nde bütün dünyada işçiler için 8 saati geçmeyen çalışma günü kararı alındı. Bunların sonunda ABD’de sendikalar 1889’da, 1 Mayıs’ın bu talebin hayata geçirilmesi günü olmasını kararlaştırdı. O zamandan beri 1 Mayıs her yerde işçi bayramı olarak kutlanacaktır.

 

Şimdilerde bazı Batı ülkelerinde işgününün daha az saati kaplaması için mücadele yürütülmekte.

 

 

ZAMANLA YARIŞMAK MI, ZAMANI ÖLDÜRMEK Mİ?

 

8 saatlik işgünü, insani ve vazgeçilmez bir talepti. Bugünkü daha az saat çalışma talebi, işçilere daha fazla “boş vakit” kazandırmak amacıyla savunulmaktadır, bu talep elbette çalışandan yanadır. Öyle ama kazanılacak boş vakit nasıl değerlendirilecektir? Toplumsal düzen ve ilişkiler örgüsü bakımından düşündüğümüzde, merkeze insan konmuş olmakla birlikte, yani insan merkezli bir dünya yaşıyor olmamıza karşın, insanın çıkarı ve geleceği gözetiliyor değildir.2 Ve bu yüzden refah toplumlarının insanının kendisine kalan vaktin kendisi için yararsız şekilde geçtiği, geçirildiği çağımızın bir olgusudur. Bunun yanı sıra çağımızın insanı kendisine kalan vakti değerlendirmekten çok nasıl harcayacağını çözmek durumundadır. O zaman, 5-6 saatlik işgünü gerçekleşse, bitirmeye çalıştığı vakit çoğalmış olacaktır. Refah toplumlarındaki sıradan ama çoğunluk olan emekçi insan vakit kazandıkça televizyon karşısında geçirdiği zaman artacak, eğlenceye ayıracağı zaman bölümü büyüyecek, çözeceği bulmacalar ve teknolojik oyuncaklar çoğalacak, teknolojik alışkanlıklarını ve zorunluluklarının boyutunu büyütecektir.

 

Özellikle Batı’da günümüzün insanı benmerkezci olarak büyütüldüğünden, yetiştirildiğinden ve yaşadığından toplumsal ve dünyasal sorunların içinde değildir. Başkaları için değil kendisi için var olmuştur ve öyle sürüp gitmektedir. Farkına varmaksızın sadece kendisi için yaşamaktadır.

 

Aslında Batı toplumlarında emekçi zaman ihtiyacı içinde değildir. Çalışan insan işten bıktığı ve yorulduğu için çalışmamak veya az çalışmak isteyebilir. Hem çalışmanın enayilik olduğu yolunda yaygın bir anlayış vardır ve hem de çalışanlar işlerine yabancılaşmışlardır.

 

Günlük yaşantısında telaşlı insan tipi, bol vaktinin olduğu günlerde konsantrasyon eksikliği ve her şeye karşı sabırsızlık içindedir. Fazla vakit, her zaman yaptığı işleri yapmama ve vakit geçirmek için harcadığı zamanı kazanma, ona başka şeyler yapma imkanı vermektedir. Ancak bu imkan kendisi ve toplum için yararlı olacak işlerde değerlendirilememektedir. Çağımızın vakitsiz insanına kullanabileceği ama kullanamadığı geniş vakit ortamı, ona vakit kazancı olarak gelmemekte, harcanması gereken süreler olarak yansımaktadır. Bu bir yana, isteyebileceği şeyler için havadan kazandığı vakit, ona yarar sağlamadığı gibi, bir yönüyle sıkıntıya yol açan bir etken olarak yaşanmaktadır. Nasıl giderileceği bilinmeyen bu fazla ve geniş vakti nasıl dolduracağını bilemeyen, geniş vaktin doğurduğu rahatsızlığı nasıl alt edeceğiyle ilgili çözüm arayan insan, başka bir soruna itilmiş olmaktadır.

 

Çünkü günümüz refah toplumunun insanı yabancılaşmış, boşlaşmış, zaman değerlendirmekten çok zamanı tüketmeye çalışan bir insana dönüşmüştür. Makineler ve teknoloji ona sürekli vakit kazandırmakta, kazandırılan vakit gene onlarla doldurulmaktadır.

 

Zamanı kullanmak, değerlendirmek, hatta verimli kılmak için zamanı yönetmek gerekir. Ama bu ihtiyacı çağımızın insanı, kendisi için değil, yalnızca işi, kariyeri, kazancı için öğrenmeye çalışır. O zaman bunun kendisine bir hayrı olmayacak, işi için çalışkan bir işkolip tipten başka bir şey ortaya çıkmayacaktır.

