İnsanın Alçalması ve Ulusalcılık

İnsan ilkel toplumu aşarak geliştikçe, insanlığa karşı işlenen suçlar da artarak çoğalmaktadır. İlkel toplumda üretim insanın kendi yaşamını devam ettirebilmesi için yapılırdı. Doğanın kendilerine verdiği yiyecekleri toplar ve avcılık yaparak geçinirlerdi. Özel mülkiyet olmadığı için de doğadaki her şey toplumun ortak malı sayılırdı. Böyle bir toplumda insan, insan olarak yaşardı. Herkesin hak ve hukuku bir diğerinden daha üstün ve ayrıcalıklı olmadığından bu toplumda temel unsur dayanışmaydı.

Zaman ilerledikçe bazıları kendilerini diğerlerinden güçlü görerek, toplumun ortak kullanım alanını çitle çevirerek mülk edindiler. Bu durum bazı sosyologlara göre hırsızlıktır. Yani özel mülkiyet hırsızlık üzerine yükselmektedir. Ayrıcalıklı böyle bir yaşam, giderek toplumu ayrıştırmakla kalmaz, onu kendi arasında derecelendirir. Farklılaşan toplum yeni aşamalara uğrayarak sınıflaşır. Bu oluşum giderek insanın alçalmasına ve aşağılanmasına neden olur.

Çevrilen toprak miktarı arttıkça, oluşan farklılaşma o toplumda var olan değer yargılarını yeniden oluşturur. Geçmişte kendisi için üretim yapan insanların büyük bir çoğunluğu güçlü için çalışır ve bölgenin egemenine boyun eğmeye başlar. Artık, derebeyi her şeydir. İnsanların çalışmasından ölümüne kadar her şeye karar veren derebeyi, insanlığın her geçen gün biraz daha alçalmasının sebebi olur. Derebeyinin ağzından çıkan her kelime yasa hükmündedir. Tartışılmaz, üzerinde fikir yürütülmez, sadece uygulanır. Bazen bu tür ilişkileri kendisinin belirlediği aracılar ile yapar.

Toplum ilerlerken insan beyni boş durmaz. Yeni gelişmeler toplumda yeni fikirlerin doğmasına neden olur. Zira, zihinsel gelişim teknik gelişmeyi tetiklediği gibi, teknik gelişimler de yeni düşüncelerin doğmasına nedendir. Bu durum bir döngü olarak zaman içinde kaçınılmaz olarak devam eder. İşte bu değişim ve dönüşüm feodal yapının içinden kapitalizmin doğmasına neden olur. Derebeyin himmeti ile çalışan insanlar artık ücretli emekçiler olurlar. Feodal toplumda var olan sömürü ve emeğin istismarı artık emeğin kendisine yabancılaşmasına neden olur.

İnsanlık tarihindeki bu gelişme ekonomik olarak kapitalizmi başlatırken sosyolojik olarak da milliyetçiliğin doğmasına neden olur. 1789 Fransız Devrimi topraklarının içindeki insanları ve ekonomisini korumak ve kollamak için milliyet kavramını topluma yerleştirir. Artık sınırlar genişlemiş, nüfus artmıştır. İnsan her geçen gün biraz daha ezilmekte, horlanmakta ve alçalmaktadır. İnsanlara dayatılan, ertesi gün çalışabilmesi ve yaşaması için bir lokma ekmek, bir hırkadır. Bu devranın devamı için en güçlü ve tartışmasız araç da dindir. Fransız burjuva devrimi Avrupa’daki aydınlanma ile dini devletten ayırarak laik topluma ilk adımı atsa da, dünyanın birçok yerinde din, toplumu baskı altına almada en büyük silahtır. Dünya egemenlerinin ellerinde bulunan en büyük güç de para ve dindir.

Tekerleğin keşfinden sonraki en büyük keşif ise buharın sanayide kullanılmasıdır. Bu, teknolojinin ve üretimin hızla gelişmesini sağlamıştır. Milli burjuvazi, milli toplumu ve milli devleti yaratmıştır. Emperyalist döneme geçen kapitalizm, sömürüsünü de hızla dünyaya yaymakta ve dayatmaktadır. Ahlak değerlerinden yoksun kapitalizm insanlığın üretimini sömürdükçe sömürmekte, dünyayı kan ve ateş içinde döndürmektedir. Milli devlet, bir sınıfın ve bir etnik gücün aracı olarak ne insan hakkı tanımakta ne de hukuka saygı duymaktadır. Bu durum giderek kapitalizmin iç çelişkisi olarak emekten ve insandan yana sosyalizmi doğurmuştur. Artık işçiler haklarını aramak için sendikalarda örgütlenmekte, daha güzel bir dünya için savaşım vermektedir.

Birinci Dünya savaşı kapitalizmin yıkımına doğru gidecek bir neden olarak, milli çıkarların korunması adına başlatılsa da, sonunda işçilerin kendi iktidarlarının ilk defa Rusya’da kurulmasına neden olacaktır. Kuruluşun aşamasındaki Sovyetler, temel olarak hukukun üstünlüğüne dayalı, etnisiteden ayrışmış, insan haklarına saygılı bir Sovyet ulusu doğurmuştur. Böyle bir ulus ne ırk birliği, ne dil, ne din birliği, ne tarih birliği, ne de ortak geçmiş tanımaktadır. Kurulan ulus devletin tek bir ortak noktası vardır; o’da ortak irade birlikteliğidir. Milli devlet sürecinde hakim ırk, diğer ırklar üzerinde sınırsız baskı uygulayarak azınlıklar yaratırken, Ulus Devlet ortak iradeye ve hukukun üstünlüğü ile insan haklarına önem vermektedir. Milli devlet hakim ırka öncelik verirken, ulus devlette herkes eşit konumdadır.

Milli burjuva devletlerinde asli unsur olan ırk ayrıcalıklı hukuka sahipken, azınlıklar olarak tanımladığı diğer ırkları aşağılayıp onlara ikinci sınıf vatandaşlar olarak bakar. Ulus devletlerde ise her etnisite diğeri karşısında eşit konumdadır. Ulus devletlerdeki ölçü bileşik kaplara benzer. Şayet biri üstünlük taslarsa diğeri de aynı ölçüde artar. Milli devlet anlayışı diğerlerini ezici bir karaktere sahiptir. Bunun en kaba, en vahşi ve acımasız olanı kapitalizmin en üst silahlı aşaması olan faşizmdir. Özellikle Alman faşizmi yirminci yüzyılda insanlığı alçaltma açısından doruk noktasıdır. Üstün bir ırkın diğer ırklar üzerindeki etnik anlayışı, milliyetçiliğin bıçak sırtı gibi, insanlıkla vahşilik arasında yakın ilişkisini gösterir. Bu yakın tehlike yirminci yüzyılda ulus devlet anlayışını öne çıkarmıştır. Çünkü ulus devlet yukarıda da belirttiğim gibi bileşik kaplar gibidir. Etnisitelerden biri yükselirse diğeri aşağı seviyede kalmaz. O’da diğeri oranında yükselir veya alçalır.

Çağımızda insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanmayan bir devletin, ulus devlet olma şansı yoktur. Nitekim Sovyetlerin Birliği’nin dağılması etnik olarak birçok devlet doğurmuştur.

İnsanın yücelmesi eşit hukuka dayalı ulus devletlerle olasıdır. Vahşi ve sömürgen kapitalizmin ideolojisi olan milliyetçi devletler insan haklarından uzaklaşma eğilimine yatkındırlar.

Bunları da sevebilirsiniz