Henüz mehtap solmamış ve güneş doğmamış olmasına rağmen balık vurmuyordu oltaya. Halbuki onlar mehtapta yüzeye çıkar, oynaşırlardı tıpkı Tango’da olduğu gibi. İki balıkçının birbirlerine “rast gele” deyip, 5-6 oltalı çaparilerini suya atmalarının üzerinden bir saat geçmişti. Bu sürede bir kolyoz bulundukları kayığın değil, Hayıt’ın avlanmakta olan diğer teknesinin de tek nasibiydi. “Hava değişiyor” dedi kayıktan biri. “Yağmur geliyor” dedi öteki. Biri Egeli, diğeri Karadenizliydi. Batıda, güneşin doğmasına yakın, kıyıdaki tepeler koyudan açığa doğru çizgiler halinde belirmeye başlar, karınları acıkan balıklar tam o sırada oltalara kanıp yem olurlardı. Boyu yüz metre olan dört misina, altmış metrelik deniz dibini aynı anda tarıyordu. Balıkçılar selamlaşıp, kayıklarının su üstünde yerlerini değiştirdiler. Yükseldikçe, güneşin sudaki yansıması kayığa ulaşmıştı. Kayıktakiler birden hareketlendi; birindeki yedi, öbürü ise dört kolyozu bir anda havalandırıverdi. O sırada Girit – Rodos seferini yapan vapur gözden kayboldu. Tam arkalarındaki tepede askeri radar, bükü çevreleyen iki burnun üstünde ise 1974 Kıbrıs çıkartmasından kalan gözetleme kuleleri vardı. Kayıktakilerin kısmeti açılmış art arda üçer, dörder çekmeye başlamışlardı balıkları. Önceki sabah tutulan on kiloya karşılık bunlar azdı ama yine de balık tutmanın keyfi başkaydı. Balıklar bir halkasıydı insanların besin zincirinin; ama insanlar hayatta başka insanlara, gözlerini kapatınca da kurda kuşa yem oluyordu. Bir Norveç atasözüne göre: “Kiminin gözyaşı, kiminin sevinciydi!”. Hicranlı sözlerine ve yanık müziğine rağmen tango yapmak ise tüm kederleri silip, yerini mutluluğa bırakıyordu. O akşam Marmaris’te milonga olmasına rağmen Türköz geleneksel bir etkinliğe davet edilmişti. Arjantin ve Uruguay’ın halk dansı Tango kadar, Datça’nın adetlerine de saygılı ve bağlıydı.
O gece “boğa güreşleri” arifesiydi ve boğa sahiplerinin onuruna yemek şöleni vardı. İki saat olmuştu başlayalı. Yemek bitmişti ama daha eğitim bursu amaçlı bağışların toplanması ve Ağa’yı seçmek için açık arttırmaya çıkartılacak olan Koç vardı programda. Sonunda bir keçiboynuzu Ağacı olan Harnup Sokakta kaldığı taş evden aceleyle çıktı. Vasıta bulamadığı için yürümeye başladı. Yolda iki mopet geçti yanından. O yürümesini kararlı bir şekilde sürdürüyordu. Aniden arkasında bir ses duyar gibi oldu. Şahane bir motosikletin kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu hissetmemişti bile. “Nereye gidiyorsunuz? Sizi götürebilirim” diyen sese döndüğünde; uzun, sarı saçlı ve kot takımlı bir genç erkekle karşılaştı. Issız ama ışıklandırılmış, sık olmasa da sağlı sollu evlerin bulunduğu bir caddedeydiler. Anında hoşlanıp terkisine atlamıştı bile bu prensin. “Çok oldu mu yürümeye başlayalı? Buralar pek emin değildir!” dedi kaygılı adam kibarca. Onun gibi kot pantolonlu, uzun ve sarı saçlı genç kadın: “Evet, Dadya’dan geliyorum” dedi sımsıkı beline sarıldığı erkeğe. Canon marka fotoğraf makinesi kızın sol omzundan sarkıyordu. “Ben de orada oturuyorum ama sizi hiç görmedim” dedi erkek.
