Tevazu Eksik Kaldı! Şükran Borçluyuz!

 

Tevazu Eksik Kaldı! Şükran Borçluyuz!

 

Ülkemizde tevazu çoğu kez övülür, kibir ise lanetlenir. Buna karşın kendisini dev aynasında görenler ve hatta kibrini kibirli bir tevazuyla iyice görünür hale getirenler hiç de az değildir. Bu tür bir tevazu Doğu’ya özgü görülür sıklıkla. Böylesine alışmışlar için Batılıların doğrudanlığı çoğu kez “saygısızlık”, “kendini beğenmişlik” kimi zaman da “kibirli” gelir biz Doğululara.

Hele hele fikir tartışmalarında daha dikkat edilmelidir bizde. Önce “elhamdülillah peşrevi” gerekir. Öncelikle kişi ne demek istemediğini, karşıdakini ne kadar çok anladığını, hatta mümkünse karşıdakinin ne kadar da haklı olduğunu söylemeli. Ardından masum ve ufak bir “ama” yahut “lakin” ile terennüme geçmeli. Bu mırıltılı seslerle itirazcıklar dile getirilmeli. Ancak ondan sonra fikir tartışmasına vakit kalırsa ne âlâ!

Tartışmada, bilhassa da küçük olan, o kadar eğilmeli ki insan karşıdaki kendi tahtını sarsılmaz hissetmeli.

 

İşte her şey bu ritüele uygun olmalı. Aksi takdirde maazallah, bütün bir doğa yasası ihlal edilir. Dünya’nın direği kırılır.

 

 

Böyle Orta Doğu Olur Mu?

Tüm bu göz boyamalı tevazuya uymayan mütevazı insanlar da bulunur Doğu’da. Orta Doğu’da, artık daha da Orta Doğu’da olan ODTÜ’de hem de!

2013’ün Ekim ayının sonlarında böyle birisiyle tanışmıştım. Bir çarşamba günü saat 14:30’da Beşeri Bilimler Binasının zemin katındaki küçük bir seminer odasında 5-6 kişiydik, yanılmıyorsam. Üstünde gömlek üstüne bir kazak, yanında bir paket bisküvi ve bir bardak çay yahut oraletle karşımızdaydı. “Nedensellik” konulu bir dersti. Önümüzdeki haftalarda, o konuya dair doğruluğundan emin olduğum ne varsa bu kişinin argümanları, soruları, karşı örnekleri ve istihza dolu hal ve tavırları karşısında çürüyüp gitmişti.

 

Felsefe Tarihine Geçiyorduk Sanki!

Yanında getirdiği spirallenmiş bir kitapçıktaki makaleleri açtı, tartışmaya başladık. Her sayfanın arkasında, yine aynı makalenin okunduğu bir başka yılki bir başka dersteki bir öğrencinin kafasına takılan sorular, ortaya attığı iddialar yer alıyordu. Hocamız bir itirazımız üzerine, sanki bu itirazımızla felsefe tarihine iz bırakacakmışız gibi titizlikle bu itirazımızı yine aynı sayfaya yazardı; kim bilir belki de bir sonraki sene bu itirazımızı yeni öğrencilerle paylaşacaktı. Benzer şekilde, yıllar öncesinde o sınıfta bulunmuş birisi sınıf arkadaşımız oluverirdi. Onun sorusu artık bizim de sorumuzdu; onun yanıtını ilk duyanlar yine bizdik.

Her bir öğrencisinin sorusunu, itirazını, örneğini büyük bir titizlikle ele alırdı. Ama öyle yapmacık da değildi. Öğrencinin ürünü her zaman iyi olacak değil ya! Az biraz saçma bir söz işittiğinde, alaya alır hepimizi güldürürdü.

Hep böyle sakin de geçmezdi dersler. Kimi zaman tansiyon gerilirdi. Hatırlıyorum, tartışmıştık, sesimiz bile yükselmişti. Ama tartışmanın felsefi bir tartışma olduğunu asla unutmaksızın, böyle bir tartışma yahut gerginlik hiç olmamış gibi devam ederdik daha iki dakika geçmeden.

 

Almadan Gelme!

Derslerde kaptırıp giderdik. Daha ilk haftadan hem de.