 

 

KORONA PANDEMİSİNİN ARMAĞANI YENİ BOŞ VAKİT!

 

Korona virüsü hayatımıza ölüm korkusuyla birlikte bir sağlık kaygısı getirdi, koronafobi oluştu. Şimdilerde hastalığın yayılmasına karşı önlem olarak çalışma hayatına kısıtlamalar geldiği gibi, insanlar evlerine hapsolmuş durumdadır. Çalışmama ve bir evin içinde kalma, yapılacak şeyler için fazladan vakit kazanma anlamı taşır. Ama yapılacak şeyleri olan insanlar için. Bu bakımdan evde kalmayı fırsat sayanlar ve fırsata çevirenler de var, böyle bir şey de yok sayılmasın. Evde çalışmanın ise zamandan, yolculuk maliyetinden ve gidiş-geliş külfetinden kurtulma gibi avantajları var.

 

Eve kapandık ve yalnız kaldık! Yalnızlık iyi mi, kötü mü? Bunu belirleyen, yalnızlıkta bir şey yapıp yapmadığımız, ya da yalnızken ne yaptığımızdır.

 

İnsanın kendisi için yapacağı şeylerin bir kısmı, belki büyük bir kısmı, yalnızken yapılacak şeylerdir. İnsanın kendisini yetiştirmesi, ilerletmesi ve üretmesi, önem ve çoğunluk itibarıyla yalnızken yapılacak şeylerdir. Bunun için gerekli ama yeterli olmayan şart, kendine ait bir vakittir. Bu vakit olsa bile bireyin bunu bilmesi, bunun bilincinde olması ve bu vakti kullanmak için iradesi ve isteği bulunmalıdır.

 

Bu böyledir ama bugün büyük bir kısım insan için bu vakit olmasına rağmen, bugün çoğunluk için zorluk, bol vakit olan “evde” hayatın nasıl geçeceğidir.

 

Hesapta olmayan fazla vaktin yararlı olma imkanı söz konusudur. Yararlanılmalıdır bundan. Ama sorun var. Burada sorun, bu imkanın kullanılması ya kullanılamaması ile ilgilildir. Büyük yazar büyük romanında, böyle bir vakit fazlalığının sağladığı yararların olduğu bir bölümde bunu göstermiştir. Macondo’da bir felaket yaşanır. Sağanak halinde yağmur başlar. Ve herkes kendini yağmura göre ayarlamak zorunda kalmıştır, herkes yapacağı her şeyi ne zaman biteceği bilinmemesine rağmen yağmurdan sonraya bırakır, herkes yağmurun bitmesini beklemektedir. Yaşlılar ölmek için bile yağmurun dinmesini beklediklerini söyleyeceklerdir. Oradaki herkes herkesin yağmurun durması ile ilgili beklentisine bağımlı olduğunu düşünmektedir. Ama “… tam dört yıl, on bir ay, iki gün yağan yağmur”, her şeyi altüst eder. İnsanlar bulunduğu yerden kıpırdayamaz hale geldikleri gibi, seller akar, çiftlikler dağılır, hayvan sürüleri yok olur. Şartlar “insanı can sıkıntısına karşı koymaya” da zorlamaktadır. “Hava açıncaya dek” evlerinden çıkmayan ya da çıkamayan insanlar ya kendilerine yapacak iş yaratırlar, ya “yağmuru seyretmekten öte bir” şey yapmamayı tercih ederler ya da sıkıntıdan kahrolurlar. Aureliano Segundo “canı sıkılmasın diye, evde onarılması gereken bir yığın işe” bulaşır. Bütün ev elden geçirilir, her yer tamir edilir, sürekli tamirat yapılır. Kaldı ki ki “yağmurun her şeye zararı dokun”maktadır “ve bu onarımı zorunlu kıl”maktadır. Böylece yıllarca sürecek bir uğraşa girdiğinde işler onu hem becerikli, hem de dinamik yapmıştır, bu arada fazla kilolarını atar. O kadar kiloluydu ki hareket etmesinde bile zorluk vardı, ama “artık ayakkabısını da kendisi bağlamaktadır”.3

 

Elbette herkesin, vakti bir işe yarama ya da yararlı bir iş yapma olarak değerlendirmesi mümkün değildir.