Liseyi ve cezaevini geçtikten sonra çıkan geniş kavisi, merkezcil kuvvete karşı koyacak biçimde, motorunu yatırarak aldı erkek. Kız; terkide onunla birlikte meyledince saçları omzundan aşağı akıverdi. İkisi de suskun, bu hoş karşılaşmayı yudumluyorlardı. Yol kenarındaki meraklı bakışlar, kızın gözünden kaçmamıştı. Erkeğin uzun altın saçları dalgalanıyor ve hafif hafif yanaklarını okşuyordu kızın. İlk yolculukları bitmişti bile! Ah bu Tango! Göz açıp kapayıncaya kadar geçer 1 böyle diye geçirdi içinden. Motosikletten inince erkeğin yüz hatlarını sokağın loş ışığında inceledi. Ak teni güneşte kızarmış, mavi gözleri ışıl ışıldı. Erkek de onun yüzünü aynı dikkatle incelemekteydi. Adeta tek Tangoluk bu kısacık beraberliğin bitmesine ikisi de üzülmüştü. “Seninle bir dakika, mutlandırıyor beni” diyen Semiha Yankı ne kadar haklıydı. Bu delikanlı, kadının üniversite sırasında kütüphanede, yemekhanede, Ankara Sanat Tiyatrosunda zaman zaman gördüğü ve çok beğendiği genci ne kadar andırıyordu. Nereden bilebilirdi o üniversiteli ile yollarının yıllar sonra burada kesişeceğini. Genç kadın, erkeğe teşekkür ederek takı pazarından geçti ve bağış mezadına yetişti. Kaymakamla CHP’li Belediye Reisi havuz başındaki masadaydılar. Kurdeleler takılmış bir koç açık arttırmada, 8.600 TL’ye 2 satılmıştı. Alıcı ertesi gün, boğa güreşinin zeybek kıyafetli “ağası” ilan edilecekti. Mikrofonda hem o gecenin hem de ertesi günkü boğa güreşlerini Orhan Veli Kanık, Yahya Kemal Beyatlı ve Nazım Hikmet Ran gibi şairlerin şiirlerini okuyarak ve anında yarattığı manilerle sunacak, boğa sahiplerini ve boğaları kızıştıracak olan “cazgır” Aydınlı emekli edebiyat öğretmeni Ali Ballı’ydı. Diyordu ki “Keçi kellesinden yemem paça / Kılıncı Vurmuyorum Taşa / Karaköy arenasında güreşiyor / Bir çift pehlivan boğa başbaşa. Sonra başka bir maniyle devam ediyor ama boğalardan çok, boğa sahiplerini kızıştırıyordu: Bahçelerde gökbiber / Şimdiki kızlar pek kibar / Ne kadar kibar olsa da oğlanlara eder itibar. 3
Bir süre sonra yemekten ayrılan kadın, antik limana doğru yürümeye başladı. İkibinbeşyüz yıl evvel burada yaşayan Dadyalıları daha iyi anlamak için kazılar olanca hızıyla devam ediyordu. Bağlarından topladıkları üzümleri, şarap yaparak, zeytinleri mengende ezerek, yağını dibi sivri uçlu testilere (amfora) doldurdukları ve bu eski limandan Akdeniz’in dört bir yanına taşıdıkları anlaşılıyordu. Sarı Liman kazılarında bulunan Apollon 5 Tapınağından, “güneşi” kutsal saydıkları, yılda bir kez Palamut Bükünde, üyesi oldukları önce Altı Kent Birliği olan o zamanki adlarıyla Knidya 6 , Halikarnas (Bodrum), İstanköy (Kos), Iasos, Rodos ve Lindos’a mensup atletler arası yarışmalar (olimpiyat) ile boğa güreşi yaptıklarını öğrenilmişti. Bu birlikteki kent sayısının 5’e düşmesinin nedeni bir atletin kazandığı kupayı, Emecik Köyü eteklerindeki Apollon Tapınağına armağan etmesi yerine memleketi Halikarnas’a götürmesiydi. Datça burnu Knidos’taki Afrodit heykelinin güzelliği bütün Akdeniz’e yayılmıştı. Datçalıların, Apollon Tapınakları arasında Delfi’de bulunan bilici ve şifacı rahibeleri sıklıkla ziyaret ettikleri, kalıntılarından da anlaşılacağı üzere, kendi yurttaşları için orada mevcut en büyük misafirhaneye sahip olmalarıydı. 7 Büyük Keyhüsrev M.