İçerisi ile Dışarısı Arasında: Peçe!

Bu ay yazımda, okuduğum ve beni derinden etkileyen bir kitabı konu almak istiyorum. Kitap; Meyda Yeğenoğlu- Sömürgeci Fantaziler kitabı. Bu kitapta oryantalizm, oryantalist söylem ve kültür-cins farklılıkları ele alınıyor. Elbette ana konu, bu kavramların içerisinde:

Aslında burada ele alınan konu kadın olmasıyla birlikte Doğu-Batı çerçevesinde bu kadının oryantalist söylemde şekillenişi üzerinde duruluyor. Doğu hem bir bilgi hem de bir arzu nesnesi olarak ele alınıyor. Bu Doğu kavramı; öz ve iç meseleleriyle birlikte kadınla bağdaştırılıyor.

Doğunun (yani kadının) bilgisine ulaşmak isteyen araştırmacılar ve tutumları arasındaki durumlar ele alınırken o araştırmacıların sahaya inmelerindeki tek bir önemli konunun da biyolojik cinsiyetinin önemli olması vurgulanıyor adeta. Aslında burada yazara katılmamak mümkün değil. Osmanlı Dönemi’nde Doğu’nun bilgisine ulaşmak isteyen Batılı araştırmacılar hareme elbette rahat bir şekilde giremezler. Çünkü harem aslında koskoca bir imparatorluğun “kapatılmış , iç ve öz mekanı”dır. Bu sebeple eğer biyolojik olarak, erkek bir Batılı araştırmacıysanız elbette hareme araştırma için dahi giremezsiniz. Girseniz dahi, kadınların bilgisine ulaşmanız pek mümkün değildir. Çünkü kapatılma sadece mekanla değil, kadınla da ilgilidir.

Eğer Batılı bir araştırmacı, Doğu’nun bilgisine ulaşmak istiyorsa ve erkekse çoğu zaman Batılı bir kadına ihtiyaç duyar. Çünkü “içerisi”nin bilgisine ulaşmak için (ki bu içeri aslında hem haremi hem de peçeyi kasteder niteliktedir) bir kadına, kadın araştırmacıya, ihtiyaç vardır. Bu durum aslında hareme, içerinin bilgisine ulaşamayan Batılı erkeğe ekleme yapılması meselesi değildir. Tamamiyle o erkek araştırmacının tamamlanması sürecidir. Çünkü araştırmanın tam da mihenk taşı dediğimiz noktasını kadın araştırmacının verileri, gözlemleri ve deneyimleri oluşturur.

Peki neden? Neden Doğu’nun bilgisine ulaşılmak isteniyor? Neden Doğu’nun bilgisi haremle ya da haremdeki kadınla özdeşleştiriliyor? Aslında bu soruların bütün cevapları da bu kitabın içerisinde adeta bir ışık tutuyor. Aydınlanma modeliyle birlikte Batı, aydınlanmacı tutumla her yere egemen olma ve sömürge altına almak için bilgiye ihtiyaç duyar. Foucault’un burada tam da bahsettiği iktidar modellerini ele almanın yeri olduğunu düşünüyorum. İktidar, öncelikle iktidarlığını kurabilecekleri ortamın bilgisine ihtiyaç duyar. Bu bilgi aslında “görünürlük” ile de ilgilidir.Aydınlanmacı felsefede zira, görünmeyen bir şeyin bilgisine ulaşabilmemiz mümkün değildir. Bu aydınlanma modelininin Doğu’ya gidebilmesi ya da egemen olabilmesi için Doğu’nun bilgisine ihtiyaç vardır.

Bir çok araştırmacıya göre; Doğu, doğa ve kadınlık metaforlarını birbirlerine ilintileyerek betimlemektedir. Bu yüzden Doğu’nun bilgisi için kadına ihtiyaç vardır. Fakat burada iki kadından bahsediyoruz. Birincisi; Batılı araştırmacı özne konumundaki kadın, ikincisi ise; Doğulu araştırılmak istenen yahut araştırılan nesne konumundaki kadın.

