‘The Post’ filmini görmeyen kalmasın!

Evet, görmeyen kalmasın, çünkü bakarsınız yarın öbür gün “The Post” filmi bizde de yasaklanabilir. “Bizde de” diyorum çünkü örneğin Lübnan’da yasaklandı… Hani bizde öyle bir şey olmaz, ama yine de belli olmaz… “Olmaz olmaz” demeyin bir an önce görün.
Spielberg ustanın bu muhteşem filmi hakkında bugüne dek çok şey okuduysanız bile, günümüz ortam ve koşullarında beni çarpan birkaç özelliği vurgulamadan geçemeyeceğim.
Meryl Streep ve ilk sahnelerde tanımakta güçlük çektiğim Tom Hanks ’in harika oyunculukları… Görüntülerin sarsıcılığı… Özellikle ikinci bölümde gerilimin izleyicileri soluk soluğa bırakan olağanüstülüğü… Akıl ve duygu yoğunluğu arasındaki müthiş denge…
10 yıllar süren Vietnam Savaşı’nın, Güney Vietnamlılara yardım, komünizme set çekmekten daha çok ABD’nin iç politikaya yatırımı olduğunu; savaşı şiddeti oy devşirme ve seçim stratejisine dönüştürme çabası olduğunu; on binlerce gencin kaybına bu nedenle göz yumulduğunu ortaya koyan bir içeriği var filmin. Ama ötesi de var…

Feminist açıdan
Feministlerin çok hoşuna gidecek yanları var filmin:
Hem patron kadının, hem gazeteci kadının çalışma alanındaki durumunu yansıtan ipuçlarından geçilmiyor… Birinde erkek egemen bankacılar, borsa dünyası; ötekinde kadın gazeteciye yüklenen işler, ona yöneltilen tepkiler o gün bugün çok şey değişmediğini gösteriyor…
“Şişkin erkek gazeteci egoları arasına sıkışmış hanım hanımcık Kay’in” (bu tanımlama Sungu Çapan ’ın,) yani gazetenin patronunun tüm endişeleri, güvensizliği, kararsızlığı, iç çelişkilerine ve onca baskıya karşın, aldığı karar, bilinçli seçimi, hak savunuculuğu çok etkileyiciydi…
Kadın olmak, yani insan olmak, yani dürüst gazeteci olmak meselesi…

Kıskandıklarım
Ah filmde, filmin içeriğinde ne çok, ne çok şeyi kıskandım…
En çok kıskandığım gazeteler arasındaki o muhteşem dayanışmaydı. Önce The New York Times ile The Washington Post arasındaki sonra irili ufaklı tüm gazetelerin katıldığı dayanışma! (Sinemadan çıkarken tanımadığım birçok insan yanıma gelip “darısı başımıza” demez mi… Dilim tutuldu! Bizimle ne alakası var bu filmin!!!)
Hayır, hayır, en çok kıskandığım – iktidar – basın – yargı arasındaki ilişki… Olması yanı olmaması gereken ilişki…
Bir başka kıskançlığım korkmadan gazetecilik ilkelerinin savunulması… “Basın yönetenlerin değil, yönetilenlerin hakları için var” diyenler, halkın haber alma özgürlüğünden söz edenler gözaltına alınmıyor…

Nostaljik takılmalarım
Ah! Ah neydi o günler! Bilir misiniz, bize gazetede ha bire bedava ayran dağıtırlardı.
Neden?
Ciğerlerimiz kurşundan zarar görmesin diye! Gençlerin bu tümceden hiçbir şey anlamadıklarını biliyorum. Ama öyleydi işte… Şimdiki gibi ekranda değildi hiçbir şey, harfler kurşundan dökülürdü…
Evet efendim! Harfler kurşundan dizilirdi! Kurşun harfleri tek tek dizene mürettip denirdi. Sonra klavyeye dizilmeye başlandı (filmdeki gibi). Dizgi operatörü tuşlara bastı mı harfler tek tek dökülür satırı oluşturur, satırlar bloklanır; sütunlar oluşur… Klişe hazırlanır… Hurufat, font önceden belirlenmiştir… Dev silindirler… Rotatifler… Klişe bir silindirde, bobin kâğıt öteki silindirde… Rotatifler döner… Ve baskı…
Yaa işte… Film boyunca gazetenin baskısını izledikçe burnuma o mürekkep kokusu gelmez mi… Elveda kurşun harfler…
Bende bir ağlama bir ağlama…

Bunları da sevebilirsiniz