 

Korona salgınının hediyesi vakit, yağmurun insanları evlerine hapsetmesinin getirisinden çok, “hapisane vakitliliği”ne benzemekte, daha doğrusu benzetilmektedir.

 

Bilenler bilir, hapisanelerde vaktin geçmediğinden şikayet eden insanlar yaşar. Oysa vakit gene de geçmektedir ama insanların yapacak bir şeyleri yoksa vakit onlara geçmiyormuş gibi gelir.

 

İnsanlar, fazla vakit kazandıklarında özgürlüklerini kaybetmiş olduğunu düşünmektedir.

 

Sorun vardır, sorun vakit fazlalılığıdır. Vakit fazlalığına sahip olan, bir bakıma da maruz kalan insan bunu değerlendirmekten aciz olduğu için bu sorun vardır.

 

Çağımızın insanı, vakitsizdir ama fazla vakti olduğu zaman “sıkıntı yok, vaktim çok” diyememektedir. Var olan vakit zaten kimseye yetmemektedir, ancak buna rağmen hem vakit kazanılmaya çalışılır, hem de vaktin nasıl harcanacağının yolları aranır. Yapılacak işleri ve yapacakları olan insanın vakte ihtiyacı vardır. Yapacak işleri olmayanların sözü, “sıkıntı var, ne yapacağım?”dır.

 

Söyleyeceği bir söz olmayan bir kimsenin vakti olduğunda da konuşması gerekmez. Sözü olan bir kimse ise vakti olup olmadığını düşünmez, sözünü söyler. İşler de böyledir, yapacak iş yoksa, vakit olsa da yapılmaz.

 

Yapacağı bir şey olmayan veya yapmak zorunda olduğu bir şey bulunmayan insanın vakti olduğunda yapacağı bir şey olmalıdır. Eğer yoksa sorundur.

 

Vakite çözüm aramak ne kadar tuhaftır ki günümüz insanının sorunu olmuştur.

 

Vakte yetişmek, zamanın akışına yetişmek gelişen ve üreten insanların çabası olur. Zamanı verimli kılmak zorundadırlar. Onlar için zaman boşa harcanmamak zorundadır.

 

Zaman ne kadar değerli? Ya da zaman değerli mi? Ya da zaman kadar değerli başka bir şey var mı? Bunların doğru yanıtları, ne yazık ki hep çok geç olarak anlaşılır.

 

 

MODERN İNSANIN ZAMAN KAZANMASI!

 

Yapılacak işleri olan insan tuhaf görülen bir yaratıktır. Yapılacak işler azalmış, bu işlere ayrılan zaman kısalmıştır. Üstelik son 60-70 yılda teknoloji ve teknolojinin kitleselleşmesi (makineli mutfak gereçlerinin, çamaşır makinesinin, çeşitli elektrikli aletlerin vb. yaygınlaşması) refah toplumundaki insana fazla zaman kazandırmıştır. Fast food icat oldu, nelerin nelerin (lezzetin, sofranın, muhabbetin, yemekte toplanan ailenin, alışkanlıkların vb.) mertliği bozuldu ama zaman kazanıldı (çok zaman kazanıldı, bir kişinin-ailenin günde iki-üç saat kazandığından yola çıkın, bunu en azından 300’le çarpın, bir yıllık kazanç, 3.000’le çarpın 10 yıllık kazanç…).

 

Kazanılan zaman ne işe yarayacaktır, ne işe yaramıştır? Hiç bir şeye yaramamıştır, yaramayacaktır. Ayrıca insanlar zaman kazandıklarının farkında da değildirler. Dolayısıyla “kazanılan” bu zaman gerçek zaman mıdır?

 

Bu sayede kazanılan zaman değerlendirilebilecek bir zaman olmadığından bu sefer vakit geçirici yollar aranır. Bugün en verimli sektörlerlerden biri insanlara zaman geçirici mekanizmaların üretimi ve pazarlanmasının sektörüdür. Batı dünyasında eğlence ve vakit geçirme sektörlerindeki pay tahmin edilebileceğinden fazladır.

 

 

EVDE KALMANIN GERÇEK SORUNLARI

 

Korona ölümlerinin dünya nüfusuna vurulduğundaki azlığı, herkesin ölüm korkusu duymasına yol açması gerekmezken, yaratılan panik havası yüzünden herkes önce bundan payını almış, koronafobi aşamasından geçmişti. Bugünlere gelindiğinde ise evde kalınmasının gerekliliği, yalnızlaşma gereği, istediğin yere gidememe zorunluluğu, herkesin şikayeti haline gelmiştir.