Ö. 547 yılında Lidya’nın başkenti Sard’ı (Uşak) işgal edince Zengin Karun teslim olmuştu ama Datçalılar teslim olmamak için yarım adanın en dar kıstağı olan Ege ve Akdeniz arasındaki Balıkaşıran-Kayıkaşıran bölgesinde bir hendek açamaya başladılar. Fakat işçiler durmadan ölmekteydi. Bunun üzerine Apollon’a danışmak üzere bir heyet gönderdiler Attika’nın (Atina) batısında bulunan Delfi’deki Tapınağa. Bilici kahin, bir çukur üzerine konulan 3 ayaklı bir tabureye oturdu kuş cıvıltısı, rüzgar uğultusu ve yaprak hışırtısı gibi sesleri dinledi. Çukurdan çıkan metan gazının etkisiyle kendinden geçip sallanarak kendisine malum olanı söylemeye başladı. Yan odadaki erkek rahipler Türk manilerini andıran bir vezin ile bilici rahibenin söylediklerini hemen not ettiler: Apollon ne hendek ister ne de ada / İsteseydi yapardı yarımadayı zaten ada! Bunun üzerine Datçalılar kendilerini Anadolu’dan ayırmaktan vazgeçerek Büyük Keyhüsrev’in komutanı Harpagos’a teslim olarak Pers İmparatorluğunun bir parçası haline gelirler. Türköz, bir zamanlar Datçalıların ne denli güzelliklerine düşkün olduklarını, aynaya bakarak saçını düzelten bir kızın, kazıda çıkartılan bir vazo parçası üzerine yapılmış resmini düşünerek hatırladı. Onlar ki bu denli estetik duygulara sahipti, öyleyse muhakkak dans da ediyorlardı diye gülümsedi.
Dolunay şavkıyor, yakamozlar adım attıkça onu takip ediyordu. Yalnız boğa güreşlerinin değil, yaş gününün de arifesinde, her şey sanki onun varlığını ve onu var eden ana-babayı kutsuyordu. Mehtap öylesine parlaktı ki, bodur bir palmiyenin gölgesine sığındı adeta korunmak için. Bir banka oturup Sömbeki Adasının karaltısını seyre daldı. Bodur hurma ağacının koyu yeşil yelpaze yapraklarının kenarlarını lacivert sular çiziyor, silinmemecesine genç kızın hafızasında yer ediyordu. İşte yine buram buram özlüyordu Tangodor’unu. Gerçekten de “Datça Sahilleri Sensiz, Eylül Kadar Sessiz” diyen şair ne kadar haklıydı. Babasının yazdığı bu mısralara ilham kaynağı olan Eylül’le tanışmasından bir sene geçmiş olmasına rağmen, o upuzun boyuyla o gün karşısına çıkmış ve “Beni tanıdınız mı?”diye sormuştu. Tanımaz olur muydu hiç bu güzel Dadya’lıyı. Ve yine aynı sabah Sömbeki’li Rumlar pazardan yaptıkları haftalık alışverişleriyle iki takayı doldurup geri gitmişlerdi. Kiminin dedesi Kargılı, kiminin de annesi Dadya’lıydı. Kalimeralar ve Yassu’lar duyuluyor, pazarlıklar uzun sürmüyordu. Rumcayı; Girit’ten göçen dede ve ninelerinden öğrenen Ayvalıklı torunlar, buralara kadar geliyordu satış yapmak için. Genç kadın 24.00’teki son otobüsü kaçırmamak için kalktı. Motor sıkletli genç duraktaydı, göz göze geldiklerinde sevinçle gülümsedi. Ama bu bir sanıydı, çünkü erkek de kadını aramasına rağmen, göremeden önünden geçip, gitmişti.
Misafir olduğu eve geldiğinde bahçe kapısını kilitli bulmuş, duvardan atlayarak Louise Teyze yazan kapıdan içeri girmişti. Sezar uyumamış onu bekliyordu. Bu birlikte geçirecekleri son geceydi. Yatağa yerleşip beyaz pamuklu örtüyü üzerine çekti. Bir gözü mavi, diğeri yeşil gözlü kedisi sıçrayıp ayak ucuna yerleşti. Sezar üç yaşındaydı ve bir yaşındayken, aynı gün, iki yarışmada bir birincilik, bir de ikincilik kazanmıştı anavatanı Işık Dağı olan Ankara’da. Asil, atletik ve uysal bir tabiatı vardı. Kedisini kısırlaştırmamıştı, aklına hep 2. Dünya Savaşında Almanya’da zorla kısırlaştırılan komünistler ve çingeneler gelirdi. Böyle bir cinayeti işlemekten ve onu bir apartman dairesine hapsetmektense, özgürlüğünü bağışlamayı yeğlemişti. Bulundukları evin üç beyaz kedisinin erkek olanı Sezar’a tıslarken, o mırıl mırıl dişileri çağırmıştı bile yanına. İlk defa bir bahçede, bir asmanın ağaçlaşmış gövdesini inceliyordu, tırmanabileceğini düşünemeden. Sırtında kırmızı koşum ve ona bağlı yularla yeni sahibi evin çevresini dolaştırıyor, Sezar ise her çiçeği, yaprağı ve dalı kokluyordu. Sevgili kedisiyle aynı yatağı paylaştıkları o geceden sonra bir daha birbirlerini hiç görmeyeceklerdi.
