Ayıyla Dansa Hoşgeldiniz

Ruslar der ki, “Ayıyla dansa kalkarsanız eğer, dansı bitirmek kararı ayıya aittir…

31 Ekim 1984’te, yani bundan yaklaşık 22 yıl önce, ajanslardaki teleksler “flaş” haber olarak ortalığı çınlatıyorlardı (o sıralarda bilgisayar teknolojisi yoktu).
Hindistan Başbakanı İndira Gandhi bir Sih militanı tarafından öldürülmüştü. Suikastın en ilginç yanı ise, öldüren kişinin Gandhi’nin yakın korumalarından biri oluşuydu.
Oğlu Rajiv Gandhi de, 21 Mayıs 1991’de Sriperumbudur’daki bir mitingde canlı bomba bir Tamil militanının saldırısı sonucu öldürüldü.
Tüm koruma tedbirlerine karşın J.F.Kennedy, Robert Kennedy, Enver Sedat, Fransa Cumhurbaşkanı Doumer, Abraham Lincoln, Jul Sezar, Caligula ve daha onlarcası bir suikast sonucu öldürüldü.
Üstelik, hemen tüm suikastlar, suikasta uğrayan kişinin yakın korumaları ve yakın mesai arkadaşları tarafından gerçekleştirildi.
Korumalar bu yüzden yetersiz kaldı. Kendisini koruması için yakında tutulan bu insanlar, kormaları gereken insanı bizzat kendisi vurunca, dünyada bir “koruma” krizi de doğdu.
Bu olay, Sezar’dan bu yana değişmeyen, ama hep unutulan şu mesajı bir kez daha veriyordu: Ne kadar korursan koru, herkes öldürülebilir! Eğer silah olarak insan kullanılırsa ve bu silah, saldırıya uğrayan kişi ile birlikte yok olmayı göze aldıysa, herkesin öldürülebileceği açıkça ortadaydı.
Aralık 2016’da, bir Cumartesi günü Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde sırtından kurşunlanan Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un öldürülüşü de bu çerçevede ele alınmalı.
Birisi öldürülmek isteniyorsa, mutlaka öldürülür. Özellikle de suikast silahı, kendi ölümünü de göze almış bir “insansa”…
Nitekim öyle de oldu. Mevlüt Mert Altıntaş adında bir polis, Karlov’a 9 kurşun sıkarak oracıkta ölmesine neden oldu.
Olayın siyasi boyutları elbette bir “tsunami” olarak dalga dalga büyüyerek üzerimize gelmeye devam edecek, ama şunu belirtmekte yarar var: Böyle bir suikast bir tek şekilde önlenebilirdi: Hem Rus hem de Türk korumaların Karlov’u kuşatmış olmasıyla. Karlov yine kurşunlanacaktı belki, ama en azından 9 kurşun yarasıyla birlikte oracıkta ölmeyecekti.
Olaya baktığımızda, Karlov ilk üç veya dört kurşunu sırtından yiyip de yere düştüğünde muhtemelen yaşıyordu. Ama katil durmayıp, üzerine beş kurşun daha sıkarak ölümünü kesinleştirdi.
Yakın korumalar oralarda olsaydı eğer, daha ikinci kurşundan sonra bir kısmı büyükelçiyi korumya alacaktı, bir kısmı da saldırganı etkisiz hale getirecekti. Kurşunun isabet ettiği yere göre belki de büyükelçi ağır yaralı veya yaralı olarak kurtulabilecekti.
Belki?.. Belki de kurtulamayacaktı.
Tarihçi H.Carr’ın söylediği gibi: “Sezar Rubikon ırmağını geçerken attan düştüğünde ölseydi, tarih nasıl gelişirdi?” Bunu bilmenin olanağı yok, ayrıca anlamı da yok. Sonuçta Karlov bir suikaste kurban gitti ve hayatını kaybetti. Geri dönüşü olmayan bir olgudur bu.
Ama öyle olmadı. Katil, büyükelçinin ölümünü gözleriyle görünceye kadar başında bekledi ve ancak ondan sonra Arapça olduğu söylenen sloganlar atmaya başladı. Öleceğini, öldürüleceğini de biliyordu.
Canlı yakalanabilir miydi? Burası da çok tartışmalı bir konu, zira henüz üç kurşunu daha vardı tabancasında ve birini kafasına sıkacak kadar zamanı da vardı.
Kafasına sıkmaya cesaret edebilir miydi, bu da bilinmiyor. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı Doumer’e suikast düzenleyen Kazak asıllı Gorgulov suikastı gerçekleştirdikten sonra yanındaki yedek tabancayı ve suikast sonrası kullanmayı düşündüğü zehiri kullanammıştı.
Bir anlamda, kendi söylemine de göre, öldürmeye ve aynı zamanda ölmeye gelmişti Mert Altıntaş…
Peki, buraya kadar olanlar tamamen polisiye bir olay. Yani sıradan bakıldığında bir “cinayet” olayı ve Türkiye’de her gün onlarcası yaşanan olaydan biri.