 

Bu durumda sorunların gerçek olanlarına bakmamız gerekiyor. (1) Yalnızlık, (2) çocuklar ve yaşlılar, (3) ev içi yeni sorunlar.

 

1) Eve hapsolmuş yalnız insan elbette her yerde sorundur ve bunu yok etmek, hatta azaltmak bile zordur. Bu zorluğun da altında refah toplumlarında yalnız insan yaşantısının önemli bir boyutta olması ve bunun oranının giderek yükselmesidir. Yani sorun, yalnızlaşan ve yalnız yaşamakta olan insandadır.

 

Bu konuda ilginç olan bir durum, çeşitli nedenlerle (evde çalışmak, kendine yarattığı işler ve üretim dolayısıyla gününün çok büyük bir kısmını evde geçirmek, dışarıda kendisi için ilginç bir şey olmadığını düşünmek dolayısıyla evde gün geçirmeyi tercih etmek gibi nedenlerle) hayatı evde geçen insanların, evde kalma zorunluluğu yüzünden dışarıya çıkmaya heves ve istek göstermelerinde görülmektedir.

 

2) Çocuklar ve yaşlıların kapalı mekanlarda kalması onların sağlıkları ve psikolojileri için zararlı olduğu gibi, alışkanlıklarına, beklentilerine ve isteklerine de uygun bulunmamaktadır. Dar ortamlarda işe yarayacak süreli uğraşlar bulunmasında zaten zorluklar vardır ve bunların olduğu kadarıyla uygulanması da kolay değildir.

 

3) Ve ev içi yeni sorunlar, sanılandan daha önemliymiş. “Korona günlerinde aşk”, vakit geçirme konusunda çiftler ve çift olabilenler için çözüm olsun diye akla gelmişti, ancak aradan birkaç hafta geçince bu önerinin ters teptiği, daha doğrusu yan etkileri olduğu ve bu yan etkilerin de oldukça önemli yeni “sağlık” (yalnız kişisel sağlık değil aynı zamanda toplumsal sağlık) sorunlarına yol açtığı öğrenildi. Japonya’dan bir haberle, ev ortamında hiç olmadıkları sürelerde bir arada kalan çiftler arasında boşanmaların kısa sürede çoğalmış olmasıyla sarsıldık! Neyin sonucu olduğu belli, bir arada olmaya alışık değiller. Bir-iki hafta içinde Almanya’da çiftler arasında şiddet olaylarının artmış olduğu haberleşti. Ve ev için çatışmalar aniden sayıca patlama göstermiş.

 

Aşk”tan vazgeçtik, çiftler birbirini kemiriyor, birbirine düşmanlaşıyor! Öngörülemedi.

 

Yan etkiler yarardan fazla oluyor demek ki.

 

Korona artık ölüm korkusu veren bir salgın olmaktan çıkmış, can sıkıntısı nedeni olmuş, bu da yeni, yepyeni sorunlara yol açmıştır.

 

Tabii bir de evde kalmamak zorunda olanlar var, günlük paralarını dışarda kazananlar, günlük kazananlar. İçlerinden itaatsizlik yapmak geliyor haliyle, çünkü geçimleri evde kalmamalarını gerektiriyor. Ama itaatsizlik de bir işe yaramıyor. En büyük ve çözülemez zorluklardan biri de bu. Bu durum, evde kalmamaya çalışan, evde kalmamak zorunda olan bir toplum kesimini ifade ediyor. Aksi gibi, evde kalmadığı halde işini yapamaz olmayı yaşayanlar da var, satıcılar, esnaf, seyyarlar vb. Onları mutsuzluktan ve çözümsüzlükten başka bir şey beklemiyor. Çünkü evde kalanlar yalnız kendileri değil, eğer satıcıysalar müşterileri de.

 

 

PANDEMİNİN DOĞURDUĞU BİR AHLAKSIZLIK VE SALGININ YAYILMASINA KATKI!

 

İspanya, İtalya ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinde görülen, yaşlılar için bakımevlerinde, huzurevlerinde çalışan persolenelin iş bırakması. Gazetelerde haber olan olaylar feci. İspanya’daki bir huzurevinde hiç personel kalmamış, polis denetiminde içeriye giren bir ekip yerlerde yatan 16 ölü bulmuş. Büyük bir kısmı korona virüsünden değil, açlık ve bakımsızlıktan hayatını kaybetmiş. Koronadan hayatını kaybedenler ise görevinden kaçan bir personal tarafından infekte olmuşlar (ama o kaçan personel koronanın kendisine bulaşmasından kaçmış). Almanya’da gene tek bir personeli kalmayan bir huzurevinde 14 ölüm olayı gerçekleşmiş.