Ve işte yine sabah olmuş; boğalar, sahipleri ve seyirciler her yıl olduğu gibi meydana akın etmeye başlamıştı. Hiç niyeti yoktu o iki boğanın birbiriyle güreşmeye. Ne cazgırın teşviki, ne sahiplerinin kızıştırmak için kulaklarını tırmalamaları para ediyordu. Boğalar dosttular ve sırf “insanlar” istiyor diye yoldaşlıklarını bozmaya niyetleri yoktu. Bu muydu “er” meydanı dedikleri? Yarıştan elenecekler kendileri miydi, yoksa kendilerine sahip olanlar mı? Her iki boğa da birbirlerinin çevrelerinde dönüyor ama kışkırtanların oyununa gelmiyordu. Ve bir tanesi terk etti meydanı arenaya girdiği dar geçitten. Ne zaman almıştı altına o köylüyü? Kimse bilemedi. Adam yerlerde yuvarlanıyor, kalkmaya çalıştıkça bir boynuz daha yiyordu öfkeli boğadan. Bulunduğu kamyonun üzerine tente gerilmiş kasasından hem “sahneyi” hem de “kulisi” gayet iyi görüyordu kadın. Seyirciler bağırıyor, sahipleri kementle boğanın boynuzlarını dizginlemeye çalışıyordu. Bu boğa, mezhabaya gitmeden önce özgürlüğünü ilan etmişti. Musevi ezgisi “Donna Donna” 8 adlı şarkısında söylendiği gibi: “Pazara Götürülen Gözlü Yaşlı İnek; Gökte Kanatlarını Çırpan Serçe”…“Bırak Yakınmayı! Dedi Köylü, Kim Sana Dedi, Ol Diye İnek? Neden Uçamıyorsun, Serçe Misali Gururlu ve Özgürce?”…“Nasıl da Güler Buna Rüzgar Yazları Gündüz ve Gece”. İspanya Musevilerinin 9 İstanbul’a, Sultan II. Beyazıt tarafından 1492’de gönderdiği gemilerle getirilişleri 500. Yıl Vakfı tarafından törenlerle kutlanmıştı 1992’de. Türköz, İstanbullu Ester’e sahnede mandoliniyle eşlik etmiş olduğunu hatırladı bu olay karşısında birden. Şarkıyı 1492’den kalma bir İspanyolca ile söylüyordu. Oğlu ise İstanbullu başka bir Seferad torunuyla evlenmiş ve Tel Aviv’e yerleşmişti. Musevileri engizisyondan kurtaran Osmanlı Türkleri, 19. yüzyılda Rus, İngiliz ve Fransızlarla birlik olan bazı işbirlikçiler yüzünden sadık milleti Ermenilere kıymamış ama eyaleti Şam Beylerbeyliğine sürmüştü 10 . Ancak 10 ay sonra Talat Paşa sürülen Osmanlı tebaasının geri dönmesine dair yasanın yürürlüğe girdiği ilan etmiş ve Ermeni Patrikhanesi kayıtlarına göre 650.000 küsur Ermeni vatandaşı mülklerine geri gelmiş, bazıları ise Şam’dan Kuzey ve Güney Amerika Ülkelerine göç etmişti.
