Olası İstanbul Depremi Dolayısıyla Doğal Afetler ve Uygarlık

1919‘un Eylül ayı sonunda Silivri’den başlayan Batı Anadolu deprem dalgası Türkiye’nin tekrar deprem tehlikeleri konusuna eğilmesinin nedeni oldu. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi, İstanbul’un yaşadığı felaketin tekrarlanabileceği olasılığı yüzünden gözümüzü açmıştı. Özellikle İstanbul, çünkü Marmara Depremi Marmara bölgesinde geniş çaplı zararlara ve yıkımlara yol açmıştı ama büyük nüfusu barındırması ve yapılaşmadaki sorunları yüzünden en çok üzerinde durulan yer kaçınılmaz olarak bu en büyük kentimiz olacaktı.

Arıyoruz, önlemler neler olabilir, deprem sonrası neler yapılabilir, en az zararla geçiştirmenin yolları nelerdir vb? Bu tür sorular yapılabilecek şeyleri tartıştırıyor.

Doğal afetleri önlemenin yolu yok! Ama insan ve “uygarlık”, yakın yüzyıllara kadar deprem gibi doğal afetlerin zararlarını hafifletmeye yönelik yollar ve çareler üzerinde pek durmadığı gibi, doğal afetlerin etkilerini genişletmeyi doğuran yanlışlıklar kümesinin sahibi de olmuş. Bunların başında fay hatlarında kentleşme ve nüfus yoğunlaşması geliyor.

Çok şükür artık, insan ve uygarlığın bu konudaki yanlışlıklarının toplumsal bilince çıkmış olduğunu görüyoruz, ancak depremlere kafa yoranlar ve uzmanlar deprem afetinin zararlarını hafifletecek çözümlerin henüz yeterince uygulanmadığından söz ediyor. Bunlar bilinmediğinden mi, hayır, kendimizi kandırmakta ustalaşmışız. Ranttan vazgeçilemiyor. Yatırımdan kaçınılıyor. Gereken şeylere öncelik verilemiyor vb.

Ders almayı ve önlemleri uygulamayı zorlaştıran anlayışlar var, kader anlayışı gibi. Ayrıca Marmara Depreminin İzmit-Yalova bölgesindeki ağır zarar başka dinsel yakıştırmaların ve dinsel yorumlamaların konusu olmuştu. Yobaz ve dinsel gericilikleriyle bilinen çevreler depremin silahlı Kuvvetlerimizi cezalandırmaya yönelik olduğunu ileri sürmüştü. Ayrıca “dinden uzaklaşan” toplumumuzun başına bu gelmeyecekti de ne olacaktı? Atatürkçü aydın din adamı Prof. Yaşar Nuri Öztürk bile depremi “ilahi ikaz” diye nitelendirerek bu gericiliğe yakın durdu.1 İnanılır gibi değil ama, böyle.

O günlerde böyle yorumlar yapmayı bizim gericilerimiz mi icadetti? Hiç değil.


Tanrıların Gazabı

Tarih boyunca doğal afetler hep tanrıların gazabı ve cezalandırması üzerinde durularak açıklanmıştı. Başka türlü yorumlar olduysa da bunlar hep cılız kalmış, “insanlık”, geniş ölçülerde kendimizi suçlayan açıklamaların neden olduğuna inanmıştı.

Örneğin, salgın hastalıklar, doğal afetler arasında görüldüğü gibi, hep Tanrıların gazabının sonucuydu! Hatta Avrupa’da, veba, çiçek ve kolera gibi toplumların nüfusunu azaltacak ölçüde zarar veren salgınlara müdahale edilmemesi gerektiğini savunanlar bile oluyordu. Tanrıların işine karışılmamalıydı. Tanrının cezalandırmasından kurtulmaya çalışmak da şuçtu! Hem önlem alınması, hem salgının yayılmasına karşı yapılacak şeyler, hem de hastaların tedavi edilmeye çalışılması yanlıştı! Tek yapılan, felaketten kaçmaya çalışmak, “kendini kurtarmak”tı. Kaçanlar da sorun oluyordu. Bilmeden salgını başka yerlere taşıyorlardı. Kendilerini toplumdan tecrit edenlerin kurtulacağı düşüncesiyle, ki bu yanlış da sayılmazdı, az sayıdaki insan, elbette bunlar seçkinler ve zenginler oluyordu, kendilerini dışarıyla temas kesen yerlere, şatolara, malikanelere kapatıyorlardı. Örneğin, Giovanni Boccaccio’nun (1313-1375) Decameron’u (1353) böyle ortamların anlatımıydı. 1348’deki veba salgını Avrupa’yı kırıp geçirmişti.