Irıgaray’ın teorisine göre; erkek çocuk fallik aşamaya ulaştığında kökene geri dönmek ister. Bu süreç, annenin içine girmek ve kendisini orada yeniden üretmek istemeyle ilgilidir. Fakat kız çocuk da durum farklıdır. Kız çocuk, annesine geri dönemez ya da kendisini annesinin içerisinde yeniden üretemez. Çünkü bir şeyden yoksundur; penis! Bu tanıma biz fallus-merkezci anlamlandırma ekonomisi diyoruz.

Fallus merkezci anlamlandırma ekonomisi teorisini Doğu-Batı kadınlarına uygularsak, karşımıza şöyle bir manzara çıkıyor. Batı’daki kadın; kendi kimliğini kurabileceği araçlardan yoksundur. Bu nedenle Doğu ve Doğulu kadının dünyasıyla kurduğu ilişkisinde, fallik bir tamamlayıcıya yani ötekiye, ötekinin alanına ihtiyaç vardır. Burada da ötekinin alanına girmek ve kendi kimliğini oluşturabilmek için aslında bir penis ekler. Çünkü kendi kimliğini kurabilmek; anaya-doğuya-rahme ve öze gitmekle ilgilidir ki, bu sebeple Batılı kadın hareme girer!

Batılı kadının hareme girişi kendini özne olarak konumlandırmasıyla ilgilidir. Bunun altında da aslında kendi kimliğini var edebilmek için Doğu’ya araştırmaya gittiğinde erk’i de oraya götürmesiyle ilgilidir. Batıda gördüğü erk’i, Doğu’ya adate taşımıştır, kendisini özne olarak konumlandırabilmesi için bu gereklidir. Yani, Batılı kadının, peçenin örttüğü Doğulu kadını görme arzusu ve bu peçeyi açma çabası onun kimliğini kurma sorunuyla başlayıp biten bir çabadır.

Peçe; Aydınlanmacı felsefede; modernizm, ilerleme ve gelişme kavamları içerisinde adeta; gerici, baskıcı, barbar toplumlara ithafen kullanılan bir simge haline gelmiştir. Aslında bu simgenin gerici olmasından ziyade yazarın da savunduğu bir şey var: Peçe takmak yani örtünmek bir iktidar modeliyse, örtünmemek, korse takmak ya da kozmetik ürünlerinin varlığı da pekala öyledir. Peçe takmak kadının özgürleştirilmesine adeta bir engel gibi görünür. Fakat Aydınlanmacı felsefenin şurada yanıldığı bir nokta vardır; Peçeyi takan kadın, çok kıskanç bir kocası olsa ve karşılaşsa dahi kocası tarafından tanınmayacaktır. Kadın, gizli işleri olsa dahi peçeyi taktığı halde adeta kimliği tanınmaz halde pekala yürütebilir. Aslında bu durumda peçe; özgürlüğü kısıtlamaktan çok kendi kimliğinin tanınıp, tanınmaması kararını kadına veren bir simgedir. Başka bir örnek verirsek; köle-efendi ilişkisi içerisinde olan 2 kadın peçeyi taktığı anda aralarında bir statü farkı gözlemlenmeyecektir.

Aslında simgeler ya da nesneler; bizim onları nasıl tanımladığımız ya da anlamlandırdığımızla ilgilidir. Türkiye’de peçe takmanın “gericilikle” , Cezayir’de peçe takmanın “direnişle” anılmasının sebebi de budur.



Her ay olduğu gibi, bu ay da yazımı bir şarkı ile sonlandırmak istiyorum. Bir an bile kendi yolundan vazgeçmeyen kadınlar için:

“Ben, ben böyleyim. Kendi yolumda…”



Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın