Alkışlar Satranç’a

Stephan Zweig, Türkiye’de neredeyse her sene en çok satan yazarlar listesine giren yazarlardan birisi. Belki de fazla kötümser bir yaklaşımla, Zweig’ın çok satanlar listesine girmesini, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Olağanüstü Bir Gece ve Satranç gibi, kısa kitaplarına bağlamışımdır. Kitapçılarda gezindiğim her zaman aklıma gelir bu, sonra da öyle ya da böyle, okunuyor olmasına sevinip; devam ederim raflar arasında dolaşmaya. Bu yazıda da size Satranç’tan bahsedeceğim. Ama yazının esas konusu kitap değil, oyun olacak.

Geçenlerde, seneler önce çok severek okuduğum Satranç’ı sahnede izleme olanağına eriştim. Duendo Tiyatro tarafından sahneye konulan oyun sonlandığında, oyunun uzun zamandır izlediğim en güzel oyun olduğuna emindim. Ya da beni en çok tatmin eden mi demeliyim? Kalabalık kadrolu, çoğu kaotik ilerleyen ya da büyük prodüksiyonlu pek ünlenmiş oyuncuların sahnelediği oyunlardansa yalın oyunları çok özlediğimi fark ettim. Satranç tam da bu özlemimi gidermişti. Yalın ama doyurucu, olgun bir oyun.

Satranç’ı bu denli sevmemin pek çok nedeni olduğu ve oyunun harika bir bileşimin eseri olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bu harika bileşimin en önemli ögelerinin başında hiç kuşkusuz metnin gücü geliyor. Oyunu izlerken, Nazi zulmünden kaçan ve Brezilya’da sürgündeyken yaşadıklarının ve Avrupa’nın makus talihinin ağırlığına dayanamayarak intihar eden Zweig’ın ne denli zamansız (aslında tüm zamanlara ait) bir metin kaleme aldığını iyiden iyiye duyumsuyorsunuz. Metinde, tarih, faşizm, psikoloji, insanın iç çelişkileri, gülünç insanlık halleri ve hayata dair pek çok şey sanki zamandan ve mekandan bağımsızcasına ele alınıyor. Kitabın da oyunun da yalınlığının ve yoğunluğunun en önemli nedenlerinden birisi bu olsa gerek.

Oyun ise metnin tüm bu zamansızlığına ve mekansızlığına uygun biçimde konuluyor sahneye. Tek bir oyucu var sahnede. Hem de bir kadın oyuncu. İpek Taşdan, tiyatroyu aşkla yaptığı, metni oynamadan adeta yaşadığı ve yaşattığı belli olan bir oyuncu. Tümü erkek olan ama aslında cinsiyetsiz birbirinden çok farklı karakterleri, ustaca canlandırıyor. Sahnede kaldığı aralıksız yetmiş beş dakika boyunca, gerçekten büyüleyici bir performans sergiliyor. Taşdan, aynı zamanda oyunun yönetmeni. Tüm karakterlerin, tek bir bedenden, tek bir solukla bu denli güzel canlanmasının en önemli nedenlerinden birisi de bu bence. Yönetmen ve oyuncu arasındaki engelsiz uyum.

Oyunu gerçekten etkileyici kılan diğer bir öge ise, sahne yönetimiydi. Dekor, ışık, kostümler ve müzik çok başarılıydı. Ana dekor, sahnenin ortasına konumlandırılmış büyük ve geniş merdiven benzeri bir dekordu. Merdiven, farklı mekanlara göre farklı şekillerde konumlandırılıyor ve oyuncu dekor üzerinde adeta zamandan zamana, mekandan mekana geçiyordu. Sahnede kullanılan diğer eşyaların her biri, küçük ve yerli yerinde değerlendirilmiş; oyuna renk ve heyecan katan detaylardı. Oyuncunun, gösterişten uzak ten rengi elbisesi, bir yandan oyuna zarif bir hareket katarken, diğer yandan da tüm dikkatin metne ve performansa odaklanmasını kolaylaştırıyordu. Işık ve müzik kullanımı performansı etkileyici kılmakta birebirdi.

Tüm bu etmenler birleşince, izleyiciye de, doyurucu bir metni, etkileyici bir performansla izlemek kalıyordu. Ben de öyle yaptım. Kimi zaman gözlerim dolarak, kimi zaman kalp atışlarım hızlanarak izledim oyunu. Uzun zamandır ilk defa gerçekten oyunun içine girebildiğimi hissettim. Perde kapandığında, oyunun etkileyiciliğinin yanı sıra, bir kadın yönetmenin, zamansız ve (orjinalde) erkek karakterleri canlandıran bir kadın oyuncunun sahnelediği böylesine güzel bir oyun izleyebilmenin gururunu da hissediyordum. Siz de hissedin isterim bu güzel duyguları. Olanağınız olursa, izleyin Satranç’ı. Benim alkışlarım Satranç’a. Bence sizinkileri de hak ediyor.

 

Bunları da sevebilirsiniz