Avrupa’nın bu zihinsel çarpıklığında esas rol ne tuhaftır ki Hıristiyanlığın içine gömüldüğü bilim karşıtlığı ve müminleri korkutma amaçlı yapay olarak üretilmiş bağnazlıktı.

Bir yerde salgın başladığında kiliselerde hiç görevli kalmazdı, önce papazlar ve diğer kaçabilenler, salgının henüz başlamadığı yerlere giderdi. Halka yardımcı olmamak için sığındıkları bahaneleri, Tanrının işine karışmamaktan başka bir şey değildi.

Bir de salgınların nedeni ile ilgili olarak günah keçisi arayanlar oluyordu. Böyle arayışlar, salgın nedenlerinden ve çözümlerden uzaklaşmayı sağladığı gibi, toplumsal ayrışmaya ve nefret üretimine hizmet eden fanatizmdi. Örneğin, Almanya’da veba salgınlarında suçlananlar Yahudilerdi. Neden? Yahudiler veba salgınlarının dışında kalıyor, hastalanmıyor, ölmüyorlardı. Bunun basit olan nedeni aranacağına geleneksel Yahudi düşmanlığı devreye sokuluyor, Yahudiler gerektiği gibi cezalandırılıyorlardı (kitlesel öldürümler; Ren Nehri boyundaki Yahudiler öldürülüp nehre atılıyor, nehir boyunca Yahudi cesetleri yüzüyordu). Vebayı kendilerine onların sabotajları getirmişti, kuyularına veba “zehirleri”ni atıyorlardı, hastalığın şeytanlarını onlar gönderiyorlardı vb. Hastalıktan kaçarak kurtulacağını düşünenler, nedense Yahudilerin önceden “kaçmış” olduklarını akıllarına getirmiyorlardı. Alman toplumunun dışında gettolarda, sadece kendilerine ait köylerde yaşamak zorunda olan Yahudilerin Alman toplumuyla hiç temaslarının olmadığı yerlerde olmaları salgından kurtulmalarını sağlamaktaydı.

Gerek antik Grek ve Roma dönemlerinde, gerekse dünyanın başka yerlerindeki kadim uygarlıklarda bütün doğal afetler, kızdırılan tanrılardan gelmekteydi.

Sodom ve Gomorro kentlerini yıkan depremler, başka birçokları gibi, ahlaki çöküşün sonucuydu!

Kader de işin içine girmekteydi. Toplumlar da “alın yazıları”ndan kurtulamazlardı.


Lizbon: 1 Kasım 1755, saat 9:30

Depremler tarihinde doğal afetler içinde olağanüstü boyutlarda etkileri olanlar arasında en ön sırada olmamakla birlikte Lizbon Depreminin ayrı bir önemi vardır. Lizbon, yakın yüzyıllarımızda olan depremler arasında, birincisi Avrupa içinde olanların en ilgi göreni olmasındandır. Deprem Avrupa’nın en önemli, en zengin, en bilinen kentlerinden biri olan Lizbon’da, bir başkentte olmuştur. En önemlisi ve üçüncüsü, Lizbon Depremi sonrası yapılanların deprem felaketi alanında örnek olarak değerlendirilen çalışmalar olmasıdır.

Portekiz, başkentinde böylesi büyük bir felaket yaşanan Avrupa’nın ilk gelişmiş ulus devletiydi.”2

Depremde insan kaybının 70 bin sayısına ulaştığından söz edilmiştir. Tahminler, 20 bin civarında olan konutların yalnızca 3 bininin içine girilebilir durumda olduğu yolundadır.

Lizbon’un ve Lizbonluların günahları elbette ilk akla gelen deprem nedenidir! Dindar kentin, Hıristiyanlıkta yerinin önemi olan, Engizisyonun kenti olan Lizbon’un ahlaki suçları tavan yapmıştı. Keşifler sonrası dönemde Lizbon yalnız önemli ve büyük bir kent değildi, aynı zamanda limandı. Limanlar ise, önce genelevleriyle ve eğlence dünyasıyla kentlere özellikler katıyordu. Ve Lizbon okyanusun ilk en büyük limanı olmuştu.