Düşüncelerinden kurtulup gözü tekrar meydana iliştiğinde, Hanım Ağa’nın bir tonluk boğasının, başını göğsüne eğip, yeri eşeleyerek rakibine meydan okuduğunu ama aynı zamanda da rakibinden gelecek bir hücuma karşı savunmaya geçtiğini gördü. Doğada erkekler, bir dişi için aralarında dövüşür, galip gelen babalık hakkıyla ödüllendirilirdi. Buradaki ödülleri ise hayat hakkıydı ama İspanya ile karşılaştırıldığında Türkiye’deki boğa güreşlerinin insancıl yanı eşitlikçi oluşuydu. Boğaların rakipleri kılıç ve şişlerle donanmış matadorlar değil, yine kendilerine denk bir başka boğaydı. O gün kazanan Koca Reis aslen Çeşme Köylü olan sahibini bir kere daha ünlendirmiş ve Ula’ya üstünlük sağlamıştı. Dönüşte Koca Reis’in bindirildiği kamyona birincilik ödülü olan Türk Bayrağı dikilmişti. İşte doğum günü sabahı böyle başlamış, akşamını ise nefis bir dolunay taçlandırmıştı. Angora şarabını, Hayıt Bükünde yudumlarken, dünya büyücülerinin uluslararası kazanı da Muğla’da kaynamaktaydı. Yeğeni bir tango müziği açtı ve başladılar kadın kadına dans etmeye. Uzaklarda 23.00 Pire Vapuru yoluna devam ediyordu.
Türköz 11 Marmaris milongasını kaçırmıştı ama Datça Koyunda o gece yine bir tango akşamı vardı ve nihayet Saat 21.00’di. Üstünü değiştirdi. Şimdi sırtı açık bir giysiyle tangoya hazırdı. İşte şimdi tam bir Tangodora 12 olmuştu. Mehtap gökte asılı bir fenerdi. Milongaya giden yol iki taraflı kandillerle aydınlatılmıştı. Bir el ona doğru uzandı ve bir gül goncası verdi. Kendini birden uçsuz bucaksız kayısı renkli, ancak bir mehtap feri kadar aydınlık bir bahçeden salonda buldu. Tangodor’uyla 13 dans etmek istediği yerdeydi. Duvar boyunca ayna, bu saklı bahçeyi daha da derinleştirmişti. Henüz tenhaydı. Aklına “Serap yolu sensiz, Eylül kadar sessiz…” mısraı geldi. Yaş günüydü, birileriyle bunu paylaşmak istiyor, varlığına sevinenler olsun istiyordu. Elinde pastası bir an kararsız duraksadı. Tedirgindi. Tangodor’u göremiyordu ama o palmiyenin arkasından kendisini seyrediyordu. Tanımıştı geleni. Beline kadar uzun dalgalı sarı saçları ve bikinisiyle, kızıl bir akşam güneşi altında, diz boyu suda tango yapan kadındı o. Adeta büyülenmişti o sahne karşısında kumluk koyunda onu gördüğünden bu yana. Genç kadının teni o anki gibi alev alevdi. Elindeki pastadan yaş günü olduğunu anladı. Bilekten bağlı, yüksek ökçeli kırmızı ve siyah tango ayakkabıları, sırtı yarı beline kadar açık beyaz bir bluz, bileklerine kadar yırtmaçlı turkuaz renkli bir şalvar giymişti. Boynunda Türk taşından Aztek kolyesi, sağ elinin orta parmağında iri mavi taşlı bir yüzük gümüş telkari ile bileğine uzanıyor ve bilezik oluyordu. Ancak sarı saçlarını topuz şeklinde toplamıştı ve omuzunda Canon fotoğraf makinası yoktu.
İki nazik garson yanına yaklaşıp, Türköz’e ne denli güzel ve şık olduğunu söyledikten sonra mumlarını ne zaman üflemek istediğini sordular. Saat 23.00 uygundu. Çevresini gözden geçirdi. Bu doğum gününde istediği tek armağan başını döndürecek uzun bir tangoydu. 2,5 dakikalık tangolar göz açıp kapayana kadar bitiyor, bazen kavalyesine, bazen tangoya doyamıyordu. Oturduğu yerden etrafı seyretmeye başladı. Şık bayanlar, baylar adeta pistin etrafını süslüyordu. İçlerinden onu tanıyan bir kavalye onu dansa kaldırdı. İki hafta evvel ilk dansını keyifle yaptığı centilmendi o. “La Cumparsita” 14 çalmaya başlayınca dansa daveti kabul etti. Parça aynı, ama dans Körmen’dekinden pek farklıydı. Mumlarını üfledi, dilekler diledi. Yaş günü pastası misafirlere dağıtılırken DJ onyedi yaşını bitirip onsekiz yaşına bastığını (!) mikrofondan duyurarak kavalyeleri piste yaş günü dansı için davet etti.Genç bir kadındı artık. Canan’ı gideli ve acısını avutmak için tangoya başlayalı bir yıl geçmişti. O Eylül günü yıllarını maziye gömmüş ve tangoyla yeniden doğmuştu. Tango, ayrılığın değil kavuşmanın dansıydı. Bayan tangocular asil bir şekilde pisti kendisine terk ettiler. Her kavalye birkaç hareketten sonra onu bir diğerine devrediyor; kadında, kendini başka bir tangocunun emin kollarında buluyordu. Ama o “tangodor” aralarında yoktu.
