Gitmek mi Gerek Kalmak mı?

Dünya nüfusunun giderek daha da fazlası şehirlerde yaşıyor… Bu şehirleşme, dünyanın gelişmiş bölgelerinde bile düzenli değil elbette. İnsanı, var oluşundan koparan, kendisine yabancılaştıran ortamlara mecbur ediyor. En gelişkin şehirlerde yaşayanlar bile, giderek daha fazla kirli havaya, gürültüye, kalabalığa maruz kalıyor. Kirliliğin, gürültünün, kalabalığın bir parçası oluyor. Kirleniyor, parçası olduğumuz kalabalık içinde yalnızlaşıyoruz…

Türkiye’de ise durum daha da kötü… Büyük şehirlere muhtacız Türkiye’de. Nefes alabilmek için; kendini geliştirebilmek için; yabancı dil öğrenebilmek, kafa dengi iki insan bulup laflayabilmek için, aydınlanabilmek için büyük şehirlerden başka şansımız yok… Yalnızca bu da değil, özgür kalabilmek için de muhtacız büyük şehirlere… Çünkü büyük şehirlerin keşmekeşi saklayabiliyor ancak bizim özgür ruhlarımızı… Çok bir şey değil aslında istediğimiz de… Sokakta el ele tutuşabilmek mesela; bir kafede, barda iki kadeh bir şey içebilmek, yaz sıcağında tiril tiril bir elbise giyip saçını rüzgâra savurabilmek… Büyük bir şehrin keşmekeşine muhtacız bu kadarcık özgürlük için… Bu yüzden, özgürlüğümüz esaretimiz Türkiye’de. İstanbul’a çakılıp kalıyoruz. Aldığımız eğitimi kullanıp para kazanmak için İstanbul’da yaşamak zorundayız… 20 milyondan biri olmak zorundayız tiyatroya, sergiye gidebilmek için… İki kadeh bir şey içip iki saat laflamak için buluşma saatinden üç saat önce evden çıkmak zorundayız. Trafiksiz bir ulaşım için ter kokulu metrolara muhtacız… İnsanca yaşayabilmek için, insanlığımızdan vazgeçmek zorundayız…

Gitmeyi düşünüyorum sık sık… Doğayı düşünüyorum. İnsanlığımızdan nasıl koptuğumuzu, topraktan nasıl korktuğumuzu, nefes almak için park köşelerinde bank sırası bekleyişimizi… Gitmek mi diyorum, kalmak mı?

Bu sıralarda doğaya dönmek moda… Bir şekilde doğayla bağ kurmak, geldiğimiz yeri hatırlamak… Özellikle şehirli, iyi eğitimli, aydın insanlar şehirleri terk ediyor ya da bir ayaklarını toprağa basacakları keyifler ediniyor… Bir kısmı bir sahil kasabasına gidip bohem bir yaşama gömülüyor, bazısı tamamen kendine yeten bir hayat kurmak peşinde… Belgesel kanalları bu insanların hikâyeleriyle dolu… Cesaret verici, imrendirici… Kendine yeten bir hayat… Ne kadar ütopik geliyor kulağa. Değil aslında çok değil, birkaç yüz önce tamamen kendine yetiyordu insan… İhtiyaçlar azdı çünkü yemek, içmek, barınmak… Kendine yeten bir hayat imkânsız değil kuşkusuz… Yetmekten kasıt, hayatta kalmak olunca… Ekip biçerek, hayvan besleyerek, kendi içkini kendin yaparak, yenilenebilir enerji kaynaklarıyla, tamamen doğaya uyumlu bir hayat… Gösterişin olmadığı, ihtiyaçların öncelediği… Düşünüyorum sık sık… Gitmek mi lazım kalmak mı?

Üretmeyi düşünüyorum sonra. İnsanlığın gelişimini… İhtiyacımızın dışında ve ötesinde üretebildiğimiz için uygarlık kurmadı mı insan evladı? Yalnızca hayatta kalmak için mi yaşamalı insan? Ya artı değer? Ya aydınlatacağımız insanlar? Kurtaracağımız ülkemiz? Zamana ihtiyacımız yok mu bilimsel üretim için? Tüm zamanımızı ekip, biçmeye; hayvan beslemeye ayırırsak, bilimsel üretimi kim yapacak? Şimdi yapmayan ve yapılmasın diye uğraşanlar mı?

Biz yapmalıyız kuşkusuz… Bilenler bilmeyenlere anlatmalı… Aydınlanmalı, aydınlatmalıyız… Bu vatanı kurtaracak olan bizleriz… Körpe zihinleri biçimlendirecek olan, karanlıkla savaşacak olan… Hep biz… İnsan lazım bize… Biz olmak lazım… Düşünüyorum işte…

Soluduğumuz nefes çiçek kokusu mu, egzoz kokusu mu?

Yediğimiz domates tarlamızdan mı organik pazardan mı?

Mücadele yani, doğada ve doğayla mı, toplum içinde ve toplumla mı?

Gitmeli mi kalmalı mıyız insan olmak için?

Bunları da sevebilirsiniz