Protestanlar için deprem Katoliklere iyi bir Tanrısal dersti.

Lizbon Depreminin Avrupa’nın entelektüel akımları arasında anlam kazanması düşünsel planda da etkisi olduğunu göstermektedir.

Rousseau, bilginin ilerleyişinin zararlı olduğunu, çünkü bu ilerleyişin, “insanı doğal günahsızlığından yozlaşmaya doğru uzaklaştırdığını” savundu.3

Depremin kavramsal ve felsefi tartışma yaratması yanında deprem sonrası yapılanlar, başarıları dolayısıyla afetlere karşı mücadelenin temel sorunlarının çözülerek ele alındığı uygulamalar olarak değerlendirilecekti.

Neler yapıldı? Depremin yarattığı yangınlar daha sönmeden yağmacılar ve talancılar kente daldılar. Hapishaneler de yıkılmış, ölmeyen bütün mahkumlar “özgürleşmişti”. Cesetler ve yıkıntılar pervasızca soyuluyordu. İşte bu durumda Dışişleri ve Savaş Bakanı Carvalho de Mello, Kral I. Emmanuel tarafından görevlendirildi. Tam yetkili bakan yönetim merkezini at arabasının içine aldı (ve kent yeniden kuruluncaya kadar arabadan ayrılmayacaktı). Suçüstü yakalanan talancılar hemen öldürüldü. Bütün hırsızlar ve yağmacılar kent dışına atıldı. Ama çalışacak durumda olan hiçbir kimsenin de kent dışına çıkması yasaklandı. İtfaiye örgütlendi, yıkıntıları kaldırma ve kurtarma birlikleri oluşturuldu. Kamuya açık mutfaklar kuruldu. Limana giren gemiler yüklerini deprem öncesi fiyatlara satmak zorunda bırakıldı. Yeni konut yapımına başlandı. İnşaat keresteleri getirildi, tuğla ve kiremit üretecek ocaklar kuruldu.

Tefecilere, vurgunculara, soygunculara karşı önlemler alındı, yasaklara uymayan 34 kişi darağaçlarında sallandırıldı.

Haftalık gazete Gazeta de Lisboa yayınını aksamadan sürdürdü. Toparlanma çalışmalarının yürütülmesini kolaylaştırıcı yayınlar yapacaktı. İnsanların güveni doğru haberle sağlanabilirdi. Ticari faaliyet aksamadan sürdürülüyordu.

Kilisenin de yapacağı bir şey vardı: “Günahkar insanlığın cezalandırılması için Tanrının gönderdiği felaket” mavalına son verilecek, vaazların içeriği hemen değiştirilecekti.

Bakan Carvalho de Mello, dünyada ilk olarak depremi, oluş biçimini, artçı depremleri, yıkımın nedenlerini, deprem-dalga ilişkisini kapsamlı bir biçimde araştırtan insan oldu. Depremin dökümünü ve sonuçların değerlendirilmesini bilimsel olarak yaptırdı.

Bütün bunlar mükemmel bir planla yürütülmüştü. Bunların sonucunda dinsel bağnazlıktan kurtulup akıl yolunun bulunması sağlanmış, insanlar yeni bir umutla seferber edilmişti.4 Çünkü deprem bir doğa olayıydı!

Başarının nedeni olan bu anlayış, bütün Avrupa’da bilimcilerin konuya eğilmelerine, tartışmaları yönlendirmelerine, araştırmalara katılmalarına yol açmasıyla tarihsel bir dönemecin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Doğal felaketler bu sayede Aydınlanmanın bir ayağını meydana getirecektir.


Başka Önemli Depremler

1 Eylül 1923: Tokyo Depremi

Bütün Japonya depremlerinin başında gelen bu deprem, 1633, 1650, 1703, 1855 yıllarındaki bütün önemli depremlerin üstündeydi. Bunların hiçbiri 1923 depremi kadar yıkıcı, yok edici, öldürücü bir felaket olmamıştı.