Mert Altıntaş’ın polis olması nedeniyle Çağdaş Sanatlar Merkezi gibi “sivil güvenlik görevlileri” tarafından korunmaya çalışılan bir yerde, polis kimliğiyle içeri girmesinde hiçbir engel yoktu. Zaten bir sergi açılışı olduğu için de, özel güvenlik çok fazla da dikkatli davranmıyordu. Devletin “boşverdiği” bir suikast ihtimaline karşı özel güvenlik ne yapabilirdi ki?
Bir çeşit Brutüs olayı yaşanmıştı ve Büyükelçi ne yazık ki öldürülmüştü. Tarihte yakın korumaları tarafından öldürülen bir yığın siyasetçinin yanında, Karlov’un öldürülmesi hiç de tuhaf karşılanmamalı. Burada güvenlik zafiyetinden söz edilebilir, ama ölür müydü, ölmez miydi tartışması yapılamaz.
Büyük olasılıkla Karlov her durumda öldürülecekti.
Sorunun asıl can alıcı noktası, bunun neden yapıldığı? Belki de bu yüzden katilin canlı yakalanması gerektiği sürekli sorgulanıyor. Bağlantılar bulunacak, kimin azmettirdiği konusunda ipuçları elde edilebilecekti eğer öldürülmeden yakalanabilseydi.x
Bu da işin başka bir “karanlık” noktası.
Sonuçta bu Türk-Rus ilişkilerini nasıl etkileyecek?
Rus kültürü ile yakından ilgili biri olarak ve Rus Dili ve Edebiyatı mezunu bir kişi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu konuda Ruslar son derece kindardır ve işi sonuna kadar götürecektir.
Bağlantıların ne kadarı orataya çıkartılacak, bunu şu anda bilmek mümkün değil.
İktidarın elinde bir “FETÖ” argümanı var ve işine gelmeyen, hoşuna gitmeyen her şeyi oraya bağlayıp, işin içinden sıyrılabiliyor.
Bunu yerli cinayetlerde, hukuksuzluklarda, darbe girişimlerinde yaşadık. Ama bu kez “kazın ayağı” hiç de öyle değil. Nerdeyse 1. Dünya Savaşı’nı çıkartan suikaste benzer bir suikast sonucu, bu ülkeye emanet edilmiş bir büyükelçi öldürüldü.
Basit bir cinayet olmadığı da ortada.
FETÖ diyerek hükümetin ve devletin bu işten sıyrılması da pek kolay görünmüyor. Bu kez karşılarında Türk kamuoyu değil, Rus devleti var çünkü.
Hatırlayın, çok değil, Gandhi’nin öldürülmesinden daha üç yıl önce, yine bir ekim günü Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, kendi askeri kılığına giren militanlarca tören alanında öldürülmüştü. Ama insanlar, unutmamayı hep ihmal ediyorlar, çünkü unutmak insanın doğasında var. Kimi zaman canından ediyor, kimi zaman yaşamasını sağlıyor.
Nitekim, 1988 yılında önce Ziya Ül Hak gitti, 1991’de de Rajiv Gandhi…
Bütün bu anımsatmalar, öldürme duygusunun bir amaç haline gelmesiyle, sonucun kaçınılmazlığı arasında bir bağ oluşturmaktan geçiyor. Bunun sanata, özellikle de yazılı sanata yansıması ise, işi felsefi boyutlara taşıyor. Sanki yazarlar, yaratmak istediği tipleri aşan, dolayısıyla kendilerini de aşan kahramanlarını öldürmek için dayanılmaz bir tutkuya kapılıyorlar. X
İşin felsefi ve yumuşatıcı bölümü böyle.
Ancak bu kez durum biraz daha farklı görünüyor. Henüz çözülmüş veya çözüme yaklaşan bir adım atılmış değil. Bu suikastı hazırlayan ve azmettirenler, katilin ailesinden tutun da yaptığı son telefon konuşmalarına, yakın dostlarına kadar her şeyi düşünmüş olmalılar.
Bu nedenle Ruslar 18 kişilik bir ekip gönderdiler, ama ipin ucunu yakalamaları onlar için de çok zor.
İşin çok açık biçimde yapılması, doğrudan 9 el silahla bir büyükelçinin öldürülmesi başta tüm bağlantıların kolayca ortaya çıkarılacağı izlenimi uyandırıyor. Ama tam tersi, basit olarak görünen bu olaylar aslında en karmaşık görünen suikastlerden daha zor çözülür. Basitlik, çözümden uzaklaştırır çünkü.
Önümüzdeki günlerde Türk-Rus ilişkisini bu olay ne kada etkiler göreceğiz. Uçak kriziden sonra düzelme yoluna girmiş ilişkiler, bu olayla yeniden bozulma noktasına girmedi henüz, ama olayın arkasındaki güçler ortaya çıktıkça, neyin ön plana çıkacağını da kestirmek ne yazık ki mümkün değil.
Bildiğiniz gibi bizde aslan ne kadar sevimli ve yüce bir hayvansa ve isim olarak da kullanılıyorsa, Ruslar’da da “ayı” o denli kutsaldır. Şu anki Rusya Federasyonu Başbakanı’nın soyadı da Medyedev dir, yani “ayıoğlu veya ayı soyundan”.
Ayıyla dansa hoş geldiniz…

Bunları da sevebilirsiniz