Okulun ders programında dersin süresi 3 saatti. Ne var ki, 3 saat süren bir ders hatırlamıyorum. Yalnızca bir kez, erken çıkmıştım: Hande Orhon’u ailesinden istemeye gidecektim Eskişehir’e. Hocamız, “elbette çıkabilirsin. Almadan gelme!” demişti.

 

Elbette öncesi de var. Derslerden daha ilk gününden itibaren en az 8 saat sürdüğünden, eşi dostu buna inandırmak güç oluyordu. İstanbul’da beni bekleyen Hande’yi inandıramamıştım. “İnanmıyorum ya 8 saat süren ders mi olur!” diye çıkışmıştı bana. Oysa, dersler, bıraksak 10 saat sürerdi. Kaldı ki 10 saate yaklaştığı da olmuştu.

 

8 saat boyunca hiç sıkılmadan ders yapılır mıydı? Evet, inanması güç ama yapılıyordu. Oluyordu işte bir şekilde. Nedensellik, materyalizm, kadercilik, bilim felsefesi, zihin felsefesi konularını işliyorduk. Konu konuyu açıyordu. Durmaksızın tartışıyor, okuyorduk. Öyle ki derslerin etkisinden kurtulamıyordum. Rüyalarıma giriyordu sorduğumuz sorular. Hocamızla paylaştığımda, ince bir gülümsemeyle, “sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Geçmiş olsun. Aynı dertten bende de var” demişti.

 

Büyük Bir Ciddiyetle…

Hani Nazım diyor ya “Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın… Hiç ölünmeyecekmiş gibi…” Öyle yaşamıştı hocamız. Zaman hiç geçmiyormuş gibi zamanını harcardı bize. Her bir söylediğimizi her yazdığımızı büyük bir ciddiyetle ele alırdı. Onu gördükçe insan utanıyordu. “Keşke daha ciddi yazsaydım daha ciddi konuşsaydım” diyor insan, onun ciddiyetini görünce.

Emekli olayım da artık derslerden kurtulup yazmayı ertelediklerimi yazayım” diyordu. Emeklilik hayali daha çok çalışmaktı.

Emekliliğinin ardından dediğini yaptı. Daha çok yazdı, daha çok üretti. En son kümeler kuramının kurucusu Cantor’a meydan okuyordu. Cantor’un “Sonsuzluk” anlayışını masaya yatırmıştı. Bir seminerde tartışma alevlenince, matematik, bilgisayar bilimleri geçmişi olanlara “tamam, ben tek siz hepiniz, haydi bakalım!” diye meydan okumuştu. Boş bir meydan okuma da değildi üstelik bu. Herkesin burnunun ucundaki tanımları parça pinçik edercesine çalışıp itiraz ediyordu. İşin doğrusunu bilmem, o kadar iyi bir felsefeci değilim henüz. Ama bir gün o kadar iyi olursam bunda Erdinç Sayan’a borçlu olacağımı biliyorum. Dahası, bu topraklarda öyle birileri daha çıkarsa bunda onun emeği olacağından da eminim.

 

23 Aralık 2019’da uğurladık Hocamızı. Mutlak gerçeği olmasa da gerçeğe en yakın düşüncelerin arayışçısı biri daha eksildi aramızdan. Erdinç Hocamızın son araştırma konusu: “Varlığımız için Tanrı’ya Şükran Borcumuz var mı?” Elbette hocamızın yanıtı olumsuzdu. Argümanı, arkadaşların aktardığına göre kabaca şöyleymiş:

 

Bahşedilen bir şeyden ötürü şükran borçlu olabilmek için o şeyin bahşedilmediği durumun tasavvur edilebilmesi gerekir. Oysa, kendisine hayat bahşedilen kişi, kendisine hayatın bahşedilmeme durumunu tasavvur edemez. Dolayısıyla, varlığımız için Tanrı’ya şükran borcumuz olduğunu söylemek mümkün değildir yahut anlamsızdır.

 

Kabaca aktardığım şekliyle argümanı düşündüm hocamızı anma töreninde.

Haklı olabilirdi.


Ama biz “Hocamızı var ettiği için Tanrı’ya şükran borçlu olabiliriz” zira onsuzluğu biliyorduk tanışmadan evvel, onsuzluğun acısını yaşayacağız onun ardından.

Işıklar içinde uyu hocam!

 

 

Bunları da sevebilirsiniz