Saat gece yarısını geçmiş misafirler, birer birer ayrılmaya başlamışlardı. Kalktı, yerini değiştirdi. Aynı salonu başka bir açıdan yaşamaya başladı. Estetik önemliydi onun için. Siyasette, mekânda, sanatta, ruhta, ilişkilerde, dansta hep estetik arar ve uygulardı. Beş kişi kalmışlardı fakat nedense hala Türköz oradan ayrılamıyordu. Şimdi bir istek parçası çalınıyor dendiğini duydu. Bir arpın zayıftan üç dört vuruşu kulağına çarptığı an şaşkın ama kararlı, bu nazik davetin sahibi beyefendiye doğru yürümeye başlamıştı bile. Çalan Roxanne’dı 15 . Birbirlerini kucaklamadan birkaç saniye karşılıklı, yaylı çalgılarla esmeye başlayacak fırtınadan evvelki sessizliğin dinmesini göz göze beklediler. Sonra çok alçak perdeden aralıklarla hiç bitmeyecekmiş gibi coşkuya uzanan bu çılgın müzik eşliğinde birbirini takip eden sayısız yürüyüş, dönüş, burgu, engel, sekme, tepme ve çengellerle dansı tamamladıklarında her ikisi de nefes nefeseydi. Tatlı tatlı gülümseyerek bu armağan için “o’na” teşekkür etti. Yaş gününü ilk dileği gerçekleşmişti bile. Kendisini motosikletiyle İskeleye bırakan genç erkekti o. Tam o sırada kederli bir kadın sesinin, hafiften çakmak istediğini duyarak irkildi ve ani bir kararla salonu terk etti. Sigarasını dudaklarına götüren bir çift zümrüt gözü daha fazla hüzünlendirmek istememişti. Demek tangodor’un bir eşi vardı. Dışardan liber tango’nun çalındığı duyuluyordu. Yolu aydınlatan kandillerin kimi hala yanmakta kimi sönmüştü. Dönüp boş piste baktı ama geri dönmedi. Erkek onu, ikinci bir tango için boşuna bekledi. Türköz Tangodora gitmişti.
İzleyiniz:
1 2.7 dakika
2 5000 Euro
3 http://www.datcadetay.com/karakoy-boga-guresleri-2.html (Erişim 10.02.2016)
4 Şu anda British Müzesi girişindedir (18 Eylül 2001’de ziyaret ettim).
5 Müziğin, sanatın,tıbbın, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı olup, kehanet yapar ve bu özelliğini başkalarına geçirir. İkiz kardeşi Artemis (Ay ve yaban hayat Tanrıçası) gibi Anadolu kökenli bir inancın simgesidir. Apollon kelimesi Türkçe kökenli Etrüsklerin ilah anlamına gelen “Aplu” sözünden türer. Ünvanlarından olan Likya’lı Antalya yöresidir.
6 Kibelenin olduğu yer anlamında (Bkz. Umar, Bilge, 1993, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, Gezi Arkeolojisi Dizisi, İnkilap Kitapevi).
7 1997-2009 arası yazar tarafından yapılan sosyo-arkeolojik gözlem ve araştırma raporlarından. 2000-2007 Kazı Sempozyumu Bildirileri. Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü.
8 Joan Baez, 1960. (Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=BqzGZ5AaeSs ) Erişim 12.02.2016).
9 İbranice olan Sefarad sözcüğü İspanyayı simgeler.
10 “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için uygulanacak için geçici kanun” 1 Haziran 1915, Takvim-i Vekayi (Resmi Gazete).
11 Türk-Oğuz
12 Türkçe bir isim olan Dora “zirve, doruk” anlamındadır. Tangodora ise yazar tarafından üretilen bileşik bir isim olup hem tangocu kadın, hem de Tango’nun zirvesinde olan kişi anlamına gelir.
13 Tangodor yazar tarafından üretilmiş bir isim olup tangocu erkek anlamındadır.
14 Roxanne Bkz. El Tango de Roxanne (https://www.youtube.com/watch?v=ic4PQ-tnwJw)
15 https://www.youtube.com/watch?v=ic4PQ-tnwJw