Bir cumartesi günü saat 12:00’ye iki dakika kala başlayan deprem beş dakika kadar uzun sürmüştü. Richter ölçütüne göre 8,3 şiddetindeydi. Ardından 12 metre yüksekliğindeki dalgalar kıyıları vurdu. Ertesi gün yine aynı büyüklükte iki deprem oldu. Artçılar da sayısız deprem olarak devam etti durdu. Öğle saatlerindeki deprem Tokyoluları yemek pişirilirken yakaladığı için neredeyse kentin bütün yıkıntılarında yangınlar ortaya çıktı. Başkent tümüyle yanıyordu.

Boş alanlarda toplananlar ve nehir kenarlarına gelenler de yanmaktan kurtulamadı. Yıkıntıların altında kalanlar ve oralarda ölenler dışında bu alanlardan 30 bin kömürleşmiş ceset sayılacaktı.

Yarım milyonu geçen sayıda ev ve bina dümdüz olmuştu.

Bitişik kent Yokohama da aynı şekildeydi. Her yerde metrelerce genişlikte yarıklar açılmış, kent tabanı çökmüştü.

Yalnız Yokohama’da 150 bin kişi ölmüş, 100 binden fazla insan yaralanmış ve sakatlanmış, 1,5 milyon insan evsiz kalmıştı.

Bu iki kentin felaketi, bu kentlerde yaşayan Korelilere kesildi, fısıltı haberleşmesi, soygun, yağma, hırsızlık ve cinayetlerin faillerinin onlar olduğunu yayıyordu. Güya su kaynakları da zehirleniyordu. Bunların sonucunda oluşturulan çeteler Koreli avına çıktı. Yığınla insan linç edildi.5

Sonuçta, Japonya bu felaketten başarılı bir çalışmayla kendini toparladı. Yedi yıl içinde Tokyo ve Yakohama yaralarını sardı, eski durumuna benzer bir duruma geldi. Fakat yapılanlar her zaman yapılanlar değildi, artık yeni binalarda raylı sistemlerden esnemeye uygun malzemelere ve tekniklere kadar depreme dayanıklı inşaat yöntemleri geliştirilmişti.

Bugün aynı deprem bölgesinde 15 milyon kadar insan yaşıyor, ama depremlerden pek zarar görmeyen yapılarda.

Benzer bir güvenliği Türkiye’nin de yaşaması temennisiyle.


28 Temmuz 1976: Çin Halk Cumhuriyeti’nin Tangşan Depremi

Çağların en büyük depremi diye anılan Tangşan Depremi, yerbilimcilerin daha önceki depremlerde olacağını farkedip halkı sokağa dökmeleri gibi olmamış, yüzbinlerce insanın göçük altında kalmasına yol açmıştı. Çünkü bu sefer deprem belirtiler vermemişti. Şubat 1975’te Liaoning’de bilimciler deprem belirlemesinde bulunmuşlar, kitlelerin ölümden kurtulmasını sağlamışlardı.

Richter ölçütüne göre 8,2 şiddetinde olan deprem yerdeki insanları kaldırıp kaldırıp yere vuruyordu. Kırk sekiz saat devam etti, 127 kez kaydedildi. İnsan kaybı milyona yakındı.

Aradan bir süre geçtikten sonra kent yeniden ayağa kalktı, ama bu kez evler depreme daha dayanıklı yapılmıştı.6

On yıllardan beri deprem sonlarında Çin Halk Cumhuriyeti’nde bütün eski evler ya yakılıyor ya da yeni sistemlerle sağlamlaştırılıyor.

Marmara Depreminden sonra İstanbul’da yapılan yeni inşaatların da depreme dayanıklı nitelikte olduklarını umut etmekten başka yapacağımız bir şey yok.

Ama Çinlilerin depremi önceden anlayabilme konusundaki bilimsel çalışmaları, özellikle Şubat 1975 depreminden sonra bütün dünyanın ilgisini çekmişti.


1 Kanal 7, 29 Ekim 1999.

2 Russel R. Dynes, „1755 Lizbon Depremi ve Leibnitz-Voltaire-Rousseau Tartışması“, Bilim ve Gelecek, sayı 189, Kasım 2019, s. 36.

3 Adı geçen makale, s. 32.

4 Tarih Boyunca Dünyayı Sarsan Doğal Felaketler, haz. Yücel Feyzioğlu, Pencere Yayınları, İstanbul 2000, s. 68-71.

5 Aynı eser, s. 110-112.

6 Aynı eser, s. 125-128.

Bunları da sevebilirsiniz