Ortadoğu’daki Ayaklanmalar ve Türkiye

Ekim ve Kasım ayları tüm dünyada çok hareketli geçti. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Asya’ya kadar dünyanın pekçok yerinde kitlesel eylemler yapıldı; yüzlerce insan öldü; binlercesi yaralandı, tutuklandı; hükümetler değişti; darbeler yapıldı. Suların durulduğu ise hala söylenemez. Bu eylemlerin birçok ortak özelliği olduğu gibi, birbirinden farklı pek çok yönü olduğu da kuşkusuz. Bölgeler, ülkeler özgün sonuçta. Eylemlerin en önemli ortak özelliklerinin başında, ekonomik sıkıntılar ve talepler geliyor. Bu, Latin Amerika’da daha çok, neoliberal ekonomi politikalarına direnç biçiminde orta çıkarken, Ortadoğu’da derin ekonomik kriz, kitleleri sokağa döken en önemli etkenlerin başında geldi. Eylemlerin ortak özelliği olarak görülebilecek diğer bir öge ise siyasal meşruiyet sorunları. Türkiye’nin de, gündelik olarak geçiştirilmeye çalışılan derin bir bunalım içerisinde olduğu düşünülürse, özellikle Ortadoğu’daki eylemlere daha yakından bakmak gerekiyor.

Uzun yıllar iç savaşla boğuşan ve savaşın sonlanmasından sonra da nihai bir istikrara kavuştuğu söylenemeyecek olan Lübnan’da, halk temel olarak, Türkiye’de de gündemin ana maddelerinden birisi olan, dijital vergi başta olmak üzere ek vergi uygulamalarına tepki olarak sokaklara döküldü. Ama aslında Lübnan’da, ekonomik sorun çok daha derin. Lübnan Maliye Bakanlığı 2019’un ilk çeyreği itibariyle ülkedeki toplam kamu borcunun 86.2 milyar dolar olduğunu açıklamış, dönemin başbakanı Eylül ayında ekonomik olağanüstü hal ilan etmiş, ülkenin kredi notu da CCC sınıfına düşürülmüştü. Bu koşullarda, dinsel-mezhepsel temellerde hayli ayrıştırılmış bir siyasal yapısı olsa da, kayda değer bir din ve mezhep ayrımı olmaksınız tüm kesimlerden Lübnanlılar, sokaklara döküldü. Yalnızca ekonomik krizi değil, ülke siyasetinin yoz yapısını da hedef alan kitle, top yekün bir değişim talep ediyor. Bu koşullarda, hükümetin attığı geri adımlar bile, sayısı milyonu bulan kalabalığın öfkesini dindiremedi ve Başbakan Hariri istifa etmek zorunda kaldı. Hariri’nin yerine adaylık koymayı düşünen eski maliye bakanı Muhammed Safadi de protestolar nedeniyle adaylığını geri çekmek zorunda kalınca ülke tam bir siyasal kaos ortamına sürüklenmiş oldu.

Irak’ta ise kamu hizmetlerindeki aksamalar kadar, adam kayırmalar, rüşvet olayları ve yolsuzluk, eylemcilerin sokağa dökülmesindeki önemli nedenler arasındaydı. Lüban’ın aksine Irak’ta, eylemlerin toplumun tüm kesimlerine ve ülkenin tüm bölgelerine yayıldığı söylenemez. Eylemler, Iraklı Şiiler’in yoğun yaşadığı, Bağdat, Necef, Kerbela gibi orta ve güney Irak’ta yoğunlaştı. Irak’taki ayaklanmalarda İran karşıtı bir damar ortaya çıktığı kuşkusuz. Öte yandan, eylemlerde en azından belli ölçüde ABD dahli olabileceğine yönelik birçok mantıklı gerekçe de bulunuyor. Tüm bunlar ise, ülkedeki siyasal ve ekonomik çöküşün eylemciler açısından tahammül edilemez boyuta geldiği gerçeğini değiştirmiyor. 2018 itibariyle resmi rakamlara göre Irak’ta genç işsizliği % 16 civarında iken; genel işsizlik oranı %8. Bu koşullarda eylemciler tepkilerini tek bir siyasal odağa yöneltmezken doğrudan siyasal sistemi hedef alan bir pratik içerisine girdi. ABD işgali sonrasında ülkede kurulmaya çalışılan mezhep ve etnik köken odaklı bölünmüş siyasal yapı, Irak’ta her açıdan tıkanmış durumda.

Neredeyse her yıl sokakları hareketlenen İran’daki ayaklanmalar da yönetimin ekonomi politikalarına tepki sonucunda patlak verdi. İran’daki ayaklanmaların görünen nedeni, normalde hükümetin sübvanse ettiği benzine yapılan yüksek zamlar. Ama elbetteki İran’daki kriz çok daha derin. P5+1 ile İran arasında varılan nükleer anlaşmadan sonra hayli rahatlayan İran ekonomisi, Trump’ın anlaşmadan çekilme kararından sonra deyim yerindeyse çakıldı. Öyle ki enflasyon %40’a dayanırken, 2019’da İran ekonomisinin % 6 küçülmesi bekleniyor. Yaptırımlar nedeniyle günlük petrol satışının 3.8 milyon varilden 2.3 milyon varile düştüğü İran’ın ekonomisinin petrole bağımlı olduğu düşünüldüğünde durumun vahameti iyice ortaya çıkıyor. Lübnan’daki gibi İran’da da ayaklanma, ülkenin çok geniş bir alanına yayıldı. Eylemciler öfkelerini yalnızca ekonomi politikalarına değil, topyekün rejime yöneltti. İran’ın dış politikası, Suriye’deki, Irak’taki, Yemen’deki mevcudiyeti ve bu dış politikanın ekonomik maliyeti de eylemcilerin odağındaydı.

Türkiye’nin de ekonomik ve siyasal olarak ciddi bir bunalım içerisinde olduğu aşikar. Genç işsizliği %27’ye, genel işsizlik oranı ise % 15’e dayanmış durumda. Bu oranların yalnızca buz dağının görünen tarafı olduğu da herkes tarafından biliniyor. Ne dış politika, ne yargı, ne sağlık sistemi ne de eğitim sistemi istikrarlı bir şekilde sürdürülebiliyor. Sorunları tek tek sıralamaya kalksak, kitap olur kuşkusuz. Ancak, ayaklanmaların yaşandığı Ortadoğu ülkelerine kıyasla Türkiye’nin bir avantajı olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bu, bizim belki de en büyük şansımız. Lübnan, Irak ve İran’daki sokaklara dökülen halkın ülkelerindeki siyaset kurumuna en ufak bir inançlarının kalmadığı, özellikle sandık siyasetine güvenmedikleri ve değişim umudu taşımadıkları söylenebilir. Türkiye’de ise, tüm siyasal yozlaşmaya, kutuplaşmaya, sandık siyaseti üzerindeki vesayete rağmen halk, değişim umudunu hala taşıdığını gösterdi. İstanbul seçimleri bunun en güzel örneğiydi. Bu umudu canlı tuttukça ve besledikçe Türkiye’nin geleceğinin, komşularımız Ortadoğu devletlerinin düştüğü karanlığa sürüklenmeyeceğini düşünüyorum. Doğrusu, umuyorum. Elbette yalnızca değişimi ummanın yetmeyeceğini biliyoruz. Değişime inanmalı ve onun için çabalamalıyız. Bu yolda yalnız kalmamalı, umudu çoğaltacak yoldaşlarla yolu ışıklandırmalıyız.

Bunları da sevebilirsiniz