 

Burada rezalet yanında ilginç olan şey, “işyerine” korona virüsü geldi diye kaçanların salgını yayma konusunda oynadıkları rol.

 

Bu çok önemli, bana Avrupa’da veba salgınlarında pandeminin ortaya çıkma nedenlerinden birini anımsattı. Örneğin Almanya’da, veba salgınlarında kilise mensuplarının çok az sayıdaki keşiş hariç bütün papazların, piskoposların, görevlilerin bulundukları yeri terkederek başka yerlere gitmeleri. Ama kaçanlar, hastalıktan kaçabiliyorlar mı, bu başka konu, daha fecisi, gittikleri yere vebayı götürüyorlardı, böylece veba salgınının yayılmasına katkıda bulunuyorlardı. (Başka kaçma imkanı bulanlar da oluyordu ama kilisenin önemi, hem sağlık konusunda ve hem de ölüm sonrası faaliyetle ilgili olarak işlevlerinin olmasındaydı, yani bütün herkes kaçsa bile onların görevlerinden ayrılmaması gerekiyordu.)

 

Bugün ve geçmişte benzer şekillerde görevlerinden kaçanlar, her ne kadar başka yerlerde de örnekleri olsa da, bunlar, bir Batıcı benciliğin ve bencilliğin, bir Batı icadı olan liberalizmin uç verdiği, toplumsallıktan ve erdemden uzak davranışlardır. Kendilerini kurtarmamak bir yana, topluma hastalığı ve kötülüklerini de aşılamışlardır. Ahlaksızlık olarak da olumsuz örnek olmuşlardır.

 

Koronanın doğurduğu” dedik, ama doğru değil, pandemi, var olan bir şeyin ortaya çıkmasını sağladı sadece. Refah toplumunun insanı kendini kurtarmaya çalışmış! Kötü olan şey o.

 

 

KORONA GÜNLERİNİN TOPLUMSAL, SİYASAL HATTA İDEOLOJİK SONUÇLARI VE

YENİ ANLAŞILANLAR

 

Korona günleri bir toplumsal dönüşüm ve değişime yol açmış görünüyor. Bunun boyutları henüz tam kestirilemiyor. Toplumsal değişim bir değerler bütünü içinde anlam taşır. Topluma yabancı, anlamsız, kendisi için olan insanın durumu hiç iyiye gitmedi, ama sistemler, devletler, düzenler zorunlu olarak doğru bir arayışa ve tartışmaya girdi; felaket senaryolarına ancak dayanışmacı, merkeziyetçi, kamucu, devletçi ve hatta dünyasal ve enternasyonalist anlayışlarla direnilebileceği ortaya çıkıyor. Ayrıca küreselcilik ucundan kenarından zarar görecek gibi görünüyor.

 

Bir de, bir de, korona günleri, yapılmak istenen ve yapılmakta olan kötülüklere son verir mi, en azından onları azaltır mı acaba? Korona sayesinde gazetelerde ve medyada savaş haberleri çıkmaz oldu da…

 

 

NOTLAR

 

 

1Marx şöyle yazmıştı: “Bir bütün olarak kapitalist üretim biçiminin, iş araçlarına ve emek ürününe, işçiye karşıt olarak verdiği bağımsız ve yabancılaşmış karakter, demek oluyor ki, makine ile, tam bir zıtlık halini alıyor. Bunun için de makire ile birlikte, ilk defa olarak, işçinin iş aracına karşı şiddet ve hiddetle başkaldırdığı görülür.” (Karl Max, Kapital, I. Cilt, 3. Kitap, Sol Yayınları Ankara 2009)

Makine düşmanlığı, Ned Ludham adında bir işçi tarafından 1758 yılında başlatıldığı için “Ludistler hareketi” olarak adlandırılmış, bu yüzden bu harekete Ludizm denmiştir.

En son ve en etkili olarak 19. yüzyılın ilk 16 yılında gene İngiltere’de yaşanmıştır.

2 Burada konuyu dağıtmamak için bu kavramları genişletmek istemedik. Ancak meramımız, insanın doğaya zarar verdiği, çevresini gözetmediği, geleceğini ise sarfetmekte olduğu yolundaki görüşlerle ilgilidir.

3 Gabriel Garcia Marques, Yüzyıllık Yalnızlık, Sander Yayınları, İstanbul 1982, s. 328-345.

Bunları da sevebilirsiniz